bugün

"herkese merhaba,

28 ocak’ta sadece bir fikirdi söykü dergisi,

aradan beş buçuk ay geçti...

9 temmuz yani bugün 10. sayımızı heyecanla yayınlıyoruz. bugüne kadar;

* 62 farklı yazardan, toplam 168 adet öykü yayınladık,
* tabletlerde ve akıllı telefonlarda da okunabilecek şekilde sanal bir dergi oluşturduk,
* 200’e yakın üyeye sahip bir websitesine sahip olduk, (türkiyenin en çok ziyaret edilen ilk 30 edebiyat platformundan biri.)
* websitemizde kültür ve sanat başlığı altında (edebiyat haberleri ve kitap yorumları) 117 adet yazı yayınladık.

yola adım adım ilerleyeceğini belirterek çıkmış olan dergimiz, bugün 10. sayıya ulaşana kadar koyduğu tüm hedeflere destekçilerinin de katkıları ile ulaştı.

10. sayımız bir konuya sahip değil, bunaltıcı sıcaklarda, ekran başında geçirilen sürenin de minimuma düştüğünü, düşmesi gerektiğini düşündüğümüzden, zorlayıcı olmak istemedik, gelen öyküler yine çok güzel, umarım hepiniz beğenir, okurken keyif alırsınız.

artık dinlenme zamanımız geldi, yeni hedefler daha da büyük olduğu için enerji toplayıp, yenilenmemiz gerekiyor.

söykü dergisinin yeni formatını ve büyük süprizini, 11. sayının konusu ile birlikte 6 ağustos günü sizlerle paylaşacağız, o zamana kadar,

herkese iyi tatiller."(experimental)

@______________________________________@
_____________söykü dergisi_________________
________________sayı 10___________________
________________temasız_________________
@______________________________________@

biri bizi öldürüyor ... (alpi)

sukut ı istifham ... (bandini)

evlere bakan adam için gayri resmi bir önsöz ... (bwahahaha)

benim artık umudum yok ... (efervesantadem)

not defteri ve başlangıç ... (euzerque)

iki nokta üst üste aç parantez ... (experimental)

asal günler ... (forrest)

azraille düello ... (hanna)

yıldız tozlarıyla sihirlenmiş haziran gecesi ... (inanna salome)

savaş denen kahramanlık ... (mbaran)

gökyüzünden yeraltına düşen çamur damlası ... (moderndaycowboy)

bir robotun son anları ve özgürlük ... (oyledegildeboyle)

trambolinde zıplamak ... (phoenixs ashes)

sol bekent ... (sallapati)

bir yol hikayesi ... (sinasizafer)

meczup ile juliet ... (siyahgiyenadam)

renkleri görmek ... (turkuaz)

@_________________________________________@
*öyküler yazar isimlerine göre sıralanmıştır.

web sayfamız üzerinden okumak için:
http://www.soykudergi.com/temasiz/

tüm sayılar için:
http://www.soykudergi.com/

10. sayı öykü seçim ekibi: efervesantadem, experimental, ruya avcisi, siyahgiyenadam

***

duyuru: önümüzdeki sayının konusu, söykü dergisinin yeni sürpriz formatı ile birlikte 06 ağustos'ta açıklanacak, 11. sayımız ise 3 eylül'de yayınlanacaktır. (11. sayı itibarı ile tatilimiz bitecek ve tekrar düzenli yayına devam edilecektir.)
şimdi herkes soyunabilir.
sekizinci sayı ile katıldığım oluşumun hem yazara hem de okuyucuya neler kattığını fark ettim. oluşumun başını çeken isimlerin ise söykü için ne denli emek verdiklerini gördüm. yazarları yazmaya, okuyucuları yorumlamaya teşvik etmek, bunun çabasını vermek gerçekten asil bir işti. bu arkadaşlara teşekkürü bir borç bilirim. ayrıca herkesin bilmesi gerekir ki onca emek boşuna değildir. söykü'yü daha güzel yerlerde görmek dileğiyle. tekrar tekrar emeği geçenlere teşekkürler.
zaman sınırını uzatarak iyi mi yaptığı kötü mü yaptığı belli olacak merakla bekliyoruz.
4 temmuz amerika birleşik devletleri'nin bağımsızlık günü oluşu ve bu sayının temasız yani herhangi bir konudan bağımsız oluşu kafalarda soru işareti bıraksa da çok güzel bir sayı olacağı pekala öngörülebilir. her ne kadar iki kelimeyi dahi bir araya getiremesem de karalayacağım bir iki satır. yani inşallah. umarım.

çaylaklık editi: karalamadım.
bir temaya sadık kalarak oluşturulan öykülerin güzelliği yaratıcılığınızı zorlaması ve bu zorluğa rağmen başarabilmenizden gelirken;

--spoiler--
söykü dergisi sayı 10 temasız
--spoiler--
bu sayının güzelliği ise hayal gücünüzün alabildiğince uzanan çayırlarında dere tepe heidi misali koşturabileceğiniz özgürlüğü sunmasından gelir.

bu sayı kaçmaz-öykülerinizi içinizde değil "söykü"de tutun.
hikayesi olan, kahramanı olan, anlatacak bir şeyi olan herkesi bekleyen sayıdır.

denemekten korkmayın efendim. yazın. bizi hayal gücünüzün en geniş odasında misafir edin...
gün bugündür.
yazlık dergidir. her türlü kumsal, şezlong, otel odası ve pansiyon atmosferine uygun hikayeler içerir. kısa bir ara verecek olan söykü oluşumunun onuncu sayısıdır.

--

biri bizi öldürüyor @ alpi

kategorize etmek gerekirse (çok iyi zeytin yağlı kategorize yaparım) polisiye ve gerilim tarzı bir hikaye diyebiliriz. okurken sırayla birilerinin ölmesi biraz garip geliyor. bölümler biraz daha ayrıntılı olabilirmiş. bölümlerin kısa tutulmasının tek avantajı okunabilirliği arttırması olmuş. e sonu da bi garip tabi hikayenin.

yazarın ellerine sağlık.

