bugün

deneme tarzi yazilariyla gönlümüze taht kurmus yazar..
yazdiklariyla dünyamiza kücük bir delikten sizan umut isiklari yayan,
hüznümüzle barismamiza, hatta hüznümüzü haylice eglenceli hale getirmemize olanak saglayan yazilariyla, gercek hayat dergisinde, yeni safakta yazan yazar..
hicbisey, günlerin gölgeleri, ruh yordami yazdigi kitaplardir..

"ne kadar azim.yollarda durup azimsaniyorum.azim saniyorum.vücudiyetim bahcelerdeki maydanozdan daha mi az önemli?ben öyle saniyorum..*"
" insanların yine kapılardan baktığı bir marttı.
doğuldu.
bir kere doğulunca ebenin ellerinden aşağı doğru sarkıtılmak kaçınılmazdı.
kaçınılmaz olmayan öyle başaşağı unutulmaktı.
mecburen...
o günden beri durmadan biriktirildi herşey.
şimdi o herşey sunuluyor size : hiçbişey. "

der hiçbişey kitabının arka kapağında.
kendisine ankara vadi kitabevinde hakan albayrak ya da nihat genç ile sohbet ederken görmek ve kitabını imzalatmak mümkündür.
artık -fotoğraflarıyla- istisnai.net'ten takip edilebilecektir.

http://www.istisnai.net/017/ozcan_foto.asp
çok iyi bir fotoğraf sanatçısıymış. *
http://www.istisnai.net/019/ozcan_foto.asp
babamdır. tıp doktorudur.
"bir kırlangıç bir elektrik direğine konar. bir görüşte sevdalanır elektrik direği kırlangıca. bir an sonra yerinde duramaz, uçar kırlangıç.
uçamadığını o zaman farkeder elektrik direği...

aşk kanatsızlıktır bazen.."
"insanların yine kapılardan baktığı bir marttı... doğuldu.. bir kere doğulunca,ebenin ellerinden aşağı doğru sarkıtılmak
kaçınılmazdı.. kaçınılmaz olmayan öyle başaşağı unutlmaktı... mecburen... o günden beri durmadan biriktirildi herşey...
şimdi o herşey sunuluyor size; hiçbişey....... "
hiçbişey --- gökhan özcan --- vadi yayınları
yenişafak'taki köşesinde zaman zaman okuma notları başlığı altında çeşitli yazarlardan alıntılar yapmaktadır.
onlardan beni en çok etkileyenlerden biri de...

--spoiler--
Bir gün bir çocuğa sormuştum, deniz neden tuzludur diye. Babası uzun bir sefere çıkmıştı. Çocuk hemencecik karşılık verdi: Deniz tuzludur, çünkü denizciler durmadan ağlarlar! Neden denizciler böyle çok ağlar ki! Çünkü, dedi, yolculukları bitmez... Onun için de mendillerini hep direklere asıp kuruturlar! Gene sordum: Ya niçin insanlar üzgün olunca ağlar? Çünkü, dedi, daha duru görebilelim diye gözlerin camını ara sıra yıkamak gerek!"

(August Strindberg/Düş Oyunu)
--spoiler--
şöyle buyurur ki;

--spoiler--
Hiçbir yere bakmıyormuş gibi görünen bir adam vardı.
Herkes kör olduğunu düşünüyordu onun.
O ise itiraz ediyordu buna:
"Ben kör değilim, sadece karanlığı eksiksiz görmeye çalışıyorum."
--spoiler--
(bkz: serçe parmağı) yazarı, ne güzel yazandır..
bugünkü köşesinde;

--spoiler--
vicdanların tedavülde olmadığı, nefislerin muhasebelerden azade bırakıldığı, insanlığın frenlerinin boşa alındığı tuhaf bir zamandayız. başkalarının kötülükleriyle meşguliyeti alışkanlık haline getirdik. kitlesel mahkemeler kuruyor, günah keçileri bulup ortaya sürüyor, lanetleme ayinleri düzenliyoruz. her yanı sarmış bir bozulmanın suçunu, ayıbı aşikâr olmuş üç beş zavallının üstüne yüklüyor, öfkelerimiz ve nefretlerimizle kıyasıya dövüyoruz onları. aramızdan üç beş tane kötü bulup çıkarabilirsek, hayatımızın bütün kiri onlarla birlikte akıp gidecek, varlıklarımız steril hale gelecek sanıyoruz. üç beş kişinin günahı bütün bir hayatı kirletemez oysa. hayatımız o kadar çok yerinden çürümeye başladı ki artık, bu suçu ancak hep birlikte işlemiş olabiliriz.

