bugün
- yaşı geldiği halde evlenmeyen insan9
- üniversiteye kızlar cinsellik yaşamak için gidiyor10
- kız kardeşini date'e hazırlayan abi14
- ellerim bos gonlum hos11
- kürdüm 5000 yıllık tarihim var var mı diyeceğin19
- gece dışarıdan gelen hav hav hav sesleri8
- an itibarıyla yazarların nerede olup ne yaptığı33
- amerika'nın icat ettiği bir şey söyleyin13
- geceye bir şarkı bırak8
- nervio abla20
- rusya nükleer güç kullanılır mı sorusu19
- gecenin şarkısı12
- yazarların çektiği çiçek fotoğrafları14
- insan olmaya ceyrek kala23
- hayatı seviyorum eylemleri14
- en son ne yediniz10
- doktorların hastalara sevgi göstermemesi22
- true'nin iki kadın arasında kalması16
- 200 tl lik banknot17
- hobileriniz10
- yüz yıkama jeli kullanan erkek21
- ak parti'nin gideceğini sanan enayi15
- namaz16
- 20 cm in üzerinde tam 4 saat zıplamak16
- anın görüntüsü11
- escortların tehlikeli olması17
- diana luna hekate8
- abdülkadir selvi21
- bulunduğunuz yerin hava durumu13
- sözlük yazarlarının akşam yemekleri8
- güzel erkek isimleri10
- türk sosyalizmi11
- true yi evlendiriyoruz13
- keçinin yediği ayet9
- hala akp ve mhp'yi savunan güruh10
- 21 kasım 2024 istanbul yağmuru10
- afad'ın başında tasavvufçu mahruki hapiste10
- akp belediyesinin 85 milyon liraya konser vermesi10
- mesajlaşılan kızın 30 yaşında nine çıkması15
- sana şimdi ne mesajlar geliyordur8
- bir kediye verilebilecek en güzel isim16
- kale3112 entry ni beğendi favladı14
- chatgpt ile yazarların görselleri11
- yenidoğan çetesi16
- 20 kasım 2024 nasuh mahruki'nin tutuklanması23
- derdini kimseye anlatamamak13
- yazarların ihtiyacı olan şeyler22
- sözlükteki ruh hastaları13
- seküler yaşamın faşist bakış açısı14
- esnaf enflasyon bahanesiyle vurgun yapıyor23
entry'ler (7221)
a.k. partisi'ne özgü bir şey değil bu; tarihin ve dünyanın bütün uzun süreli iktidarları benzer iddialarda bulunmuştur, bulunacaktır. iktidar süresi uzadıkça mantık daha da rayından çıkar.
yeni nesle ne mutlu ki "lamborgini çalışınca ürüne ürün katınca" diye kafa siken reklamlara maruz kalmadilar...
yeni nesle ne mutlu ki "lamborgini çalışınca ürüne ürün katınca" diye kafa siken reklamlara maruz kalmadilar...
Afyonkarahisar ne zamandir ayri yaziliyor acaba?
sinek bu küfrü duyduysa hala sağdır; yok hiç duymamışsa ölmüştür.
allah'in yarim asir boyunca ikna edemedigidir. o kadar evren, canli hayat, alem, vs. yarat, rahman ve rahim, ama 50 yasinda birini ikna edeme..
acizlik.
acizlik.
babayı dövmek 'yanlış ve doğru' gibi ne idüğü belirsiz kriterler icat eden etiğin değil, olsa olsa pratiğin veya adaletin konusudur. elbette bu konunun aktörleri sadece 'baba ile oğul'dur. bir baba kız arasında ya da oğul ile ana arasında böyle bir muhabbet dönmez.
eğer baba oğlunun 'yanlış yapmaması' adına kendi çocukluğunda yaşadıkları ve yetişkin olduğu zaman bulunduğu toplumda genel kabul gören bir nedenle dayak atmışsa, başka da bir terbiye yolu bilmiyorsa, ve oğul büyüdüğü zaman bunun ayırdına varırsa, sözkonusu dayak pratik nedenlerle uygulanmış, bir anlamda hem döven baba hem de dayak yiyen oğul toplumun kurbanı olmuş, ama oğul için belki de bir kazanım bile olmuştur. bu noktada oğul hem kendi yaşadığı tecrübeye bakar hem de kendisi yetişkin olduğu zaman toplumun genel kabul kriterlerini gözönüne alır, takdir eder ve kendi oğluna olan davranışını belirler. ama bu bağlamda yaslanmış ve görevini tamamlamış babaya dayak atmanın her halükarda pratik bir getirisi yoktur. çocuğuna dayak atmayı tercih etmesi ya da etmemesi muhakkak bir şekilde kendisi küçükken babasından yediği dayaklar ve bunların kendi üzerinde bıraktığı etkilerle alakalıdır.