--

sukut ı istifham @ bandini

öncelikle şunu ciddi olarak söylüyorum ki ben bu yazarın hikayelerini okurken farklı sekmede en az iki adet sözlük daha açık duruyor. önce kendi çapımda türkçeleştiriyorum. kullandığı ağır dil -en azından benim- yabancı olduğum bir dil. bu güzel görünebilir. hikaye boş beleş bile olsa -ki değil!- en azından bir iki kelime öğreniyorsunuz. ama zararı da yok değil. okumayı kesmek ve kelimenin anlamına bakmak ilk okuyuşta bütünlüğü bozuyor.

yazarın ellerine sağlık.

--

not: buraya yorum gelecek.
söykü'nün ilk sayıdan bu sayıya kilometrelerce mesafe katettiğini gözümüze gözümüze sokan sayıdır. 11. sayıyla birlikte değişen formatla (format ki ne format, bomba gibi bir sürpriz) gelişimimiz boyut atlayacak ve okumayıp öykü göndermeyen güruh çok şey kaçıracaktır.

(bkz: demedi deme)

not: yorumlar, sıcaklar ve tatil münasebetiyle azıcık rötarlı olarak tam da buraya eklenecektir.

not2: ekliyoruz yavaştan yavaştan.

buyrun;

renkleri görmek .............. turkuaz

tam anlamıyla bir turkuaz öyküsü. yazar, kendine has üslubu sayesinde hemen öne çıkabiliyor.

cümlelerin kendiliğinden aktığı, hiç takılmadan, yorulmadan, “şurası da şöyle olsaydı” demeden okuduğum bir öykü oldu bu benim için.

bu farklı hikayeye yakışan farklı ve umut dolu bir sona bağlanması da, öyküyü bir başka kılıyor.

grilerin içinde renkleri görebilmemiz mümkün, yeter ki hislerimizin peşinden gidelim. ya da öyle bir şey işte. bir mutlu oldum yahu. yazarımızı tebrik ediyorum.

biri bizi öldürüyor ................ alpi

cümlelerin akıcılığı, zaten fazlasıyla sürükleyici olan bu öyküyü hiç es vermeden, bir solukta okumamızı sağlıyor.
‘bbg’ formatlı olmasi öyküyü enteresan kılmış.

az biraz ‘the hunger games’ tadinda ve fazlasiyla basarili buldum. yazarimizi kutlarım.

benim artık umudum yok ................. efervesantadem

çocukluktan yetişkinliğe adım adım, insanların umutları, arzuları, ihtiyaçları…

büyümek ve büyüdükçe o düz mantığı kavramak: “çocuk yapmak değil problem. zaten bir sevgilim var uzun süredir. evleniriz ve bir de çocuğumuz olur. problem cahil cesaretimi kaybetmiş olmam.”

ve bir şeye bağlanmak. pek çok başka ihtimalin varken tek bir şeye sıkı sıkı sarılıp, onun varlığıyla mutlu olmak. ellerinden kayıp gidivermesiyle nefessiz kalman.

çok güzel olmuş. yazarı yürekten tebrik ederim.
biri bizi öldürüyor ... (alpi)

yaz sayısının enteresan hikayelerinden biri olduğu kesin. bazı bilinen eserlere olan benzerliği alıntımıdır yoksa bir gönderme mi onu bilemedim. bu tip hikayelerde her zaman olan ama bu hikayede olmayan şey ise sebep. katilin neden katil olduğunu tam olarak anlayamıyoruz.
savaş denen kahramanlık ... (mbaran)

ilk iki paragrafı es geçipte okumaya başlarsanız eğer aklınıza ya saraybosna gelir ya da bağdat.
başlık ve ilk iki paragrafta ise aklınıza gazze geliyor.

belli bir gerçek mekanı olmayan hikaye yazarın anlatmak istediğinden bağımsız olarak ama okuyanın ne almak istediği ile bağlantılı değişik anafikirler sunabilmiş.
bu hikayede anlatılan kahramanlık kimine göre çocuklarını ve aileni korumak, kimine göre ise ülken için ölmek olabilir.

savaşın kötü bir şey olduğunu bin kere söyleseniz de paranın ve onu yönetenlerin bir içgüdüsü olarak savaçmak bize ve yeryüzündeki tüm medeniyet kurmuş halklara emredilecek ve bizlerde bu emri aynen uygulayacağız.
iki nokta üst üste aç parantez ... (experimental)

1996 yılında henüz internetin emekleme dönemlerinde iken okuduğum bir yorumda en geç 2010 yılına kadra sadece internet kullanılarak en az bir insanın öldürüleceği yazıyordu. 2012 yılındayız ve ben "internetin emekleme dönemi" tamlamalı bir cümle kurdum.

neyse çok daha fazlası oldu. bazı ülkelerde rejim değişikliğine, pek çok ülkede kanun değişikliğine sebep oldu internet. milyonlarca insan internet sayesinde tanıştı evlendi. aramızda dolaşan ve internet var diye doğmuş olan tonla insan var.

hikayeye gelirsek eğer,
internet üzerinde ki varlığına önem veren bir kız ile ondan çok daha fazla önem veren kahramanımızın yürümeyen aşk hikayesi. şu bir geçek ki eskiden her kız etrafında dolaşan meriç sayısı bir iki ile sınırlı iken şimdi facebook yüzünden bu rakam yüzlere çıktı. genç erkekler için dayanılabilir bir şey değil bu.
sukut ı istifham | bandini

sukut-ı istifam, içeriğinden çok taşıdığı sembolik özelliği nedeniyle çok değerli bir öyküdür. zira, bir osmanlı beyefendiliği ile genç nesilleri, osmanlıca sözlükleri alıp ne denildiğini, tarihini, geçmişini, kültürel değerlerini öğrenmeye itmiştir.

bir ülke tarihinde, 623 yıllık bir kültür birikimini elinizin tersiyle itip yepyeni bir sayfa açtım diyemezsiniz! büyük bir nehrin yolunu değiştirmeye kalkarsanız o su döner-dolanır yine kendi akacağı yolu bulur.

bunu yapan, o ülkeyi esaretin pençesinden kurtarmakta azımsanamayacak gayretler gösteren büyük bir önder de olsa, divan edebiyatı'nın ve osmanlıca'nın 'yok' sayılamayacağı, taşıdığı önem ve değerin her türlü çirkin ayak oyunlarına rağmen düşürülemeyeceği açıktır. zamanın eğitim müfredatını hazırlayan kraldan ziyade kralcıların yaptıkları gibi genç nesilleri aruz kalıplarının cenderesine sokup ne denli korkunç bir deccal gibi göstermeye çalışsalar da, liselerde edebiyat öğretmenleri tarafından; divan edebiyatı mı? halk edebiyatı mı? sanat, sanat için midir, toplum için mi? gibi gereksiz ve anlamsız münakaşalara mevzu edilmiş fakat bu mümkün olmamıştır ve olmayacaktır. gün gelip bandini gibi bir yazar çıkacak ve geçmişin unutturulmaya çalışılan güzelliklerini apaçık gözler önüne serecektir.