--spoiler--

demiş yazar.
--spoiler--
kalbin doğruları, aklın yanlışlarına galebe çalar.
bu heyecan, bu akıl almaz körlük, bir koşuya sürükler bedenimizi.
bağrımıza saplanan gerçeklerle uyanırız.
böyle günler, uygun değildir aslında sevmeye.
ama severiz.

--spoiler--
21. yüzyılın imkanları arasında kendini kaybeden çoğunluktan biri olmayan, yaşadığımız yüzyılın yabancısı yazar. işte bu adamı bu yüzden seviyorum! bugünkü yazısı için buyrun:

--spoiler--

Her şey tamamsa, neden eksiğiz?

Evin hayatı "dışarı" ve "içeri" diye ikiye ayıran duvarları var. Kapısı ve pencereleri... Soğuğu ve sıcağı katlanılabilir dereceye getiren birtakım cihazlar... Mobilyalar sonra; oturulan, yatılan, üstünde yemeklerin yendiği, misafirlerin ağırlandığı, zevkli ya da genellikle zevksiz, gözü yoran, yeri daraltan, sıkıştıran, sanki biz farkında olmadan habire çoğalan bir sürü dekoratif yalan dolan... Dolaplar dolusu giysi... Ceketler, pantolonlar, kazaklar, gömlekler, çamaşırlar ve çoraplar... Kat kat, renk renk, desen desen, az giyilen, çok giyilen, sevilen, bir türlü sevilemeyen, birbirine uyumlu, nasıl oluyorsa her şeye uyumsuz, modaya uygun ya da günü geçmiş bir sürü kıyafet... Hepsinin üstüne sinmiş bir şeyler var, hepsini ağırlaştıran... Yine bir sürü ayakkabı orada burada... ihtiyaç için ve ihtiyaç fazlası... Her ortama bir psikoloji, her psikolojiye bir kıyafet, her kıyafete bir çift ayakkabı... Kravat, eldiven, kaşkol, vs... içinde kaybolduğumuz bir giyinme dolambacı... Sonu gelmez bir edinme ihtirası... Bu arsızca düzeni ısıtsın, güzelleştirsin diye yine arsızca her yana serpiştirilen estetik eklentileri, makyaj malzemeleri... irili ufaklı vazolar, cam biblolar, seramik panolar, eski yazı örnekleri, ikinci sınıf yağlıboya tablolar, yalancı kır manzaraları... Evi olduğundan başka göstermeye yarayadığına inanılan bir yığın ıvır zıvır... Kütüphaneler dolusu kitap, herşeyle ilgili ve bu yüzden hiçbir şeyle ilgili değil... Edebiyat, şiir, felsefe, sosyoloji, din, kişisel gelişim, zihinsel sağaltım, düşünsel vasat, ortalama duygular, tüketici eğilimleri, arz ve talep, karikatür ve istatistik, mürekkep, cilt, tutkal, ahşap, beton... Her odaya bir televizyon, her televizyona 24 saat akaduran film şeritleri... Cinayet çözümleri, suç yeri analizleri, duygusal saplantılar, romantik tümevarım, akustik tümdengelim, hayat hakkında söylenmiş intibaı verilmiş çuvallar dolusu gevezelik... isterseniz HD, isterseniz 3D, hemen şimdi seyredin ya da saklayın sonra döne döne seyredin, yeter ki kaçırmayın kıvamında lüzumsuzluklar... Etrafta gürültülü gazeteler, uyuşmuş dergiler, alışveriş asidi salgılayan renkli broşürler... Çekmecelerde sıkıcı faturalar... Cüzdanlarda doğurgan kredi kartları, bankamatikler... Artık kendi kendine konuşmaya başlayan telefonlar, tabletler, dizüstüler, masaüstüler, kafaüstüler... Video oynatıcılar, müzikçalarlar, ev sineması sistemleri, sağır edici hoparlörler, birer sürüngen olarak evdeki bütün prizleri kendi aralarında paylaşan vampir karakterli şarj cihazları... Kağıt parçalarında, word dosyalarında, kısa mesajlarda, ajanda aralarında, altı çizili satırlarda, okunmuş, beğenilmiş, kesilmiş yapıştırılmış, paylaşılmış unutulmuş bilumum bilgelik attırmaları, söz kolajları, abartılı bir gayretle üstümüze bir parça hayat eklemeye çalıştığımız alıntı, çalıntı, çırpıntı lafazanlıklar... Küçükler için oyuncaklar, büyükler için oyuncaklar... Bir sürü kanun hükmünde eşya, bir sürü olmazsa olmaz kalabalık, bir sürü vazgeçilemez fuzûliyat...

