bugün

entry'ler (25)

kemal sunal ın yadigar ejder in ölümüne yol açması

Külliyen yalan bir iddiadır. Bahsedilen kilyos'taki çok soğuk, karlı bir havada çekilen yağlı güreş sahnesi 1982 tarihli doktor civanım filmidir. yadigar ejder ise 1982 tarihinden öldüğü 1992 yılına kadar 28 tane filmde oynamıştır. bu filmlerden 3 tanesi de kemal sunal ile birlikte oynadığı Kılıbık (1983), Şaban Pabucu Yarım (1986), ve Tarzan Rıfkı (1986)'dır. Dolayısıyla yadigar ejder kemal sunal'la tartıştıktan sonra hiç iş alamamıştır iddiası biraz atmasyon niteliğindedir.

tabi ki yadigar ejder sefalet içinde, yoklukla savaşırken kötü bir şekilde can vermiştir. ancak bunun faturasını saçmasapan bir iftira ile sadece kemal sunal'ın üzerine yüklemek de ayıptır.

1982'den sonra yadigar ejder'in oynadığı film listesi:

Dalgacılar 1992
Ula Ula Niyazi 1991
Canımdan Can iste 1989
Tecelli 1989
Sen Benimsin 1988
Vahşiler 1987
Otobüs Yolcuları / ihsaniye - Karasu 1987
Bela 1986
Tarzan Rıfkı 1986
Balta 1986
Kıratlı Süleyman 1986
Ninja Gece Savaşçısı 1986
Size Selam Getirmişem 1986
Tokatçılar 1986
infilak 1986
Beyoğlu'nun Arka Sokakları 1986
Kanun Adamı 1985
Gariban Beşler 1985
Şaban Pabucu Yarım (Salimin adamı) 1985
Gırgıriyede Büyük Seçim 1984
Belalı Fedailer 1984
Sevdalı 1984
Zalim Dünya 1984
Kılıbık 1983
Gırgıriyede Cümbüş Var 1983
Toprağın Kanı 1983
Baş Belası 1982
Dünyayı Kurtaran Adam (Yaratık) 1982

ortacaga karanlik diyen zihniyet

(bkz: ortaçağa karanlık diyen zihniyet)

iüif

(bkz: istanbul üniversitesi iktisat fakültesi)

sencer divitcioglu

(bkz: sencer divitçioğlu)

feridun yılmaz

Benim mezun olduğum yıl ders vermeye başlayan entelektüel insan. Kendisine bilim adamı diyemem, çünkü bu tanımdan da pek hoşlanacağını sanmıyorum. Zira feridun hoca, bilim dediğimiz alanı bile sorgular ve pozitivist dayatmalara kuşkuyla bakar.

eski rektör ve şürekası sayesinde, doktorasını tamamladıktan sonra 5 yıl kadar kadro alamamıştır feridun hoca. sonra zaten kendisi de öyle olmaz böyle olur diyerek doğrudan doçent unvanını kazanmıştır. akabinde de bir kaç yıl sonra profesörlük.. hocanın akademik unvanlarla alakasının olmadığını biliyorum ama bir nebze de olsa akademik özgürlük, düşünebilme ve fikri ürünler yaratabilme hürriyeti ve mesleki güvence de bu unvanlarla beraber kazanılıyor.

iktisat metodolojisi, iktisat felsefesi velhasıl iktisadi düşünce; feridun yılmaz hocanın akademik birikimini şekillendiren konulardır. feridun hoca'dan ders dinleyememiş olmak, içimde büyük bir uktedir. benim gözüm mezuniyetimden sonra açıldı. eğer ondan ders alabilmiş olsaydım, merak okyanusuna daha öğrencilik yıllarımda girmiş olacaktım.

onunla şimdi veblen'den, menger'den, methodenstreit'tan, tarihçi okuldan konuşabilmeyi o kadar çok isterdim ki.