623 yıllık bir dili, kültürü, tarihi, dönemin hemen tüm edebiyatçıları ve gazetecilerinin haklı isyanlarına, genç nesli tarihinden ve kültürel değerlerinden koparacağı yönündeki haklı eleştirilerine rağmen görmezden gelen mustafa kemal'in belki de yaşamındaki en büyük hatasıdır; bu çeşit tepeden inme gerçekleştirilen bir dil devrimi.

bandini gibi takdir edilesi, kendisini aşmayı ve her defasında beni hayretler içerisinde bırakmayı adeta görev addeden kimi yazarlar, bu noktada ciddi bir misyon üstleniyorlar. geçmişin kültür hazinesini bu günkü ile sentezleyip yepyeni bir kültür halitası elde etmek. bunu başarmanın en güzel yolu ise onun gibi okunası öyküler yazmaktır elbet.

bileğine kuvvet diyorum, aklına sağlık diyorum ve kucak dolusu teşekkürler ediyorum.

edit: yazım kuralları.
biri bizi öldürüyor | alpi

polisiye öyküler; çoğu kez, durum öyküleri özellikleri gösterirler ancak, onlara göre çok daha hareketlidirler. bu yönleriyle, macera/serüven öykülerine daha yakın dururlar ve üçüncü şahsın ağzından sunulmaları da neredeyse bir gelenek halini almıştır.

alışılmışın dışında yapısal kurguları olan nadir örnekleri dışında, okuyucuya sunum teknikleri açısından da birbirine çok benzerler. hatta, denebilir ki klişeleşmiştirler. polisiye öykü okuyucuları öykülerin yapısal kurgulamasına hiç takılmadan doğrudan öyküye odaklanma ve karmaşık olaylar zincirini çözmek hevesindedirler. bu nedenle de klişeleşmiş sunum tekniği onları diğer öykülerdeki gibi rahatsız etmez, aksine rahatlatır.

polisye hikayelerde, önceki-sonraki kavramının olayların çözümünde taşıdığı önem büyük olduğundan zaman kullanımlarındaki bariz hatalar iyi bir okuyucunun gözünden kaçmaz ve kafa karıştırırlar. aşağıdaki paragrafta yazar, bir anı ya da çok kısa bir süreci anlatmaktadır ki bu durumda kullanılan zaman kipleri ve eklerinin aynı formda kurgulanmaları beklenir.

"... Odada bulunan üç tane yatağın da üzerinde kabarıklık vardı. ilkini silahının ucuyla dürttü, kıpırtı gelmemişti. Eliyle yatak örtüsüne uzanırken göz ucuyla diğer yataklarda hareketlilik olup olmadığına bakıyordu, hiç canlılık belirtisi yoktu. Diğer tim görevlisi de kapının ağzında durmuş, hem etrafa bakınıyor hem de odada gözden kaçabilecek bir hareketlilik emaresi arıyordu..."

şimdi aynı paragrafı bir de şöyle okumayı deneyelim;

"... Odada bulunan üç yatağın üzerinde de kabarıklık vardı. ilkini silahının ucuyla dürttü, kıpırtı |gelmedi|. Eliyle yatak örtüsüne uzanırken göz ucuyla diğer yataklarda hareketlilik olup olmadığına |baktı|, hiç canlılık belirtisi yoktu. Bu esnada, diğer tim görevlisi de kapının ağzında durmuş, hem etrafa bakınıyor hem de odada gözden kaçabilecek bir hareketlilik emaresi arıyordu..."

alamet-i farika; bir insanı, ürünü, nesneyi, benzerlerinden ayıran simgesel özellik veya doğrudan doğruya semboldür. bir anlamda kişiyi, ürünü ya da nesneyi 'marka' yapan şeydir.

osmanlı döneminde, nüfus hüviyet cüzdanlarında, 'alamet-i farikası' diye bir bölüm bulunurdu ki buraya, o kişiyi diğerlerinden ayırmakta kullanılacak; lal, kör, topal, çolak, aksak gibi bugün bedensel engeller olarak tanımladığımız nitelikleri yazılırdı.

tüm bunların ışığında, öyküde geçen şu cümle temelde yanlış olmamakla birlikte kulağı tırmalayan bir tarafı da yok değil sanki;

"...özel tim olarak kurşun geçirmez yelek ve koruyucu başlıktan oluşan alamet-i farikalarını üzerlerine geçirmişlerdi..."

derim ki şöyle kurgulansa daha güzel olmaz mıydı;

"...özel tim olarak, alamet-i farikaları haline gelmiş kurşun geçirmez yelek ve koruyucu başlıktan oluşan giysilerini üzerlerine geçirmişlerdi..."

öykünün geneline bakıldığında, akıcı bir üslup ve yeterli tasvirlerle canlandırılmış mekanların kullanıldığını söylemek mümkün ancak, neredeyse katliam boyutlarına varan bu seri cinayetlerin nedeni-niçini dahi okuyucuya anlatılmış değil. bu durumda okuyucu, katilin halet-i ruhiyesi hakkında nasıl fikir sahibi olup da kendince değerlendirmeler yapabilsin?

yazarlar da ses sanatçılarına benzerler aslında. nasıl ki onlar, okudukları esere kendilerinden bir şeyler katmadıkları, duygu vermedikleri, dinleyiciyi yeterince hislendiremedikleri sürece istedikleri kadar kuralına uygun okusunlar nafiledir. yazarlar için de aynı şeyler söz konusudur. bir öykü okunduğunda; "görüyorsun işte! meşrebim-tarzım budur benim. ben filancanın eseriyim." diyebilmelidir okuyucusuna ki sıradan olmaktan, anonim kalmaktan kurtulabilsin.
evlere bakan adam için gayri resmi bir önsöz | bwahahaha