Evde bir çok şey var.

Evde çok şey var.

Bir tek şey eksik ama sanki, bu kalabalığın içinde bir tek o yok.

Ve sanki onun yokluğu her şeyi anlamsızlaştırıyor.

Olmayan nedir?

Yokluğunu hissediyor ama adını koyamıyoruz.

Sadece şunu biliyoruz: Evde ne yoksa, içimizdeki boşluğu o büyütüyor!

--spoiler--
Kelebek sıtması'nı okumayanlar için;

"ölürdüm. inan ölürdüm. gözlerime hiç yağmur damlası düşmese ölürdüm. kelebekler ağlamasa ölürdüm. ölürdüm gemiler denizin üstüne beyaz köpüklü kahkahalar çizmese. ölürdüm uçurtmalar poz vermese şehrin engebeli serinliğinde. yanımdan gülücüklü çocuk oyunları geçmese ölürdüm. ölürdüm sen aklıma gelmesen. içimde kanat çırpmasan kelebeğim. ölürdüm bir fırsat yakalasam efkarlı bir gecede. bir an bulsam zembereği kırılmış kaçmazdım. hemen oracıkta ölürdüm... hey!... ölümlüler!... fırsatlar ülkesinin ölümlü ve gülünç yolcuları!... mola sandığınız bu küçük titreşim hayatın ta kendisidir. onu sımsıkı tutun. onu içinizde sımsıkı tutun, koruyun. onu kendinizden koruyun. sonsuz ışıltısı yanıltmasın sizi. bu kıvılcım kutudaki son kibrit tanesi... onu elinizden kaçırmayın. çıkamazsınız bir daha asla içinizden. bir daha görünmezsiniz aynalarda. dökülür sırlarını. dökülür bir ana denk düşen asırlarınız. dökülür hüzünleriniz ve gözyaşlarınız ellerinize... kelebeklerin de böyle güzel elleri olur muymuş canım? böyle de güzel gülünür müymüş? havalara atılıp dünyalar; böyle de zıp zıp zıplatılır mıymış? türküler de sarhoşluk verir miymiş adama? adamı zıvanadan çıkarır mıymış? başını da belaya sokar mıymış? adamın numaralarla arasını bozar mıymış? adamı her şeysiz her şeysiz ortalıkta bırakır mıymış? bu nasıl kelebekmiş böyle canım? kelebekler adamın canını acıtır mıymış? adamın canını acıtır
mıymış?.... ellerim çarpıntıların minicik ömürlerine şerh düşüyor durmadan. rötuşlu resimlerim canımı acıtıyor. kahretsin çok iyi görünüyorum yine. flaşlar patlıyor ve kahretsin iyi ve yapayalnızım yine. dokunamadan
hiçbir şeye...

kanatlarına dokununca uçamazmış kelebekler doğru mu? renkleri dökülürmüş çiçeklerin üstüne. söyle doğru mu uçamayınca öldüğü kelebeklerin? doğru mu ellerinde üşüyen bu kimsesizlik? gözlerine inen buğu, içini titreten uçma korkusu. haydi durma kelebeğim ellerimi tut!... haydi yüreğime bas!... haydi kapat gözlerini!... haydi beni iterek sıçra!... uç…

uç...
uç...
unuttun mu? hani toplatıldı ya insanların kanatları… hani uçmalar kaldırıldı ya…. hani birbirini yiyor ya dünya… hani kan gövdeyi götürüyor ya… hani insanlar görmüyor ya birbirlerini… hani gözleri bozulmuş ya yüreklerinin… hani saçak altlarında birileri içlerini çekiyor da duymuyoruz ya… hani karlı dağlar geçit vermiyor ya… hani elimizden bir şey gelmiyor ya… hani donmuş gibiyiz ya yüzyıllık bir soğuktan… hani ağlıyoruz da gözlerimizde yaş birikmiyor ya… hani ölüyoruz da hayat başımızdan gitmiyor ya… hani seviyoruz da ellerimiz yaşamaya yetmiyor ya… hani yetmiyoruz ya birbirimize…
yetmiyoruz ya kendimize... senin dünyamı değiştiren bir başkalığın var kelebeğim.
senin avuçlarıma
beyaz
bir
güvercin
gibi sığınan küçük güzel ellerin var. senin beynimi ürperten bir sessizliğin var. bazen bir kor yumağı gibi içime düşüp ıssızlaşıyorsun. bazen kendine kıvrılıp koskoca bir yokluk oluyorsun. bazen biriktirilmiş bütün kelimelere sağırlaşıyorsun. duymuyorsun. hey!... hey!... kelebeğim!...