reflection

(bkz: dusunum)

insan haklari kisvesi altindaki ikiyuzluluk

evet var böyle bir ikiyüzlülük ve tüm pişkinliğiyle her an gündemde. bu riyanın altında yatan en önemli nedenler ideolojik ya da dinsel saplantılar; ezcümle islamiyete, hristiyanlığa ya da başka bir dine karşı körü körüne bağlılık ve cemil meriç'in ifadesiyle izm'lerin idrakimize giydirdiği deli gömlekleri olan ideolojik bağnazlıktır. mezkur nedenler bizi fütürsuzca, insan hakları karşısında ikiyüzlü olmaya sevkediyor. bu riyakarlık, sanmayın ki sadece ülkemizde var, şöyle bir kafamızı kaldırıp bakalım isterseniz:

bu ikiyüzlülük; filistin'de müslüman insanlar ölürken gösterdiği hassasiyeti, 11 eylul faciasında ya da istanbul'da sinangog bombalandığında aynı tepkiyi göstermeyenlerin hatta "oh iyi oldu" diyenlerin ikiyüzlülüğüdür.

bu ikiyüzlülük; dinlerarası diyaloglardan, medeniyet uzlaşılarından bahsederken; islam dininin peygamberine, en aşağılık biçimde hakaret edilmesine, saçma sapan karikatürlerle ona saldırılmasına izin verenlerin ikiyüzlülüğüdür.

bu ikiyüzlülük; hapishanelerde ölüm orucundaki pkk teroristlerini gazete köşelerinde canhıraş savunurken, güneydoğuda pusuya düşen, mayına basan askerleri atlayıp görmezden gelenlerin ikiyüzlülüğüdür.

bu ikiyüzlülük; asala da bizim diplomatlarımızı katletti biçimindeki ad hominem bahanesiyle, hrant dink'in ölümüne içten içe, sinsice sevinenlerin ikiyüzlülüğüdür.

bu ikiyüzlülük; çeçenistan'da, ırak'ta türkmenler öldürülürken çıtını dahi çıkarmayanların, kerkük'te kardeşlerimize bir saldırı olursa bunu diyarbakır'a yapılmış sayarız diyenlerin ikiyüzlülüğüdür.

bu ikiyüzlülük; bosna hersek'te savaş en rezilane haliyle yaşanırken müdahale etmeyip sadece seyredenlerin, petrolun yüzü suyu hürmetine dünyanın diğer bir ucuna demokrasi götürmeye yeltenenlerin ikiyüzlülüğüdür.

evet bu ülke asala'yı da gördü ama bu ülkede bir artin penik ile hrant dink de yaşadı. bu ülke pkk'yı da yaşadı, hala yaşıyor ama o bölge; bugün hala orada huzur isteyen vatandaşlar sayesinde tahriklerden münezzeh kalmayı başarıyor..

insan haklarını özellikle başat hak olan yaşama hakkını savunurken kendimizi veya tepkilerimizi bir etnik grup, bir dini grup ile sınırlamaz isek ortada bu ikiyüzlülük de olmaz diye düşündüm hep...yani özetle tutarlı olmak, asgari müşterekimiz insan olmakta buluşmaktır.

tenakuzlarla, riyalarla dolu bir insan hakları savunuculuğu, bu unsurları içinde barındırdığı nispette de inandırıcı ve samimi olmaktan uzaklaşıyor..bize ise "al gözüm seyreyle" demekten başka bir seçenek kalmıyor..

bipolar bozukluk

isminden de anlaşıldığı gibi bu bozukluk iki dengeli bir durumu işaret eder, bu hastalık kişinin depresif ve manik kutuplar arasında davranışlar gösterdiği bir sinir hastalığıdır.

bilim dilindeki adı bipolar bozukluk olan hastalığın, halk arasındaki bilinen ismi ise manik depresiftir. bu psikolojik maraza yakalanan hiçbir insan hastalığını kabullenmez, bu durum da onların tedavi sürecinde büyük olumsuzluklar yaratır.

düşmanımın bile yakalanmasını arzu etmeyeceğim nitelikte psikolojik bir vakadır. hastanın manik atakları bertaraf edilemediğinde, fiziksel ve zihinsel olarak tükenme başlar..

detaylı bilgi için:

http://www.e-psikiyatri.c...polar-beynin-icinde-31961
http://www.psikonet.com/konu.asp?kid=160

sencer divitçioğlu

iüif'nin akademik ve politik açıdan en debdebeli döneminde görev yapmış iktisat hocasıdır. iüif ni bitirdikten sonra doktorasını paris'te yapan divitçioğlu, marksist literatüre oldukça hakim bir akademisyen olarak nitelenebilir.