- isa havarilerini çağırıp onlara şöyle dedi;

"...yüceliğini tevazu ile kaybetmekten korkma. Alçakgönüllü olmakla eskisinden daha çok yücelirsin. Alçakgönüllülük göklerin egemenliğinin kapısıdır. Neden aksi yöndeki kapıya doğru yürüyorsun? iradene karşı neden silahlanıyorsun? Büyük olmak istiyorsan böyle olunmaz. Büyüklüğün eğer kibirden ileri geliyorsa, mutlaka yok olacaktır. Eğer büyüklük istemiyorsan sen büyüksün, zira büyüklük tevazudan gelir...(marcos:10/42-43)"

- bu girizgahtan sonra öykünün şu paragrafını irdeleyelim;

"... içimdekileri anlatacak kelimeleri bulmayı beceremeyecek kadar toy ve bilgisizim oysa ki.

Aslında olayla ne bir ilgim ne bir alakam var, dedim ya toy ve cahilin biriyim ben, hasta biriyim, duymaktan, hissetmekten aciz... bir hacmim var sadece, salt madde ne eksik ne fazla..."

- ve hemen sonra şu bölümünü;

"...Apar topar kaldırıyorlar kızı ayağa, iki polis, iki kolunda, henüz kelepçe takılmamış, omuzları fazlaca yüksek, farkediyorum, üstü başı rezil durumda, yalpalayarak yürüyor, yavaşça gidiyorlar, sonra, bir an, sadece bir an, arkasına dönüyor kız, bana bakıyor, ama bir böcekmişim gibi değil insanmışım gibi, ve gözleri...

-Çok sağol.

Gülümsedi, gülümsedi, o haliyle, koskoca gözleriyle yaptı bunu, beyazın içinden yeniden doğan bir insan gibiydi, ne bir umutsuzluk vardı orda ne de yargılayıcı bir bakış, hüzün, evet, ancak olması gereken bir hüzündü bu, biliyordu bunu, o gülüşü bulabilmek için ihtiyacı vardı o hüzne, çaresizliğe... kolay mıydı az önce yaşadıkları diye düşünüyorum, senin başına gelse? Bu soruya cevap bile vermemiyorum..."

son olarak da şu bölümünü;

"...Ve gitti. Arabaya bindirildi, binerken elleri kelepçeliydi, aklımda ise gözleri, sadece gözleri var ne sürüklenişi, ne "çok sağol"u bana bakan gözleri, gülüşü, ne kadar büyüktü gözleri, her şeyi görebiliyordu insan, tüm hissettiklerini, içini, en derine kadar, onu bir daha göremeyeceğimi biliyorum, peki neden yapıyorum bunu? Neden her yıl, her zaman, aynı meydanda, benzer insanları görüyorum, bana benziyorlar, şuramda bir kuşun öttüğünü duyuyorum sonra, kanatlarını her çırpışıyla daha çok coşuyor gönlüm, oradayken, her zamanki ben değilim artık, bambaşka biri, umut dolu biri, neyin umudu bu? Dediğim gibi, yazma işini pek beceremem, beceremedim, hiç bir zaman... Ama ne zaman buraya gelsem, burada dursam, yazmak istiyorum, şu öten kuşun kanat çırpışı bu biliyorum, onun gibi olma isteği, onu yalnız bırakmama isteği... Ve yazıyorum, kafama, bir kağıda, bir taşın üzerine, bir telefona, nereye yazdığının ne önemi var, sırtıma bir elin dokunduğunu hissediyorum sonra..."

olay ve durum tasvirleri ile karakter tahlilleri okuyucunun, yazarın kurguladığı öyküye dahil olabilmesinin önkoşuludur şüphesiz. ancak, bunun sayfalar boyunca sürüp gitmesi çoğu kez okuyucuyu sıkar. bu noktada, yazarın becerisi ve sunuş biçimi, okuyucunun öyküde kalabilmesi bağlamında en önemli etmen olur.

bir yazar, okuyucusuna ne denli tevazu ile yaklaşıyorsa, kendisinin o denli farkındadır. yeteneklerinin, sözcükleri ard-arda sıralamadaki kabiliyetinin, olayları ve durumu tasvir etmekteki ve kahramanlarının hissiyatlarını yansıtmaktaki başarısının.

- sonuçta özgüveninin.

böylesi bir yazarın öyküsünde bir bölümü ele alıp irdelemeye çalışırken bölmeye, parçalamaya kıyamazsınız. zira, kurguladığı her cümle bir öncekini tamamlar niteliktedir. çaresiz, paragrafı olduğu gibi alır, defalarca okur ve her okuyuşunuzda sahip olduğu yetenekleri biraz daha takdir edersiniz.

bu öykü yazarının, umarım çok yakın bir gelecekte, okunması zevk veren kitaplarını standlarda göreceğiz.
biri bizi öldürüyor / alpi

ilk kez Biri Bizi Gözetliyor programını seyrettiğimde 7. Sınıftaydım. Aynı eve kapatılmış, farklı dünya görüşleri ve zevklere sahip insanlar, büyük ödül için her türlü çirkefliği yapıyorlardı. 65 milyon insanın (yıl 2001) televizyon başında onları seyrettiğine inanmış yarışmacılar, şöhret olduklarını hayatlarının kurtulduğunu düşünerek günlerini geçiriyorlardı, şu anda 1-2 tanesinin ismini belki sayabiliriz. Tabi masal aleminden reel dünyaya dönüşleri pek kolay olmadı kimi intihar etti, kimi depresyona girdi. Bu programın izlenilirliğini göz önüne alarak bbg türevi yarışmalar yayınlamaya başladı tv kanallarımız. Gelin kaynana, izdivaç, kutu açma programları ve benzeri formattaki yarışmalar. Derin bir uyku hali aldı milleti, sıfır bilmem kaç Melih elenmediği sürece Krizin Türkiye’yi vurmasının fazla önemi yoktu, sıfır bilmem kaç Esra’nın gözleri çok güzeldi. Caner bardağı başında kırmıştı bilmem kim için, az aşifte değildi Tülin. Mahelle arası dedikoduların caddelere taşdığı bir dönemdi.