eğer baba oğlunun 'hizaya getirilmesi' için hiçbir eğitim kaygısı gütmeden sırf kafasına estiği ve gücü yettiği için, yani oğlunun kendisini savunamayacak kadar küçük olmasının avantajı ile dayak atmışsa burada kısas adaletinin sağlanması için babası yaşlanıp güçten düşünce oğul intikamını alır, adalet böylece sağlanır. üstelik oğlun kendi yediği dayak herhangi bir eğitim kaygısı gütmediği için babasına atacağı dayağın da babayı o yaştan sonra eğitme gibi bir derdi aranmaz. zaten eğitim kaygısı bu senaryoda zurnanın son deliğidir. dolayısıyla kısasa kısas olur, hepsi o. kendini savunamayan bir çocuğu dövmekle kendini savunamayacak bir ihtiyari dövmek arasında nasıl bir mukayese ne gibi kriterlerle yapılabilir, bunlar sabaha kadar tartışılır ve mutabakata varılamaz. dolayısıyla kısasa kısas böyle durumlar için en kestirme dinamiktir.
bunun dışında, eğer baba oğlunu hiç dövmediği halde ilerde oğlu babasını döverse işte o zaman büyük soru işaretleri başlar: oğul hiç dayak yememiş olmasına rağmen hangi pratik ile bu şiddeti öğrendi? olayın arkasında neler var? ya da küçükken dayak yemiş olsa acaba böyle bir adaletsizliği yapmamayı öğrenmiş olur muydu? bunlar ilginç alanlar.
bir de ilahi veya evrensel adaletsizlik diye bir vaziyet var: babası tarafından çocukluğu boyunca sudan sebeplerle habire dayak yemiş bir evlat tam babası kıvama geleceği sırada babasını kaybeder ve kendi de hiç çocuk sahibi olmazsa, o yemiş olduğu dayaklar yanına kar kalır. burada ne pratik bir kazanım, ne de adaletin yerini bulması mümkün olmaz. saçmasapan bir tecrübe...
eğer baba oğlunun 'yanlış yapmaması' adına kendi çocukluğunda yaşadıkları ve yetişkin olduğu zaman bulunduğu toplumda genel kabul gören bir nedenle dayak atmışsa, başka da bir terbiye yolu bilmiyorsa, ve oğul büyüdüğü zaman bunun ayırdına varırsa, sözkonusu dayak pratik nedenlerle uygulanmış, bir anlamda hem döven baba hem de dayak yiyen oğul toplumun kurbanı olmuş, ama oğul için belki de bir kazanım bile olmuştur. bu noktada oğul hem kendi yaşadığı tecrübeye bakar hem de kendisi yetişkin olduğu zaman toplumun genel kabul kriterlerini gözönüne alır, takdir eder ve kendi oğluna olan davranışını belirler. ama bu bağlamda yaslanmış ve görevini tamamlamış babaya dayak atmanın her halükarda pratik bir getirisi yoktur. çocuğuna dayak atmayı tercih etmesi ya da etmemesi muhakkak bir şekilde kendisi küçükken babasından yediği dayaklar ve bunların kendi üzerinde bıraktığı etkilerle alakalıdır.
eğer baba oğlunun 'hizaya getirilmesi' için hiçbir eğitim kaygısı gütmeden sırf kafasına estiği ve gücü yettiği için, yani oğlunun kendisini savunamayacak kadar küçük olmasının avantajı ile dayak atmışsa burada kısas adaletinin sağlanması için babası yaşlanıp güçten düşünce oğul intikamını alır, adalet böylece sağlanır. üstelik oğlun kendi yediği dayak herhangi bir eğitim kaygısı gütmediği için babasına atacağı dayağın da babayı o yaştan sonra eğitme gibi bir derdi aranmaz. zaten eğitim kaygısı bu senaryoda zurnanın son deliğidir. dolayısıyla kısasa kısas olur, hepsi o. kendini savunamayan bir çocuğu dövmekle kendini savunamayacak bir ihtiyari dövmek arasında nasıl bir mukayese ne gibi kriterlerle yapılabilir, bunlar sabaha kadar tartışılır ve mutabakata varılamaz. dolayısıyla kısasa kısas böyle durumlar için en kestirme dinamiktir.
bunun dışında, eğer baba oğlunu hiç dövmediği halde ilerde oğlu babasını döverse işte o zaman büyük soru işaretleri başlar: oğul hiç dayak yememiş olmasına rağmen hangi pratik ile bu şiddeti öğrendi? olayın arkasında neler var? ya da küçükken dayak yemiş olsa acaba böyle bir adaletsizliği yapmamayı öğrenmiş olur muydu? bunlar ilginç alanlar.
bir de ilahi veya evrensel adaletsizlik diye bir vaziyet var: babası tarafından çocukluğu boyunca sudan sebeplerle habire dayak yemiş bir evlat tam babası kıvama geleceği sırada babasını kaybeder ve kendi de hiç çocuk sahibi olmazsa, o yemiş olduğu dayaklar yanına kar kalır. burada ne pratik bir kazanım, ne de adaletin yerini bulması mümkün olmaz. saçmasapan bir tecrübe...