hey!..ses, üşür. aşk, çift kişilik bir yalnızlıktır. hayat, ölüme ulanmış tiz bir çığlık… ölüm, ışığı kemiren kör bir karanlık… sen, her yeri kaplayan ince bir serap… ben, küçülüp azalan bir kum tanesi... kelebeğim, kaç kum tanesi var dünyada biliyor musun? peki kaç yıldız var gökyüzünün karanlık perdesinde? kaç çocuk sesleniyor içinden annesine? kaç hayat çağırıyor kollarını açarak bizi? kaç ölüm gözlüyor yolumuzu? kaçı beni bekliyor bilmecelerin? kaçı bekliyor seni? kaçı bekliyor
ikimizi... doğmayacak bir çocuğu bekliyor kimi kadınlar. gelmeyecek bir gemiyi bekliyor kimi adamlar. büyümeyi bekliyor kimi lanet çocuklar. cinnetlerini bekliyor kimi soğuk kanlı deliler. ölüme çare bekliyor kimi yüreksiz doktorlar. hayata çare bekliyor kimi yürekli şairler. ben seni bekliyorum. bir tekerleği çevirerek yeryüzünün patikalarında. sabırsız bir idam mangası beni bekliyor
kapımda... kelebekler hangi kapılardan geçerek geliyorlar dünyaya? yaşlı bilge kadınların doğru mu ipeksi masalları kelebekler hakkında? aynı gizemli tomurcuktan mı çiçekleniyor senin ipeksi beyazlığın? hangi çağlayandan dökülüyor sesin? hangi sura üflüyor nefesin? hangi bilmediğim kıyamettesin... bilinmeyen ne kaldı ki dünyanın köpüren dosyalarında: arz talebi yaratır… elmanın yere düşmesini sağlayan yerçekimi kanunudur… ısınan hava genleşir… vatan kutsaldır… demokrasilerde çare tükenmez… insanlar tükenir kelebeğim. sararmış çınar yaprakları gibi dökülürler ağaçlardan tek tek. insanlar koca adamlar gibi konuşan küçük çocuklardır aslında. gözlerine okyanus doldururlar. ceplerine gökyüzü… insanlar kafalarındaki yılanlar tarafından kemirilirler. insanlar kendi sorularından vurulurlar……

soru bir: alinin biri. bakkaldan üç yumurta, bir ekmek ve bir karanfil alırda unutur mu her şeyi?

soru iki: ayşenin biri. sınavı geçmezse yine de ağlayabilir mi günbatımında?

soru üç: adamın biri, hiç nota bilmeden aşık olabilir mi?

soru dört: kelebeğin biri, birgün konar mı sıtmalanan yüreğime? hepimiz kendi rengimizin peşindeyiz, değil mi kelebeğim? hepimiz bir ipin ucundan çekiyoruz değil mi? bazen kendimizden geçiyoruz değil mi, bazen birbirimizden? bazen de içimiz sıkılıyor değil mi, vazgeçiyoruz...

yürümekten...
yürüdükçe uzuyor dünyanın boyu. yürüdükçe artıyor mesafeler. yürüdükçe bir yere gitmiyor ayaklarım. yürüdükçe daha çok kanıyor dizlerim. yürüdükçe genişliyor titremelerim. yürüdükçe çoğalıyor içimde bir kelebek sıtması. yürüdükçe takılıyorum tarihimin değişmez engeline: yorgunum…

yorgumum çok... ne çok çiçek var, ne çok renk, ne çok koku, ne çok uzanış güneşe doğru, ne çok türkü var sevdalı, ne çok şiir acılı, ne çok kumdan kale var, ne çok sarı saçlı çocuk, ne çok ev var sarmaşıklanan, ne çok ıslık, ne çok film var, ne çok figür, ne çok zaman var kelebeğim, ne çok zamansızlık... saatim beşi dalga geçiyor sanırım. sanırım su geçirmiyor saatim. sanırım ayrılığı saklıyor akrep, sanırım sevdadan yana yelkovan. sanırım her şeyi aklından geçiriyor saatim. sanırım
üzmüyor beni….üzülme kelebeğim. bugünü atlatırsak… yarın diye bir şey yok! üzülme kelebeğim… bir yıldız kayar kimsenin bilmediği. üzülme kelebeğim… ağlarken duyulmaz sesim. üzülme kelebeğim… korkarım yükseklerden. üzülme kelebeğim… kalır yalnızca güzelliğin... allahım ne güzel uçuyor bu kelebek böyle!

allahım

bitiyor
kelimeler"
serçe parmağı okunulası bir kitaptır. eli öpülesi bir yazar, gönül insanı.
yine yapmıştır yapacağını: http://yenisafak.com.tr/y...esinden-secmeler--1/35585

hele şu kısmı yok mu:

"22 Şubat... Bugün bahçede bulduğum bir kaplumbağayı hayrına hızlı trene bindirdim. indiğimizde gözlerimin içine bakarak minnetle, "inanın artık benim için hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!" dedi."
yine güzel bir anlatımda bulunmuştur: http://yenisafak.com.tr/y...can/incir-cekirdegi/38341
sinemaya inanan en derviş adamlardan.