Alpi’nin öykü de dediği gibi biri bizi öldürdü, ölen zihinlerimizdi, Hikayede ki olay gerçekte yaşanmış olsaydı reyting rekorları kırardı. Eleştiriye geçmeden önce Beni çocukluğuma döndüren yazara teşekkür ediyorum.

Alpi’nin anlatımı akıcı, betimlemeler bbg eve tadı vermiş, sekanslar arasındaki geçişte başarılı. Tabi hikayenin polisiye içeriği de ayrı bir tat katıyor. Duygular çok net, katilin hırsı, diğer yarışmacılara karşı nefreti;

‘boğularak, saatlerce süren bir beklemeyle ölmüş olmalıydı. peki sudaki kan nasıl oluşmuş olabilirdi? tim görevlisi cesedi sırt üstü çevirdiğinde karşılarındaki katilin ciddiyetini anladı: adamın sırt derisi boylu boyunca yüzülmüştü. tim görevlisi yüzünü buruşturdu. ‘

Katille ilgili belli ipuçları var, bunlar açık verilmese daha heyecanlı olabilirdi bana göre;

‘oyuna katılmayan meryem ve harun'un oturma odasında dertleşmeleri diğer grup üyeleri arasında zaman zaman tatlı şakalarla alaya alınırken, meryem'in sinirli bir tavırla; kısık sesle anlattıkları merak konusu oldu.’

Harun’un polisleri öldürdükten sonra Meryem’ söyledikleri, hikayenin benim kafamda uyandırdıklarının özeti gibiydi;
‘evden sadece bir kişi çıkar. kurallarda yazıyordu seni salak.’

Neden ve sonucun büyük oranda okuyucuya bırakılması hikayaye büyük bir hayranlık duymamı sağladı. Herhangi bir sanat eserinde anlatımın kapalı olması gerektiğini sonuna kadar savunan bir insan olarak şunu söyleyebilirim ki; Bu hikaye yalnızca bir Polisiye değil, müthiş bir toplum eleştirisiydi bana göre, Alpi’nin hayal gücüne ve aklına sağlık.
sukut ı istifham | bandini

Elif Şafak’ın Pinhan’ını okuduğumda 19. Yy istanbul’una gitmiştim (Kartpostallardan gördüğüm kadarıyla), bu öyküyü okurken, eski Osmanlı kahvehanelerinden birinde orta şekerli kahve içmekteydim denize karşı(bir taraftanda tüm kapitalistliğimle kahvehaneler zinciri kurma fikriyle)

Öykü başlangıçta sıkıcı gelebilir, kelimelerin anlamlarını bilmemek insana yılgınlık hissi veriyor ama bunları bilmemek benim eksikliğim biryerde, malum teknoloji gelişti Osmanlıca-Türkçe sözlük eşliğinde okudum hikayeyi, Hallac-ı Mansur’un En-el Hak olayın hakkında az çok bilgim olduğundan daha bir anlamlı geldi öykü.

Mühim olan kelimeler, Hak ile Hakk’ın arasında ki fark gibi. Dikkatimi çeken cümleler şunlardı ;

‘…eski usül manda mahsülü kapaklı siyah bir iblisti o neşriyyat.’
Bu cümlede kitabı betimlemede şu üç kelime; manda, siyah ve iblis çok uyumlu üzerine düşünülmüş olduğu belli, yalnız neşriyyat değil neşriyat olsa gerek.

‘…artık şunu bilmek gayri kabil: şu iskeleden hayli geçkin vakitte atlayan sarhoş bir adem oğlu görsem acaba şevk ile atlayıp onu kurtarır mıyım yoksa mühürlenmiş kalb ile yoluma düşer bir de pervasız şarkı çağırır mıyım?’
Yanlış hatırlamıyorsam Camus’nun Düşüş’ün de benzer bir çözümleme vardı, bu kısımdan sonra kahramanın varoluşçuluğa geçişi olarak algılanıyor burası, tam yerinde yazılmış bir cümle.

'...tanrı tanrıdır, evren de evren.
çirkin ve kötü yok.'
Naçizane görüşüm bu cümle Hallac-ı Mansur’dan bahsedilen bölümü daha yakın olabilirdi.

‘…çay da katran mübarek! zihnim kayıyor bak yine. biraz da şu tarafa yürüyeyim. vahdet-i vücud demiş zat.‘
Çay olmasıydı bu öyküde Osmanlı manzarası eksik kalırdı.

‘…terlemeye başlamıştı iyice. kalbinin atışını duyabiliyordu. sanki boynunda sakil bir cüce cin oturmuş cigara tellendiriyordu. canan! ne hoş sada!’
Ter, kalp atışı, canan ve sigara daha ne söylenebilir ki.

‘…esas hakikat nerede? hallaç’ ın derisi koyun gibi sıyrılırken ikrar eden dostları esas kefere değil mi?
Hallac_ı Mansur’u bu şekilde kullanmak büyük yaratıcılık, hoş bir seda bıraktı zihnimizde bandini.

Başlangıçta yazdığım gibi mühim olan kelimeler, kelimeleri bu kadar ustaca kullanabildiği için bandiniyi tebrik ediyorum, diğer öykülerini de sabırsızlıkla bekliyorum.
evlere bakan adam için gayri resmi bir önsöz | bwahahaha

internet ortamında sözlük tarzı paylaşım sitelerinin rağbet görmesinin temel nedeni, dışarıda söyleyemeyeceğimiz çoğu şeyi burada yazabiliyor olmamız. Kimse bizi tanımadığından, nesnel eleştirilerde alabiliyoruz. Eylem yapma, yanlış gördüğümüz eylem ve fikirleri çağdaş bir biçimde dile getirebilme (eleştiri) en temel haklarımızdan olmalı. Bir insanın canına ve malına kastetmediği halde tutuklu durumda bulunan, öğrenim hayatı biten, mesleğinden olan hatta ölen çok insanımız var, maalesef. Yasaklı kelimelerimiz var, bu yüzden diyebiliriz ki mühim olan kelimelerdir, umarım sanal ortamda özgürce yazdıklarımızı sokakta rahatça konuşabileceğimiz dönemler gelir.