sessizligin de ses kadar soylemin parcasi olmasindandir. bu sadece konusma icin degil, muzik icin de gecerli: bir muzigin notalarina zerre dokunmadan sadece bu notalar arasindaki es, yani bekleme surelerini biraz bile degistirsek o muzik ayni muzik olmuyor.
modern insanın şöyle bir yanılgısı var: incil, tevrat, ve dahi kuran ortaya çıkar çıkmaz kaleme alınmış, matbaada basılmış, vs. birer kitaptır, öyleyse artık durup 'acaba bunlar hala orjinal halleri ile kelimesi kelimesine kalmış mı yoksa değiştirilmiş mi?" diye kavga edebiliriz. yok böyle birşey.
elbette bu 'hitaplar' zamanla kitap olmuş, yazılı metinlere dökülmüş, yüzyıllar boyunca kurumsallaşmış ve kelime kelime tahlil ediliyor, bunlardan bahsetmiyoruz. ancak burada "değiştirilemez" diye iddia edilen bunların temel mesajlarıdır, çünkü bunların hiçbirisi zaten peygamberlerine ciltli kitap olarak gelmiş kanun maddeleri değildi, dolayısıyla karşılaştırma yapılabilecek bir 'ilk metin' zaten yok ve olmadı. bu akımlar, onları ilk kez ortaya atanların kendilerinden önce gelen birtakım yerleşik ortadoğu geleneklerine de gönderme yaparak dönemlerine göre 'dile getirdikleri' (ya da dilin onlara getirdigi) anlatılardır. diğer alt mesaj içeren masallardan farklı olarak, bu anlatılar hitap ettikleri topluluğun tatbik etmelerinin buyurulduğu birer yaşam ve 'öldükten sonra' modelleridir, ve yine aynı sebeplerden ötürü herhangi bir anlatı olarak değil, 'din' olarak ortaya çıkmışlar - ya da sonradan dinlestirilmişler.
belki de doğru soru şudur: bu anlatıların ya da dinlerin ilk mesajlarından bugüne dek değişen şey mesajın içeriği mi, yoksa hitap ettiği kitlelerin beklentileri ve algılama biçimi mi?
elbette bu 'hitaplar' zamanla kitap olmuş, yazılı metinlere dökülmüş, yüzyıllar boyunca kurumsallaşmış ve kelime kelime tahlil ediliyor, bunlardan bahsetmiyoruz. ancak burada "değiştirilemez" diye iddia edilen bunların temel mesajlarıdır, çünkü bunların hiçbirisi zaten peygamberlerine ciltli kitap olarak gelmiş kanun maddeleri değildi, dolayısıyla karşılaştırma yapılabilecek bir 'ilk metin' zaten yok ve olmadı. bu akımlar, onları ilk kez ortaya atanların kendilerinden önce gelen birtakım yerleşik ortadoğu geleneklerine de gönderme yaparak dönemlerine göre 'dile getirdikleri' (ya da dilin onlara getirdigi) anlatılardır. diğer alt mesaj içeren masallardan farklı olarak, bu anlatılar hitap ettikleri topluluğun tatbik etmelerinin buyurulduğu birer yaşam ve 'öldükten sonra' modelleridir, ve yine aynı sebeplerden ötürü herhangi bir anlatı olarak değil, 'din' olarak ortaya çıkmışlar - ya da sonradan dinlestirilmişler.
belki de doğru soru şudur: bu anlatıların ya da dinlerin ilk mesajlarından bugüne dek değişen şey mesajın içeriği mi, yoksa hitap ettiği kitlelerin beklentileri ve algılama biçimi mi?
tek anlamı kişinin kendisi hakkında yeni bir hikaye bulup ona yapışmasıdır.
"kendimi daha iyi anlıyorum", "neyi isteyip neyi istemediğimi farkettim" deyince sanki daha önceden gizli olan bir yanın vardı da o andan sonra buna daha çok hakimmişsin gibi bir algı yaratır. oysa olan biten şey ya genel olarak ya da herhangi bir konuda kişinin kendisini 'daha önce denemediği' bir yöntemle yeniden tanımlaması, ve bu yeni tanıma inanmasıdır. inandığın şey ille de güzel olacak diye bir zorunluluk yok; bu 'öz farkındalık' masalının atmosferi can sıkıcı bile olabilir; önemli olan aklın yani kafada dönen dil rejiminin bu yeni hikayeyi benimseyip benimsememesidir.