--spoiler--

bir şey çekeceksem; "yazık oldu çekemediğim bütün o filmlere" diyerek ah çekerim en fazla.

--spoiler--
müthiş bir yazısı için;

http://yenisafak.com.tr/y...ddini-bilen-pencere/41654
akarsu şırıltısı gibi yazan bilge adam. anlayışsızlık,nobranlık ve taassup çölünde bir vaha gibi. uzak da gelse bir şeylerden bıktığınız zaman üşenmeyin o hikaye anlatıcısının yanına gidin. hep orada ve hiç de kötü şeyler anlatmıyor.
yeni şafak'ta* yüreklere dokunan yazılar yazar.
nam-ı diğer; sarışın evliya.

edit: imla
muhteşem benzetmeleri olan kitapları bir solukta su gibi akıp giden yazar.
farklı türlerde kitap yazması beklenilen aynı zamanda.
Şöyle bir yazısına rastladım sabahın bu aylaklığında.

--spoiler--

Yan yanayız.

Yalnızız…

Ve dünyanın ortasında…

Kalabalıktan örülmüş bir dairedeyiz.

Tutsağız; kalabalık bir dairede hiçbir şey görmeden dönüyoruz.

Yan yanayız.

Yakında.

Ve en uzaktayız.

Bütün mumları söndürüyor öfkelerimiz, bütün sözleri korkutuyoruz.

Sabahla akşam arasında bir sarkaç edilgenliğiyle sallanıp duruyoruz.

Konuşuyoruz, duymuyoruz; duyuyor, konuşmuyoruz.

Yan yanayız.

Konuşkanız.

Ve ıssız…

Bütün dalgalara dayanacak denli yalçın zannediyoruz göğsümüzü.

Bütün rüzgarlara karşı duracak kadar sağlam bastığımızı düşünüyoruz toprağa.

Bütün acılara yetecek sabrı kendimizle birlikte büyüttüğümüzü öngörüyoruz.

Oysa gerçek kurgusundan şaşmıyor.

Yakamozlar doğuyor, kırılıyor ışıklarımız.

Fırtınalar kopuyor, sönüyor ocaklarımız.

Sabrımız eriyor, kırılıyor hayallerimiz.

Yaşadıkça örseleniyor, örselendikçe eskiyoruz.

Yan yanayız.

Alabildiğine cesur.

Ve kırılgan…



Aslında hepimiz birbirimize benziyoruz.

Ve aslında hiç birimiz benzemiyoruz birbirimize.



Aynı dili konuşuyor ama aynı cümlelerde buluşamıyoruz.

Bedenlerimiz birbirine benziyor, gölgelerimiz benzemiyor.



Yan yanayız.

Herkesiz ve hiç kimseyiz.

Hiç kimse ve herkes…



Su üstündeki yazılar kadar ömürlü bizim hayatlarımız.

Küçük bir kıvılcım gibi görünüp kayboluyoruz.

On yıllar içinde küçük bir iz, yüzyıllar içinde hiçiz.

Sanki bir tohum yeşerip filizleniyor.

Sanki bir filiz serpilip gövdeleniyor.

Sanki bir gövde kocayıp vâdeleniyor.

Her şey iki perde arasında bitiyor.

Yan yanayız.

Burada.

Ve hiçbir yerde…



Doğduğumuzda milyonlarca dakika veriliyor elimize.

Yaşadıkça kayganlaşan milyonlarca dakika ile baş başa kalıyoruz.

Dakikalar eksildikçe biz biraz daha çaresizleşiyoruz.

Ne kadar ayak diresek de bu çılgın yok oluşu durduramıyoruz.

Korkuyoruz.

Ve yan yanayız.

Şimdi.

Ve hiçbir zaman…
--spoiler--
Köşe yazılarını deneme tadında yazan, kalemi her daim yüreğe dokunan sarı derviştir.

--spoiler--
iyimserliğimiz gizlenemez hale gelen kofluğumuzu dikkatlerden kaçırabilmek için... Kötümserliğimiz, her yanımızı saran işgali püskürtmeye artık gücümüz yetmediğinden...
--spoiler--