Eylem ve yasaklar konusuyle ilgili bir öykü görmek beni çok mutlu etti ve içimi dökmemi sağladı. Ustanın eşliğinde eleştirilerime geçebilirim.

kurbağalara bakmaktan geliyorum
dedi yakup, bunu kendine üç kere söyledi
masalarda oturmuşlardı. ben oradan geliyorum
yazı makineleri, kağıt sesleri
ben oradan geliyorum. (Edip Cansever)

Öykünün giriş cümlesi büyük bir heyecan ve merak yaratıyor. Gözler mi?Ne gözü be daha yeni başlamıştık!
‘…gözleri... aklımda kalan tek şey, o tek parça anı onun gözleriydi, benimkileri yakalayıp azılı, iğrenç bir suçluymuşçasına tutsak etmişlerdi, ağlamakla acımak arasında bir yerlerde, aklımda kalan tek şey onun gözleri...’

Kahramanının tanıtımı, ruhsal çözümlemesi gayet başarılı atlatmış yazar;
‘...kendime addetiğim görevin ağırlığına bakın hele!-yorulmamak mümkün mü zaten, bunca farklı insan, bunca farklı yüz, bunca farklı el farklı salınırlar omuzlarının ucunda, bunca farklı koltuk altı farklı kokar hepsi, bunca göz hepsi farklı bakar sana... işte buydu beni yoran, fiziksel bir yorgunluk değil, bulunma haliydi, orada bulunma ve tüm bunları farketme hali...’

Başlangıçta değindiğim şey: eleştiriyi serbestçe yapabilmek, sanat kullanarak yapabilmek, öykü içinde sıkmadan, fazla belli etmeden verebilmek , işte budur;
“…ne yapacaksın, durun! mu diyeceksin?, bu yaptığınız suç mu? ikisinin de anlamsız olduğunu bilerek nereye gidiyorsun? sana bunu yaptıran ne? aptal cesareti bu biliyorsun. bir amacın bile yok? acı çektiğinin bile farkında değilsin değil mi? ne yapacaksın? zırhlı polisleri dövebileceğini mi sanıyorsun? ne yapacaksın? ne? ne yapacaksın? ne?!...”

Bu cümlenin zihnimde meydana getirdiği reaksiyonları formülize edip yazmak isterdim ama yapmayacağım bunu, sadece cümleye odaklanalım;
‘…apar topar kaldırıyorlar kızı ayağa, iki polis, iki kolunda, henüz kelepçe takılmamış, omuzları fazlaca yüksek, farkediyorum, üstü başı rezil durumda, yalpalayarak yürüyor, yavaşça gidiyorlar, sonra, bir an, sadece bir an, arkasına dönüyor kız, bana bakıyor, ama bir böcekmişim gibi değil insanmışım gibi, ve gözleri...’

SiGARA yakan adam tasviri okumayalı çok olmuştu, malum yasaklardan ötürü, birinci kısmın sonuna konsaydı, bu kısım daha hoş olurdu diye düşünmekteyim (kahramanın çaresizliğinin vurgulanması açısından)
‘…bir sigara yaktı, tıpkı filmlerdeki gibi, hızlı ve etkileyiciydi bunu yaparken, kafa hafifçe öne, gözler kısık, dudaklar kıvrılmayacak derecede büzülmüş, sigara ağızdan neredeyse sarkmaktadır, dirsekler bükülmüş iki eli çakmağı kendine güvenli bir şekilde ağzına götürüyor…’


2. bölümde olayın akıcılığı giderek artmakta takip edilen bir insan ve çözülmesine ramak kalmış bir sır, bu arada kahramanın yalnızlığı, toplumdan kaçışı şöyle anlatılıyor;
'...bir süre böylece yürüdüler, sokakta insanlar, takip ettiği adam ha bire çarpıp duruyordu insanlara, o ise arkasından bir canbaz gibi, itinayla insanların aralarında bırakmaya özen gösterdikleri o “edepli boşluk”ları buluyor ve onların içinde seyahat etmeyi tercih ediyordu...'

Son bölüme esrar öyle bir çözülüyor ki, Ankara’da göbeklerini büyüten amcalara, onların gölgesinden faydalanan yancılara sözcükler hazırlamaya başlıyorum istemsizce;
‘…ben bekliyor muydum, bekliyorsam üç yıldır neden gidiyorum o eylemlere…ne önemi var eylemlerin, gözleri var sadece benim için, artık, sadece gözleri, bedenimi yakıyorlar, geçen her dakika daha fazla, öldü kız, göz göre göre, iki ezik, mor bacaklar, defalarca tecavüz… aklımda sadece gözleri var dostum, sadece öyle hatırlayabiliyorum onu, ne ağzı ne kelimeleri ne vücudu sadece gözleri, bedenimi yakıyorlar, geçen…’

Bwahahaha’nın ellerine sağlık, öyküsü için teşekkürlerimi ve nickinin anlamını öğrenme hususunda ki derin merakımı iletmek istiyorum.
benim artık umudum yok | efervesantadem

Bir çok şeye inanmamız gerektiği öğretildi bize ve tabi bir de umudumuzu kaybetmememiz, ama umut satan internet siteleri var artık.

Hikaye orta sınıf bir ailede doğmuş klasik Türk erkeğinin yetişme dönemlerini kısa şekilde dolu cümlelerle anlatmış.
Bisiklet hayalleriyle uyumuş, karambolde kalmış, kızlarla konuşurken hiç olmadığı kadar çekingen olan, ben onu seviyorsam o da beni sevecek diye ahkam kesen ama o kızın gözlerine bakmaya korkan, şimdiki nesle göre daha masum bir neslin isyanıydı bu öykü. Değişmeyen tek şey gelecek kaygısı oldu belki ülkemizde.
Bundan 10 yıl sonra aynı tarz bir öykü yazılmaya çalışılsa, misket yerine ıpadlerden, bisiklet yerine laptoplardan bahsedilecek. işte bu yüzden o dönemlere yetişebilmiş biri olarak büyük zevk aldım öyküden. Yazarın hatıralarını sağlık.