"ama bir daha eskisi gibi olamayız!". bu biraz şuna benzer: on sene önce seni sarmış, "seyrettiğim en güzel şey" diye en tepeye oturttuğun bir televizyon dizisi artık bugün sana o kadar da muazzam gelmeyebilir, nihayetinde alışma ve sıkılma diye birşey var, yeni hikayeleri izledikçe perspektifinin değişmesi ve gelişmesi var, var oğlu var. işte "öz farkındalık" ya da bilinç diye adlandırılan ve hayatımızın başrolünü oynayan "ben/kendim" karakterinin kendisine bakma senaryosu veya kendisinden beklentileri de değişebilir, ve geri kalan hayatına sanki hiç değişmemiş, sanki aynı filmden aynı derin hazzı alabilirmiş gibi devam edemez. o tren artık kalkmış olur.
kişi bunu test edebilir: mesela, "ben şuyum, ben buyum" ya da "bu konuda şöyle düşünürüm/inanırım" diye kabullendiklerin her neler ise, sırf deneme ve oyun niyetine "acaba şöyle başka bir insan olsam nasıl davranırdım, nasıl hissederdim" diye ciddi bir mizansen kur. "ciddi" den kasıt o kurduğun hikaye ile kendini bir müddet meşgul etmen; hipnotize edecek kadar içine dalmasan bile en azından birkaç gün o farklı rolü benimsemen; yani sadece yüzeysel bir biçimde "ben falancanın yerinde olsam şöyle yapardım" gibi anlık bir acabanın ötesine geçip o rolü veya hikayeyi sanki gerçekmiş gibi benimsemek: iki gün sonra "öz farkındalığım gelişti" gibi bir hisse kapılırsın. oysa tek yaptığın bilincin yeni bir hikayeye konu edilmesidir, hepsi bu.
"kendimi daha iyi anlıyorum", "neyi isteyip neyi istemediğimi farkettim" deyince sanki daha önceden gizli olan bir yanın vardı da o andan sonra buna daha çok hakimmişsin gibi bir algı yaratır. oysa olan biten şey ya genel olarak ya da herhangi bir konuda kişinin kendisini 'daha önce denemediği' bir yöntemle yeniden tanımlaması, ve bu yeni tanıma inanmasıdır. inandığın şey ille de güzel olacak diye bir zorunluluk yok; bu 'öz farkındalık' masalının atmosferi can sıkıcı bile olabilir; önemli olan aklın yani kafada dönen dil rejiminin bu yeni hikayeyi benimseyip benimsememesidir.
"ama bir daha eskisi gibi olamayız!". bu biraz şuna benzer: on sene önce seni sarmış, "seyrettiğim en güzel şey" diye en tepeye oturttuğun bir televizyon dizisi artık bugün sana o kadar da muazzam gelmeyebilir, nihayetinde alışma ve sıkılma diye birşey var, yeni hikayeleri izledikçe perspektifinin değişmesi ve gelişmesi var, var oğlu var. işte "öz farkındalık" ya da bilinç diye adlandırılan ve hayatımızın başrolünü oynayan "ben/kendim" karakterinin kendisine bakma senaryosu veya kendisinden beklentileri de değişebilir, ve geri kalan hayatına sanki hiç değişmemiş, sanki aynı filmden aynı derin hazzı alabilirmiş gibi devam edemez. o tren artık kalkmış olur.
kişi bunu test edebilir: mesela, "ben şuyum, ben buyum" ya da "bu konuda şöyle düşünürüm/inanırım" diye kabullendiklerin her neler ise, sırf deneme ve oyun niyetine "acaba şöyle başka bir insan olsam nasıl davranırdım, nasıl hissederdim" diye ciddi bir mizansen kur. "ciddi" den kasıt o kurduğun hikaye ile kendini bir müddet meşgul etmen; hipnotize edecek kadar içine dalmasan bile en azından birkaç gün o farklı rolü benimsemen; yani sadece yüzeysel bir biçimde "ben falancanın yerinde olsam şöyle yapardım" gibi anlık bir acabanın ötesine geçip o rolü veya hikayeyi sanki gerçekmiş gibi benimsemek: iki gün sonra "öz farkındalığım gelişti" gibi bir hisse kapılırsın. oysa tek yaptığın bilincin yeni bir hikayeye konu edilmesidir, hepsi bu.
elitler çocukları becermek için binlerce yıl türlü türlü bahaneler, törenler, tapınaklar, okullar, kışlalar ve düzenekler üretti, bunu bir 'ayrıcalık' olarak benimsedi; kitlelerin beyinlerini yıkayıp onlara hem üretim yaptırarak hem kendilerine hürmet ettirterek hem de savaşlarda canlarını vermelerini sağlamak yetmedi. nasıl çiftliğinde duran kuzuyu boğup yemeyi normal olarak gördüyse tebanın çoluk çocuğunun tadına bakmayı da hak olarak gördü. bu ayrıcalık elitler dışında kullanıldığında, yani arada sıradan insanlar da kuzuların ve çocukların tadına bakmaya kalkınca bunları cezalandırdı, ama bu kurallar kendilerine hiç uygulanmadı, efendi olmaktan gelen konumları ile yaptıklarını yapmaya devam ettiler.
