bugün

entry'ler (445)

jean paul sartre

"bana ait sözcükler olsun isterdim. ama kullandığım bu sözcükler, bilmiyorum kaç bilinçte sürüklendi. sözcükler, başkalarında kazandıkları alışkanlıkları gereğince benim kafamda kendi kendilerine düzene giriyor ve size yazarken, bu sözcükleri kullanırken tiksinti duyuyorum."

jean paul sartre; "herostratos"

the man from earth

kimileri abuk ve saçma bir film olduğunu söylemiş. muhtemelen insanın sorgulamayla ve kuşkuyla çözmeye çalıştığı bazı kadim soruları din ile kolayca açıklayan zihinler böyle söyledi. kimileri görsel olarak doyurucu olsaymış, çok daha iyi olurmuş - kanaatinde. ama hayır katılmıyorum... kesinlikle olması gerektiği gibi, dört dörtlük bir film..

öncelikle senarist bunu bilerek mi yaptı bilmiyorum, ama "12 angry men" filmiyle müthiş bir benzerlik var; bir kalabalık, tek bir odada tartışıyorlar. bu insanlar olaylardan bahsediyorlar fakat olayları görmüyoruz; onları birer hikaye gibi dinliyoruz, oyunculuklara sığınıp battaniyemizin altından bu güzel hikayeyi dinliyoruz. 12 angry men i sinema tarihinde bir kült yapan da tam olarak budur; olayın aslında nasıl geliştiğinden asla emin olamayız. ama hayal gücünü ve akıl yürütmeyi müthiş bir zevkle tetiklediği için ben bu filmi de "12 angry men" in yanına koyuyorum ve böyle filmleri çok daha fazla görmek istiyorum.

film kısa. oturup günlerce sürmesini diledim. günlerce, bu fantastik kurgu üzerinden insanlığın varoluşuna gidilen bu bilimsel-felsefi-psikolojik bakış açısında boğulmak istedim. fakat kısa olmasını senaryonun eksiksiz oluşundan ve muazzamlığından anlaşıyla karşılıyorum ve senaristin zekasına hayran kaldığımı belirtmek istiyorum. özellikle dinler tarihi hakkındaki bölümlerde, semavi dinlerin pagan inançlarından ve doğu mistisizminden ne denli etkilendiği hakkında söylenecek o kadar çok şey aklıma geldi ki, bir an karşımda izlediğimin bir film olduğunu unutup aralarına katılmak istedim. sohbete bizzat katılmak...

velhasıl böyle filmleri 50 yılda bir değil de, daha sık görmek istiyoruz beyaz perdede.

punch drunk love

herşey adam sandler dallamasının hayranı olan bir arkadaşımın "hadi bu filmi izleyelim" demesiyle başladı. hollywood un bütün romantik&komedilerinde barınan klişelerin toplamından oluşan bir film için, hayatımdan iki saatimin daha, bir kaç dakikasına gülüp geri kalanında "üf sıktı ama aynı temcid pilavı" serzenişiyle geçeceğini düşünmüştüm.

benim için romantik komedi filmi şudur arkadaş; olabildiğine sığ, kafayı yormayan, eğlencelik izlenebilecek ve bittiğinde bir daha adını bile hatırlamayacağınız "light film"... en büyük aldatmacası insana birşey kattığını hissettirmesidir, ama bu çok kötü bir yanılsamadır. istisnasız bütün r&k filmleri aynı mesajı vermeye çalışır; hayatta böyle şeyler olur, gülüp geçmek lazım, hayattan keyif al, her zaman ümidini koru, kendin olursan aşk seni bulacaktır bla bla bla... filmi izleyen adam bu mesajı aldığını sanar? yahu bi bırakın allahasen, bu "bir film izledim hayatım değişti" ayaklarını. sevgilinle el ele tutuşup izlediğinde filmi eğlendiniz mi? bitti. bu kadar. yani demek istediğim, r&k filmlerini sanatsal doyum ve mesaj almak için izlemek salaklıktır. yani aptal mısın kardeşim, hepsinde aynı konu işleniyor? sen hala mesajı alamadın? gibi.

bu filmi adam sandler hayranları hiç beğenmediler eminim. yani en azından bana filmi öneren arkadaşım hiç beğenmedi. çünkü o, diğer onlarcası gibi aynı sığlıkta ve suratında aptal bir sırıtışla bu filmi izlemeyi bekliyordu. bunca gerçeklik, gerilim, karakterin psikolojisini film boyunca omzunda atlas gibi taşımak ona göre değildi.