Bu arada; bir ihtimal vardır her zaman *
not defteri ve başlangıç | euzerque

metis ajandası olsa gerek.

defterler her zaman güzel hediyeler olmuştur, öyküde ki defter farklılığın simgesi, sonlara doğu bu farklılık ortadan kalkıyor. biri edebiyata meraklı diğeri şebnem ferah'tan dem vuran iki arkadaş. küçük hediyeler farklılıkların giderilmesini sağlayabilir, burada defter yerine nietzsche'nin bir kitabı anlatılmış olsa çok daha farklı olurdu, içindekileri okuyup kendi notlarını alabileceğin bir defter başlangıç için ideal bir seçim.

'...her sağ sayfasının altında bir cümlesi, her iki sayfada bir söyleyecekleri olan not defteri. sayfayı her çevirişinde bir heyecan.'
canlı bir varlıkmışçasına.

'...okumayı yeni öğrenmiş bir çocuktan daha değerlisi varsa o da sanırım okumayı keşfeden genç...'
harika tespit.

'...henüz geniş zamanlı eylemleri bulunan cümlelere hapsolmamış, şimdiki zamanın da olsa olsa rivayetine yer yer takılan bir varlık.'
sebepsiz yere hoşuma gitti bu cümle.

'...ve her kelâmın kitabından devam ederek tekrarlayamayacağı yaşamına yeni bir yön çizdi.'
her kelam bir başlangıç değil mi zaten! yeni şeyler söylemek, yeni bir ufuk keşfetmektir bir nevi.

'...not defteri hâlâ bitmedi. sayfaları tükenmek bilmedi. ne anlatacakları, ne dinleyecekleri sona ermedi.'
burada bitmeyen sadece defter değil anılar, dostluğu ve okuma şevki aslında, ne güzel anlatmış euzerque, dolu bir öykü daha, üzerine düşünülmesi lazım, kalemine ve defterine sağlık.
iki nokta üst üste aç parantez | experimental

günümüzün postmodern hastalığı iletişim teknolojisi, insanın merak duygusunu kullanarak büyük kitlelere ulaşılabiliyor artık. Seslerini duymadıkları insanlarla konuşup, düzenin doğurduğu yalnızlığı yine düzen içinde bitirmeye çalışan mutsuz bir kitle. Çoğu zaman buna değiniliyor, bunun internetten yapılması içinde bulunduğumuz tezata ve çaresizliğimize Çin malı bir ayna tutuyor, bu ironiden hiçbir türlü kurtulamıyoruz, öyleyse yaşasın tüketim toplumu, ellerine sağlık experimental.

Öznel görüşler anlatıldıktan sonra, konuşmalara geçen kısımlar sırıtmamış tabi bu da daha bir okunur yapıyor.

Öykü hepimizin aklından geçen şeylerin özenle seçilmiş cümlelerle kağıda dökülmüş hali. Hepimiz tüketiyoruz hem de büyük bir bağımlılık ve hızla. Bana kalırsa cep telefonları, farklı bir isim altında reçeteyle satılmalı;
'...her sene telefon değiştiren birinden, size bağlanmasını nasıl beklersiniz ki?'

Yazar hepimize büyük bir hınçla bağırıyor aslında;
'...ne yapsak paylaşıp, alkışlanmak istiyoruz, ama şunu unutuyoruz belki de, insanlar sadece övündükleri şeyleri paylaşırlar diğerleri ile...'

Yalnızca resme ve paylaştıklarına bakarak bunu düşünmek, evet hepimiz sahtekarız, zavallı egolarımız altında eziliyoruz.
'...oldukça kültürlü olduğunu düşündüm, bu güzellik, bu kültür, onunla tanışmalıydım... '

Hikayenin önemli cümlelerinden,bunu haykırmak istemişimdir hep: bakışları mağrur, rüzgarla birlikte yürüyen kızlara;
'...bu kadar abazan bir toplumda, kadınların halen peşlerinde koşan adam sayısıyla mutlu olmaları güldürüyor beni.'

Ah! biricik maskelerimiz;
'...kitapların ilk baskısı iki bin adettir, ve bu adamın hiç bir kitabı 2. baskıyı yapmadı...'

Ve işte sonuç, işte kendimiz sormaktan korktuğumuz soru;
'... neden hakkındaki her şeyi bilsin istiyorsun insanlar? '

Sanal evrene dönüş ve tabi ki Meriçler;
'...hisleri iki nokta üst üste ve aç parantezdi, hemen sonrasında ise bir cem adrian şarkısı paylaşmayı ihmal etmedi, 94 erkek "canım neyin var" dedi,'

Experimentalin Oğuz Atay'a yazdıklarını ve Odtü maceralarını büyük bir zevkle okumuş bir insan olarak, onun yazdığı öykü hakkında söz söylerken biraz daha dikkat edilmesi lazım diye düşünüyorum, iyi ki varsın, iyi ki yazıyorsun hocam.
azraille düello | hanna

Hanna'nın yazdığı öykülerde ki acı çeken karakterlerden biri daha ve şaşırtıcı bir son. Açıkcası öyküyü okurken kendimi benzer bir sona hazırlamıştım, öykülerinde belli bir seviyeyi tutturabilmiş bir yazar. Yazılanları okurken bir kez daha hatırlıyoruz hepimizin peşinde bir gölge olduğunu.

Keskin bir giriş ve okuyanın sorduğu ilk soru: kasem kim?;
'...kahretsin dedi arabasını durdurdu ve hızla indi. yatan adamın yanına giderken gözlerine hücum eden yaşları elinin tersiyle sildi. dudaklarından dökülen ilk kelime 'kasem' oldu.'

Merak biraz daha artıyor;
'...unutacak kadar bile vakit yok. beni affet.'

Ve sonuç, en azından ben öyle zannediyordum;
'...ama sana aşık olacağımı bilmiyordum seher. inan bana, bilmiyordum. biz ölümlülere aşık olamayız ki.'

işte yazarın öykülerini güzelleştiren sonlardan biri daha;
'...birkaç saniye sonra genç kızın cansız bedeni yemyeşil çayırın üzerine düştü ve simsiyah kanatlar göğe yükseldi. uçlarından kan sızıyordu.'

Dini motiflerle süslü bu öykü,Ramazan münasebetiyle daha bir anlamlı olmuş.
Naçizane görüşüm: 'Kasem' kelimesinin anlamı açıklanmayıp, bunu bulmak okuyucuya bırakmak daha hoş olurdu.
Öykünün en göze batan yeriyse;
'...genç kızın alelacele park ettiği arabadan pink floyd'un sorrowu duyuluyordu.' cümlesiydi, böylesine bir öykünün uhrevi havasını hafiften bozmuş bu cümle.