yani bu 'sıradanlaşma' hikayesi bir yerden sonra yürümez. çünkü sıradan olan ayrıcalık olmaz. bu aralar kitleleri lgbt ile bulandırmaya çalışıyorlar; oysa kendileri de türlü baskı ve mağduriyet yaşamış olan lgbt bireylerin uyanık olması ve kullandırılmalarına karşı durması gerek zannediyorsunuz. bakıyorsunuz elitlerin açtığı platformlarda boy göstererek ciddi ciddi özgürlük ve hak sahibi olabileceklerine ikna olanlar var. sadece lgbt değil, mesela tanımı gereği her durumda yönetici elit sisteminin karşısında pozisyon alması gereken 'sol' cenah bile bugün batıda sistemin kuklası haline gelmiş, bildiğin devletlerin açtığı savaşları, emekçilere yapılan zulmü en önde alkışlıyor. amaç kitlelere "hiçbir umudunuz yok, herşeyinizi size karşı kullanacağız" mesajı vermek, geniş yığınların nefretini belli kesimlerin üzerine kanalize etmk. herşey birbirine geçince bu kez birden ortaya çıkıp "yeni bir düzenek kurduk" diye kurtarıcı rolüne bürünecekler ve karmaşadan bıkmış olan yığınlar gönül rızasıyla çocukları dahil ellerinde ne varsa bunlara teslim edecek, ya da 'beterin beteri var' diye ses çıkarmayacak, hesap bu, 'rıza üretimi'. bildiğin mafyanın 'koruma' stratejisi; önce olmayan bir problem yarat sonra çözüm olduğunu ileri sür, arada kimse gerçek problemin sen olduğunu farketmesin.
sakin olmak lazım; kim neyi nereden pompalıyor, sahnede kim var, platform neresi ve nereden besleniyor diye bakmak lazım; aksi takdirde insanlar birbirine bilenip sonunda elitlerin, yani çiftlik sahiplerinin tuzağına düşecek.
yani bu 'sıradanlaşma' hikayesi bir yerden sonra yürümez. çünkü sıradan olan ayrıcalık olmaz. bu aralar kitleleri lgbt ile bulandırmaya çalışıyorlar; oysa kendileri de türlü baskı ve mağduriyet yaşamış olan lgbt bireylerin uyanık olması ve kullandırılmalarına karşı durması gerek zannediyorsunuz. bakıyorsunuz elitlerin açtığı platformlarda boy göstererek ciddi ciddi özgürlük ve hak sahibi olabileceklerine ikna olanlar var. sadece lgbt değil, mesela tanımı gereği her durumda yönetici elit sisteminin karşısında pozisyon alması gereken 'sol' cenah bile bugün batıda sistemin kuklası haline gelmiş, bildiğin devletlerin açtığı savaşları, emekçilere yapılan zulmü en önde alkışlıyor. amaç kitlelere "hiçbir umudunuz yok, herşeyinizi size karşı kullanacağız" mesajı vermek, geniş yığınların nefretini belli kesimlerin üzerine kanalize etmk. herşey birbirine geçince bu kez birden ortaya çıkıp "yeni bir düzenek kurduk" diye kurtarıcı rolüne bürünecekler ve karmaşadan bıkmış olan yığınlar gönül rızasıyla çocukları dahil ellerinde ne varsa bunlara teslim edecek, ya da 'beterin beteri var' diye ses çıkarmayacak, hesap bu, 'rıza üretimi'. bildiğin mafyanın 'koruma' stratejisi; önce olmayan bir problem yarat sonra çözüm olduğunu ileri sür, arada kimse gerçek problemin sen olduğunu farketmesin.
sakin olmak lazım; kim neyi nereden pompalıyor, sahnede kim var, platform neresi ve nereden besleniyor diye bakmak lazım; aksi takdirde insanlar birbirine bilenip sonunda elitlerin, yani çiftlik sahiplerinin tuzağına düşecek.
bir erkegin kucagina oturdugunda ne hissettigini sorun, kikirdiyorsa sovalye ya da primses olabilir.
iktidarından muhalefetine, medyandan satın aldığın ürünlere, bürokrasinden orduna her noktanı abd dizayn etmiş, ne kadar yetkili olursa olsun hiçbir vatandaşının ayak basamayacağı askeri üsleri topraklarına konuşlandırmış, ama seni 'yönetemiyor'. bu sonuca nereden varıyoruz? doların artmasından. bütün uluslarası ticari ve bankacılık sistemin hangi para birimi ile dönüyor; Tl ile mi, yuan ile mi yoksa ruble ile mi? abd seni yönetmiyor, çünkü abd zaten senin sahibin...
zi'ki kuşağina denktir.
"canını acıtan" çok geniş bir kavram. ateş canımı acıtıyor, yüzleşsem de yüzleşmesem de bu gerçek değişmeyecek. diyorsanız ki "ateş fiziksel bir hadise, biz duygulardan ve korkulardan bahsediyoruz", o zaman hakkında konuşabileceğiniz alan kendi aleminizden ibarettir, başkaları için atıp tutmak pek mümkün değil. bazı insanlar için öyle durumlar ve acılar vardır, öyle korkular veya hasarlar vardır ki değil yüzleşmek, akıldan geçirilmesi dahi zordur; düşünülmesi, hele de çaresizsen, lüzumsuz bir ızdırap verebilir. kaldı ki bu yüzleşmeme korkudan değil, bilinçli ve hesaplı bir tercih nedeniyle de olabilir; belki anlamsızlıktan, belki sonuçların çıkmazlığından belki de geri döndürülemeyecek olanın bugüne ve yarına yapabileceği tahribatı kestirmekten.