o da dönemin diğer solcu fikir adamları gibi maddeci tarih yorumlar üzerinden çalışmalar yapmıştır. tarih gözlemlerinde ekonomi-politik olgusunu asla göz ardı etmez, bu da onu iktisatçılar arasında özel bir yere koyar; zira ekonomiyi politika üzerinden, politikayı ekonomi üzerinden okumak bir sosyal bilimci için son kertede önem arzeder. dolayısıyla divitçioğlu uzmanlaşma fetişizmine kapılmadığından yani, bütünlüklü bir perspektif sahibi olduğundan takdire şayan bir akademik figürdür. ancak o da marksist metodolojinin altyapı-üstyapı ayrımıyla birlikte gelen, aşırı somutlamacı tutumundan kurtulamamıştır....

(bkz: emek deger teorileri)
(bkz: atüt)

eserleri:

Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu / Marksist Üretim Tarzı Kavramı
Ortaçağ Türk Toplumları Hakkında
Das Kapital Üstüne Çeşitlemeler
Değer, Üretim ve Bölüşüm
Asya Tipi Üretim Tarzı ve Az-Gelişmiş Ülkeler

sıradan biri olduğunu fark etmek

garip bir biçimde insanı sıradan biri olmanın dışına çeken eylem. zira sıradan insanlar sıradanlıklarını asla farketmez, hadi oldu da farketti diyelim bundan asla gocunmaz bilakis bunu bir övünç kaynağı yaparlar.

(bkz: siradan insanlarin dayanilmaz rahatligi)

olumu anlayabilmek

imkansız olandır.. ölümü tatmadan anlama çabaları beyhudedir, anladığımızda ise anlatamayacağımız tek şeydir.
zira, "O geldiği zaman, sen gitmiş olacaksın."*

kapitalizmin sanatciya olan yaklasimi

kapitalizm de evet doğru, sanatçı kendi haline bırakılır ve o da işini yapar. örneğin bir müzisyen açısından bakarsak; kapitalizm, eğer bu sanatçının albümü, sahnesi iş yapıyorsa, para kazandırıyorsa onun yanında olur. onu sever, kollar, servet ve şöhret ile taltif eder.

diğer taraftan sesi harikulade olan ya da birden fazla enstrüman çalabilen ve çaldığı bu enstrümanlara hakim, müzik bilgisi üst düzeyde bir müzisyen, sınırlı sayıda bir kitle tarafından takip ediliyorsa, albümleri satış rekorları kırmıyorsa, konserlerini onbinler izlemiyorsa, kapitalizm onu meşhur serbest rekabet piyasası içinde barındırmayacak, çünkü kendisi para kazanamaycaktır. dolayısıyla, kazandığın para kadar konuşabildiğin bu düzende yetenekli bir sanatkar olmanın da kapitalizm açısından hiçbir anlamı yoktur.

misal erkan ogur kapitalizmin hiç sevmediği türden bir sanatçıdır, kasedi çok satmaz, konserine onbinler gitmez ama erkan oğur başlığının altına yazılanlara bakarsak kapitalizmden daha çok sevildiği ortaya çıkacaktır.

kapitalizmin sanata olan yaklasimi

meta fetişizmi ile örtüşen bir yaklaşımdır. kapitalizme göre sanat da metadır. eğer ki maddi, parasal anlamda bir neticesi yoksa sanatın da değeri yoktur.

famous blue raincoat

sözlerindeki güzellik bir tarafa da, leonard cohen şarkıyı öyle içten, öyle sakin, öyle yavaş söyler ki, bu esnada cohen'in hüznü inceden inceye içinize işler ve solistlik işte böyle bir şey olmalı dersiniz...
zira sesin ve dinleyenin arasına başka hiçbir şey giremez cohen'de. famous blue raincoat da işte böyle bir şarkıdır. "cohen sesi ve sen" ötesi yok...

comfortably numb

sadece david gilmour'un muhteşem solosu ile değil, arka fonda Roger Waters'ın çaldığı enfes bas gitar perkusyonları ile de hayran bırakan bestedir. bu şarkıyla pink floyd'a olan saygımız da, sevgimiz de tepe noktasına ulaşır, orada kalır...

pierre van hooijdonk

koyu bir fenerbahçeli olarak benim de çok sevdiğim ve beğendiğim bir furbolcudur. ancak, ona turkiye'nin gelmiş geçmiş en iyi yabancı futbolcusu demek biraz yürek ister.