Mürekkebinin tükenmemesi dileklerimle, hayal dünyana sağlık Hanna.
benim artık umudum yok | efervesantadem

- samimiyet...

bu duygunun varolduğu her öykü etkiler beni. yazarın bir okuyucu olarak bana değer verdiğini ve gerçek düşüncelerini, duygularını, yaşanmışlıklarını, kahramanları aracılığı ile ya da doğrudan kendisi olarak benimle paylaşmakta olduğunu gösterir.

bir dost sıcaklığında geçer sohbetlerimiz; o anlatır, ben düşünürüm. kimi zaman, bir ayna gibi benim yaşamımdan da kesitler aktardığı olur. kısacası sıcaktırlar, hoşturlar ve çoğunlukla okuyana ait de bir şeyler barındırır anlattıkları.

o denli samimidir ki; neredeyse fetişizme varan anlatımlarının altında hiçbir kötü niyet görmez, aramazsınız;

"...göğüs görmek istiyordum. göğüs derken bildiğin meme yani. kız memesi. dergilerde, vhs videolarda ya da küçüksu plajında gördüklerim gibi değil. ben bana ait olan bir çift meme görmek istiyordum. bir kız olacak, benle sevişmek isteyecek ve memelerini bana gösterecek. hatta dokunabileceğim. ucunu değil de daha çok bu alt tarafında aşağıya doğru olan bombeli kısmı varya işte ben oralarını avucuma almak eğilip de memeyi alttan öpmek istiyordum..."

kendini farklı ve üstün göstermek gibi bir niyeti olmadığı gibi korkularını, çekingenliğini ve hatta zayıflıkları olarak gördüğü yönlerini açık yüreklilikle paylaşmaktan çekinmez.

"...onu dışarıdakilerden koruyamamıştım. o her şeyini varlığını canını bana emanet etti ama ben sırtımı dönüp uyudum. bundan sonra ne yapsam vicdanım rahat etmeyecek. benden hesap soracak biliyorum. günü geldiğinde allah ona dil verecek ve o beni patisiyle gösterip şikayet edecek..."

öykünün geneline baktığınızda çok da etkileyici, merak uyandırıcı, heyecan verici şeyler yoktur fakat tüm sadeliği ve içtenliği ile bir yaşam bulursunuz onda; gerçeklerle çelişen hiçbir unsur içermeyen.

"...fakir değildik biz. yani her akşam evde yemek olurdu. hep giyeceklerim oldu. mutlaka bir çift ayakkabım vardı.akşam yemekden sonra annem çay demler daha sonra da tüm aile topluca onun soyduğu meyveleri yerdik. fakir olmamak başka bir şeydir, paranızın olması başka bir şey. bizim, paramız yoktu..."

bildiklerini duymak da zevk verir insana bazen. hele ki kahramanlarının yaşamında, kendi yaşamından kesitler de bulabiliyorsa, daha bir anlamlı olur okuyucu için, kalemden kağıda dökülen gerçekler.

kalemine sağlık efervesantadem; büyük keyif aldığımı söylemekle yetineceğim bu sıcak anlatımın ve belirgin samimiyetin için.
not defteri ve başlangıç | euzerque

felsefi söylemler içeren öyküler, çoğu kez okuyucunun yalnızca usunda şekillenen belirmeler yaratırlar. bunun temel sebebi, insan mantığını harekete geçiren ve onu, mantıksal yürütmelerle elde edilen çıkarımlara iten, nihayetinde ise belli sonuçlara ulaştıran bildik etkileridir.

bu tür söylemleri baz alan öykü kurgularında, salt mantığı dışında, okuyucunun duygularını da harekete geçirebilmek, diğer bir deyimle duygusal altlığını başarıyla doldurabilmek, yazarın bu husustaki becerisi ile mümkündür. aslına bakılırsa, teknik bir söylemin öyküleşebilmesi için bu bir gerek şarttır. aksi taktirde eser, öyküleşme sürecini tamamlayamadan teknik bir yazın olarak kalmaya mahkum olur.

yazarımızın burada, Edward W. Said'in "...Başlangıç yalnızca bir eylem türü değil, aynı zamanda bir ruh hali, bir çalışma şekli, bir tavır, bir bilinçtir..." söylemini baz aldığını ve öyküsünü bu söylem etrafında örgülediğini görmekteyiz.

okuyucu olarak, yukarıdaki söylemin adeta bir başlık halinde kullanımını ve yaşamsal eylemlerle desteklenmesini, olabildiğince sade anlatımlarla bekliyorken, yeni ve düşünmeye zorlayan felsefi ifadelerin devamı, kullandığı üslup itibarı ile yazarı oldukça farklı kılmış.

örneğin, iki olumsuz ifadenin ardı-ardına kullanıldığında okuyucu üzerinde yarattığı olumlu etkiden çok daha etkin ve değişik bir tat veren şu sanatsal ifade gerçekten takdire değer;

"...sayfanın üzerindeki yazıdan yansıyan bakışları ele veriyor onu. duyarsızlığa olan duyarsızlığıyla, okuyor..."

-dır, -dir ekleriyle bezeli, kibirli, geniş zaman tespit cümleleri kurmaktan kaçınan mütavazi bir kişilik, aşağıdaki ifadeyle ne de güzel betimlenmiş;

"...henüz geniş zamanlı eylemleri bulunan cümlelere hapsolmamış, şimdiki zamanın da olsa olsa rivayetine yer yer takılan bir varlık."

ve işte! çok başarılı bir tespit cümlesi daha;

"...okumayı yeni öğrenmiş bir çocuktan daha değerlisi varsa o da sanırım okumayı keşfeden genç..."

euzerque neredeyse bir a4 sayfasına sığdırdığı öyküsünde, vermek istediklerini, başarıyla ve sıkmadan okuyucusuna ulaştırabilmiş. ancak, üslubunda okuyucuyu yoran bir hava da yok değil. keşke, biraz daha sıcak ve anlaşılır ifadelere yer verebilseydi umarım, öyküsü çok daha geniş bir kitle tarafından algılanabilecek ve ilgiyle okunabilecekti.