neden sadece insanlar delirir? çünkü sadece insan aklında kelimeler benliğe demir atmıştır. o konuşulan ve düşünülen dilin altında yatan hikayelerin nerelere nasil gideceği bilinmeyen çok derin dehlizler var. sana birgün öleceğini hatırlatan buna ragmen hergün sanki hiç ölmeyecekmiş gibi devam etmeni sağlayan bir evrendir dil. milyonlarca insanı savaşa gönderebilen, öldürten ve öldüren bir kudrettir. bunları ve nicelerini farkedenler diğer insanları yargılamaktan imtina eder. bunları hafife alanlar ise umarım hiçbir zaman kontrol edemeyecekleri bir takım hikayelere maruz kalmazlar...
neden sadece insanlar delirir? çünkü sadece insan aklında kelimeler benliğe demir atmıştır. o konuşulan ve düşünülen dilin altında yatan hikayelerin nerelere nasil gideceği bilinmeyen çok derin dehlizler var. sana birgün öleceğini hatırlatan buna ragmen hergün sanki hiç ölmeyecekmiş gibi devam etmeni sağlayan bir evrendir dil. milyonlarca insanı savaşa gönderebilen, öldürten ve öldüren bir kudrettir. bunları ve nicelerini farkedenler diğer insanları yargılamaktan imtina eder. bunları hafife alanlar ise umarım hiçbir zaman kontrol edemeyecekleri bir takım hikayelere maruz kalmazlar...
tersi de mümkün: şahsen övgüden hoşlanmam; övüldüğüm konuda benden daha iyi olan örnekler gelir aklıma , ya da "acaba neyin peşinde" diye şüphelenir kendimi toparlarım. bunun yanında eleştiri, hatta hakaret işime gelir: en azından karşımdaki sana olan hasetini ve rahatsızlığını kusuyor, nasıl olsa kanıma girebilecek bir sıfatı yok, kendimi ispatlama gibi bir derdim de olmadığına göre, eleştirsin, sövsun dursun. mesleki hususlarda değil; orada şahsım değil mesleki konumum temsil ediliyor, onu savunmakla mükellefim.
vaktinde bu sözlükte özelden böyle yoz bir iletişime geçmeyi denemiş ve çaylak edilmiştim. o günden beri hakaret edeni doğrudan moderasyona bildiririm; madem kural böyle, madem karşılık veremiyorum, o zaman kimse yapamaz.
vaktinde bu sözlükte özelden böyle yoz bir iletişime geçmeyi denemiş ve çaylak edilmiştim. o günden beri hakaret edeni doğrudan moderasyona bildiririm; madem kural böyle, madem karşılık veremiyorum, o zaman kimse yapamaz.
hayvanlar bir tür bunalım ya da o an anlaşılamayan bir hastalık neticesinde yeme içmeden kesilip ölebilirler, ya da kolonilerini/gruplarını koruma güdüsüyle hareket ederken hayatları sona erebilir, ama insandan gayri hiçbir canlı intihar etmez. neden? çünkü intihara giden yol insan dilinden geçer.
"hayatın anlamı/anlamsızlığı", "neye faydam var", "hiçbir şey yolunda gitmiyor", "daha çok zararım var", "ne olacak bu kadar dert", "hayat benim değil mi?" veya bu başlıkta olduğu gibi "intihar temel hak ve özgürlük değil mi?" ve daha nicesi. bazen panik, onur, çözümsüz hastalık gibi kaygıların insanın bünyesine hakim olmasıyla hiç bu felsefik meseleleri dert etmeyenler de kendi canlarına son verebilir. bazense merak: 'acaba nefessiz kalmak nasıl bir duygu' diye deney yaparken göçüp gidenler var; amaçları intihar bile değil, ama teknik olarak intihar işte. bunu nereden biliyoruz, çünkü kurtarılanlar daha sonra anlatıyor "sadece deniyordum, ölmek istemiyordum" diye. her ne olursa olsun, bütün bu eylemlerin arkasında kişiyi bu noktaya getiren ve kelimelerden oluşan hikayeler var. 'neden böyle bir hikaye de başka bir hikaye değil?' nihayetinde insanı uzaya çıkaran, çok güzel hayatlar yaşatan şeyler de birer hikaye; ama herkes her zaman hangi hikayenin kahramanı, figüranı ya da dinleyicisi olacağına karar veremiyor işte.
varoluş sadece kelimeler evreninden ibaret değil; varoluşun daha değişik boyutları var; atomu, kimyası, dna'sı, sezgileri var ki insanın varoluşu bunların hepsiyle her daim iç içe. gelgelelim kelimeler evreni insan için bunların hepsinden daha kudretli; öyle ki, eğer takıldıgı hikaye bunları içermiyorsa, hikayede bunlar detay bile değilse manasi da yok demektir, gayri insan bu katman katman varoluşları umursamıyor bile.
nihayetinde hiç de hikaye olmamasına rağmen insanın çok küçük yaştan itibaren ve yine kelimeler vasıtasıyla idrak ettiği bir bilgi var: birgün ben dahil herkes ölecek ve bunun önüne geçebilmek mümkün değil. hani derler ya "böyle çok acayip hayatı değiştirecek bir sırrı öğrensen ne yapardın?" diye; işte zaten her insan dili kavradıktan sonra bu sırrı öğreniveriyor ve ömrünün sonuna kadar hergün bu 'hayat değiştiricek' bilgi ile yaşamak zorunda. ve bu gerçeğe rağmen yaşayabilmesi için başka başka hikayelere ihtiyacı var, aksi takdirde 'neye faydası var' değil mi?