(bkz: gheorghe hagi)

orta çağ

batı uygarlığının simgesi olan avrupa, ortaçağ'ın derin ve uzun tarihinde yavaş yavaş gelişmiş, rönesans ve aydınlanma gibi fikri ve sanatsal devrimleri yine bu çağın ortaya çıkardığı kentlerde, kent kültürü içerisinde yaşamıştır.

o dönemde kilisenin öğretilerinin dışında bir fikir beyan etmek sapkınlıktır ve bu işin sonu engizisyondur. ancak insanlar bunu bile bile fikirlerini açıklamaktan yılmamış ve hep bir entellektüel mücadele içinde bulunmuştur, yani modern bir hayatı yakalamanın ilk bedellerini yine bu ortaçağ'ın insanları ödemiştir.

işte tüm bu bedeller ödendikten sonra cogito ergo sum
diyen insan, skolastik felsefenin tüm kilitlerini kırarak, newton, pasteur gibi bilim adamlarının önünü açacak yolun asvaltını yine bu karanlık denen ortacağ içinde atmıştır.

`avrupa bugün geldiği noktayı, ortaçağ'ın hayal dünyasına ve yaratıcı anlayışına borçludur. yoksa hastalıklar, çocuğa tecavüz, adam öldürmeler..gibi insanlık dışı olaylar dün de vardı, bugün de var, yarın da olacak. sakın kimse böyle olayları sadece ortaçağ'da oluyor zannedip, bugünü meşrulaştırmaya kalkmasın.

karanlık dediği ortaçağ'ı okusun araştırsın, öyle hüküm versin.

yoksa siz hala ortaçağ'ın istanbul'un fethi'yle mi kapandığını sanıyorsunuz.

(bkz: ortacaga karanlik diyen zihniyet)

ortaçağa karanlık diyen zihniyet

kapitalizmin yarattığı bilim çerçevesinden bakan, ortaçağ hakkında hiçbirşey okumayan ve ortaçağ'a ilişkin bilgisi engizisyon mahkemelerinden öteye gitmeyen, bugün gördüğü kötü bir olayı hemen "bunlar ancak ortaçağ'da olur" şeklinde yorumlayan zihniyettir.

bu zihniyetin; üniversite gibi, belediyecilik gibi varlığını bugünlere kadar sürdürebilmiş modern kurumların 11.yy-12.yy larda (yani ortaçağ'da) kurulduğundan haberi yoktur. kendi fikri sığlığını okyanus derinliği zannenden, herşeyin bir an içinde -sanki geceden sabaha- büyüyüp geliştiğini düşünen bu zihniyeti kant'a, voltaire 'e havale ediyor, sizleri mehmet ali kılıçbay'la başbaşa bırakıyorum. bakın kendisi ne diyor:

"tanınmayan, tanınmadığı için de kötülenen ortaçağ, emsalsiz bir düş alemine sahiptir. tanımadıkları bir hayvanı hemen öldürmek gibi ilkel bir reflekse sahip insanların çoğunlukta olduğu bir dünyada ortaçağ'ın da aynı muameleyle sıklıkla karşılaştığını görmek üzüntü vericidr, ama gene de anlaşılır niteliktedir. sade ruhlar karmaşaya tahammül edemezler ve zaten kendi küçük dünyalarının karmaşasını "karmaşa" olarak görmekle rahatlayan bu gibileri, tarih içinde başka kompleksler görmek istemezler. ve bundan da beteri, herkes kendi düşlerine hayrandır. milli piyangodan para kazanma düşleri görenlerin, ortaçağ'ın zengin ve yaratıcı hayal alemini algılamaları ve kavramaları beklenemez."

mehmet ali kılıçbay, "düşsel ortaçağ" (2001)

ayrıca (bkz: ortacag/@derkenar)

aşağıdaki entryler üzerine gelen edit: bu yazının yazarı ortaçağ'ın aydınlık olduğunu iddia etmemekte, sadece ona karanlık denilmesini eleştirmektedir. o sayılan berbat olayların bu çağda yaşandığını o da bilmektedir.