öyle bir yalnızlık ki bu, ne taş toprak anlayabilir bizi, ne de ölümsüz tanrılar... yani ben anlayamazsam, sen anlayamazsan intihar eden bir insanı, bu alemde başka da hiçbir sey anlayamaz.
"hayatın anlamı/anlamsızlığı", "neye faydam var", "hiçbir şey yolunda gitmiyor", "daha çok zararım var", "ne olacak bu kadar dert", "hayat benim değil mi?" veya bu başlıkta olduğu gibi "intihar temel hak ve özgürlük değil mi?" ve daha nicesi. bazen panik, onur, çözümsüz hastalık gibi kaygıların insanın bünyesine hakim olmasıyla hiç bu felsefik meseleleri dert etmeyenler de kendi canlarına son verebilir. bazense merak: 'acaba nefessiz kalmak nasıl bir duygu' diye deney yaparken göçüp gidenler var; amaçları intihar bile değil, ama teknik olarak intihar işte. bunu nereden biliyoruz, çünkü kurtarılanlar daha sonra anlatıyor "sadece deniyordum, ölmek istemiyordum" diye. her ne olursa olsun, bütün bu eylemlerin arkasında kişiyi bu noktaya getiren ve kelimelerden oluşan hikayeler var. 'neden böyle bir hikaye de başka bir hikaye değil?' nihayetinde insanı uzaya çıkaran, çok güzel hayatlar yaşatan şeyler de birer hikaye; ama herkes her zaman hangi hikayenin kahramanı, figüranı ya da dinleyicisi olacağına karar veremiyor işte.
varoluş sadece kelimeler evreninden ibaret değil; varoluşun daha değişik boyutları var; atomu, kimyası, dna'sı, sezgileri var ki insanın varoluşu bunların hepsiyle her daim iç içe. gelgelelim kelimeler evreni insan için bunların hepsinden daha kudretli; öyle ki, eğer takıldıgı hikaye bunları içermiyorsa, hikayede bunlar detay bile değilse manasi da yok demektir, gayri insan bu katman katman varoluşları umursamıyor bile.
nihayetinde hiç de hikaye olmamasına rağmen insanın çok küçük yaştan itibaren ve yine kelimeler vasıtasıyla idrak ettiği bir bilgi var: birgün ben dahil herkes ölecek ve bunun önüne geçebilmek mümkün değil. hani derler ya "böyle çok acayip hayatı değiştirecek bir sırrı öğrensen ne yapardın?" diye; işte zaten her insan dili kavradıktan sonra bu sırrı öğreniveriyor ve ömrünün sonuna kadar hergün bu 'hayat değiştiricek' bilgi ile yaşamak zorunda. ve bu gerçeğe rağmen yaşayabilmesi için başka başka hikayelere ihtiyacı var, aksi takdirde 'neye faydası var' değil mi?
öyle bir yalnızlık ki bu, ne taş toprak anlayabilir bizi, ne de ölümsüz tanrılar... yani ben anlayamazsam, sen anlayamazsan intihar eden bir insanı, bu alemde başka da hiçbir sey anlayamaz.
rasyonel dusunce, yani "sonra ne olacak" hesap kitabi mutluluk getirmez. bu asklari seksleri yasarken iyi, bunu becerirsin, sonra tirmalamasi kismi kotu. "sicacaz diye yemek yemeyelim mi yani?" diye bir savunma bile rasyonel bir yaklasim, ama kotu bir benzetme, cunku yemek ve sicmak duygusallik ile degil organik kurallarla isliyor, sonunda kimsenin kalbi kirilmiyor. "ona bakarsan ask ve seks de organik" diyecekler, 'hadi bana eyvallah' diyerek ortamdan gidecegim... haklilar cunku.
birisi cok guzel bir laf etmisti, nerden duydum hatirlamiyorum, ama hadise su:
"bir insan olum doseginde hem yaptiklarindan hem de yapamadiklarindan pismanlik duyar".
yani sonunda "mutlak kazanma" diye birsey yok.
ama "ben bunlari bunlari yapamiyorum baskalari catir catir yapiyor" diye gunleri ziyan etmenin hicbir getirisi yok: ya kendini -yani stratejini- degistirip elinden geleni yaparsin, ya da durumu kabullenip hayiflanmaktan vazgecersin. milleti kiskanmak kadar kupune zarar bir keskinlik yok, belki nefret duygusu da ayni miktarda verimsiz ve zehirli bir ruh hali, ki kiskanclik ve nefret zaten birbirini besler. erkek olmaz zor, kadin olmak zor, cirkin olmak, kisa olmak, sisman olmak, yasli olmak, parasiz olmak, guvensiz olmak hep zor, hep zor... evrende 'adalet' diye birsey olsaydi insan bunu icat etmeye kalkmazdi zaten; ama adi uzerinde 'insan icadi', yani suni, dolayisiyla doganin acimasizligi ile uzlasamiyor.
ozetle "ask yok seks yok" durumu nereden durduguna ve nasil baktigina gore "hayati kaciriyorum" hissi de verebilir "kafam rahat" tesellisi de. uzucu tabi; zor yani, zor...
birisi cok guzel bir laf etmisti, nerden duydum hatirlamiyorum, ama hadise su:
"bir insan olum doseginde hem yaptiklarindan hem de yapamadiklarindan pismanlik duyar".
yani sonunda "mutlak kazanma" diye birsey yok.
ama "ben bunlari bunlari yapamiyorum baskalari catir catir yapiyor" diye gunleri ziyan etmenin hicbir getirisi yok: ya kendini -yani stratejini- degistirip elinden geleni yaparsin, ya da durumu kabullenip hayiflanmaktan vazgecersin. milleti kiskanmak kadar kupune zarar bir keskinlik yok, belki nefret duygusu da ayni miktarda verimsiz ve zehirli bir ruh hali, ki kiskanclik ve nefret zaten birbirini besler. erkek olmaz zor, kadin olmak zor, cirkin olmak, kisa olmak, sisman olmak, yasli olmak, parasiz olmak, guvensiz olmak hep zor, hep zor... evrende 'adalet' diye birsey olsaydi insan bunu icat etmeye kalkmazdi zaten; ama adi uzerinde 'insan icadi', yani suni, dolayisiyla doganin acimasizligi ile uzlasamiyor.
ozetle "ask yok seks yok" durumu nereden durduguna ve nasil baktigina gore "hayati kaciriyorum" hissi de verebilir "kafam rahat" tesellisi de. uzucu tabi; zor yani, zor...
konusuna gore kisi kendisini de bu gruba dahil etmeli, hatta bazen listenin en basina koymalidir. soyle bir geriye bakinca hayatta birseyler yapmasini umdugumuz, bekledigimiz, bize defalarca soz verip bir bahaneyle bu beklentileri en cok yerine getirmeyen, sozunden cayan, ama her seferinde ikna oldugumuz bir bahanesi olan ve esek gibi bu bahaneleri sineye cektigimiz ve tekrar tekrar kanmaya devam ettigimiz kisi kim? kendimiz. cunku kullanma kilavuzu verilmemis bir hayatta duygularimizin, korkakligimizin veya tembelligimizin kurbani olarak yol almaya calisiyoruz, dolayisiyla birseylerin yolunda gitmedigi ve planlarin tutmadigi oluyor, bircok zaman bu is boyle.
ve kendimize gosterdigimiz bu müsamahanin onda birini baskalari icin de gosterebilsek belki aldatilmalarimiz ve dolandirilmalarimiz azalmayacak, ama bunlarin bizi darmadagin etmesinin, en azindan uzmesinin onune gecebilir olacagiz. neden bunu yapmiyoruz ya da yapamiyoruz? cunku kafamizda su var: ben kendime mahkumum, ama diger insanlara degil. oysa ki diger insanlara da kendimiz kadar olmasak bile buyuk miktarda mahkumuz, aksi takdirde iyi veya kotu hicbir beklentimiz olmazdi onlardan.
tamam kimseye guvenmeyelim; ama kendimizi butun bu bozukluklardan mustesna essiz bir abide olarak bellemenin de pek bir tutarliligi yok...
ve kendimize gosterdigimiz bu müsamahanin onda birini baskalari icin de gosterebilsek belki aldatilmalarimiz ve dolandirilmalarimiz azalmayacak, ama bunlarin bizi darmadagin etmesinin, en azindan uzmesinin onune gecebilir olacagiz. neden bunu yapmiyoruz ya da yapamiyoruz? cunku kafamizda su var: ben kendime mahkumum, ama diger insanlara degil. oysa ki diger insanlara da kendimiz kadar olmasak bile buyuk miktarda mahkumuz, aksi takdirde iyi veya kotu hicbir beklentimiz olmazdi onlardan.
tamam kimseye guvenmeyelim; ama kendimizi butun bu bozukluklardan mustesna essiz bir abide olarak bellemenin de pek bir tutarliligi yok...
"abi beni sil, silecek misin beni abi!" diyalogunu animsatti...
buradakii tek vahim hadise basliktir, dile yapilan zulumdur.
"son zamanlarda" denilen de insanlik tarihinin basindan beri bu arada:
https://www.theregister.c...05/07/27/ancient_phallus/
https://www.theregister.c...05/07/27/ancient_phallus/