fakat bunların yanında bugunkü avrupa'yı oluşturan kurumsal, ilmi, sanatsal değerlerin, yani avrupa'yı avrupa yapan unsurların da bu dönemde yeşerdiğini naçizane hatırlatmak istemiştir.

tarih, asla siyah veya beyaz diye nitelenecek çağlar yaratmamıştır. lütfen tarihi görmek istediğiniz gibi değil, olduğu gibi anlamaya çalışınız..

mutluysanız mutluyuz felsefesi

hiçbir kavram üretmeyen, kavramları hep dışarıdan ithal eden benim canım ülkem, felsefeyi de bu şekliyle devşirmiş ve ona kendince anlamlar atfetmiştir. evet maalesef sorsan kimse eflatun'u, hegel'i, kant'ı tanımaz ama hep bir felsefeden bahseder. basketbolcuların bir hücum felsefesi, adanalı fatih terim'in de futbol felsefesi vardır.

ama gel gör ki benim türkiye'm lisedeki felsefe derslerini yasaklar, hatta burada birisi çok kitap okuduğunda aşağılanır filozof mu olacaksın diye, dünyada tek türkiye değil midir "çok okumak iyi değildir" şeklinde ahmakça bir vecize üreten ülke. okunmayan yerde hiç felsefe olur mu, olursa da otobüste olur.

neyse şimdi bana yine kızacaklar felsefe yapma lan sadede gel diye. velhasıl burası böyle işte futbolcunun, otobüscünün, şarkıcının herkesin bir felsefesi var. çünkü felsefeden anladığı bu, kendisine bir ehemmiyet katmak istiyor ya, ne yapsam ne yapsam derken, karakterinin hayattaki yansımasını felsefe olarak adlandırıyor. olmaz, hayır olmaz, olamaz felsefe sizinle yanyana gelemez, gelirse orada felsefe diye birşey kalmaz.

otobüs firmasının bile felsefesinin olduğu ülkede, iş okullara gelince felsefe öcü olur. otobüs firmasına, futbol takımlarına felsefe getireceğinize biraz oturun, okuyun, düşünün. mutluysak, mutluymuş hadi ya..

tıpkı alain'in dediği gibi "düşünmek mi istiyorsun, o zaman otur". yani otobüsle giderken, sahada koşarken düşünülmez..

mustafa kemal atatürk

kendisini ne zaman anlayacağız diye merak ettiğim, hiçbir üçüncü dünya ülkesi liderleri ile kıyaslanamayacak büyük lider, asker ve devlet adamı. max weber'in kavram dünyasından bir nitelemeyle karizmatik otorite.

evet biz atatürk'ü anlamadık, anlamamakta da hala ısrar ediyoruz. çünkü onu tanımıyoruz. onu yüceltmenin, onu günlük siyasete malzeme yapmanın onu tanımak veya anlamak olmadığını idrak edemiyoruz.

hele ki onu anlatma görevinin; atatürkçü düşünce derneği gibi, nur serter gibi kişi ya da oluşumlara düştüğünü görmek bana ızdırap veriyor umutlarım daha da tükeniyor.

dolayısıyla onu anlamak için öncelikli şartın "kemalist olmamak" olduğunu düşünüyor ve sözü merhum ahmet taner kışlalı hocaya bırakıyorum...

"evet, atatürk suçludur!.. eğer türk işçisi, batı' daki gibi, çocuk yaşta yeraltında günde 14 - 16 saat çalıştığı dönemler yaşamamışsa; bir oy hakkı için bile, fransız işçisi gibi, 59 yıl kanlı bir savaşım vermek zorunda kalmamışsa bunun suçlusu odur!
eğer türk kadını yasal olarak erkeğine eşitse, ''köle'' değilse, seçme ve seçilme hakkını, fransız kadınından bile önce elde etmişse; kadınlar bugün türkiye' de vali, bakan, başbakan bile olabiliyorsa bunun suçlusu odur!"

ahmet taner kışlalı, "kemalizm laiklik ve demokrasi" (1999)