ama ben adam sandler in oyunculuğuna ilk kez bu kadar hayran kaldım ve -bilmiyorum daha iyi bir oyunculuğu var mıdır ama- bence bu "adam", en iyi performansını gösterdi bu filmde.

film başlı başına şahane ve benim top 10 listemi zorlamakla meşgul şu anda. filmi beraber izlediğim arkadaşıma çok çok teşekkür ettim, hem bu kadar lezzetli bir filmi benimle paylaştığı için, hem de böylesine yetenekli bir yönetmeni* ilk kez tanıma fırsatını bana sunduğu için. nostaljik çekim teknikleri, nostaljik şarkılar ve sinemaya bambaşka bir bakış açısı...

izleyin, izlettirin...

not: bu film kesinlikle bir r&k değildir. dramatik-komedi deyin, trajikomik deyin. ama r&k lerle aynı kefeye asla oturtamazsınız, elinizde kalır. ama harbici bir aşk filmidir benim nezdimde.

mary and max

"büyüklere masallar" furyasına getirilen bir soluk daha. bu sefer ki biraz izmarit kokuyor. biraz meyankökü, biraz da eski kitap kokusu.
--alakasız--
avusturalya ne kadar güzel bir memleket kardeşim, çok güzel şeyler çıkıyor bu komik kıt'adan. koala, kanguru, oz büyücüsü,nicole kidman, aborjinler, harry kewell ve lucas neill cimbomluları ve son olarak bu stop-motion harikası. türkiye de yaşamış her genç bünye hayatında bir kez olsun kanada veya avusturalya da yaşama hayali kurmuştur, en azından bir saniyeliğine aklından geçirmişdir. çünkü bu iki ülke ortaokul coğrafi atlasındaki dünya haritasında gördüğümüz üzere, ülkemize en uzak ve en sempatik ülkelerdir. bir kere ne kadar uzak, o kadar iyi. bir de bu iki ülkenin bahsi geçince, herkesin mutlu mesut yaşadığı ütopik ülkeler gelir hep aklıma.
--alakasız--
filmi izlediğimde aklıma ilk sen geldin. seveceğini düşündüm.

ps: filmde "bebekleri birabardağında bulma" esprisi "ne alaka" gelmişti bana ama sonra araştırıp öğrendim; 16 milyonluk bir nüfusa sahip olmasına rağmen dünyada en çok bira tüketilen memleketmiş avusturalya ve neredeyse her aileye bir pub düşüyormuş.

pss: filmin müzikleri kötü demiyorum ama müzikleri yann tiersen yapsaymış, ikinci bir "amelie" vakasıyla karşı karşıya kalabilirdik. böyle de güzel. ama öyle daha mı iyi olurdu?

bir demet tiyatro

mükremin: valla bekliyorum, bekliyorum; inanasım gelmiyor!

****

bir bölümde de mükremin eve sarhoş gelir;

"şimmmdi ben rakhı mı kokayımmm, sarmmısak mı? onu düşüüyorrummm..."

****

mükremin in sürekli kız kardeşine, "ne dedi bu, kötü bişey dedi!" diye çıkışması, "fıdıllıoğulları" nağrasını atması, turbişonun durmadan göz kırpıp "şşşşt" demesi, fadıl ın ablasının "bunu biliyor muydun?" la biten cümleleri, göçmen kadının dedikoducu komşularına geçirdiği kapaklar, eyvah necdet in sürekli hayvanlar aleminden yola çıkarak kurduğu mafya-vari aforizmalar, durmadan zırt pırt çıtır ailesinin bir kapısının, bir telefonunun çalması, annenin saflıkları ve -rahmetli- babanın "ulannnn benn seniiiii..." diyerek mükremin e girişmesi, ve tiplemelerin bir o kadar da bizden, 90'lı yılların yaşantısından kopup gelmesi ayrı bir duygu yaratıyor şimdi bile insana...

mükremin in babası bir ara greve katılır mesela, maaşında kesinti olur, sıkışırlar. fadıl ın elindeki cep telefonu o zamanların son teknolojisidir. laz bakkal da doksanlarda kalmıştır artık, market zincirlerinin yaygınlaşmasıyla, çıtır ailesinin evine telefon bile yıllarrr sonra bağlanır. delikanlı pavyon şarkıcısı züleyha bir bölümde "sezen aksu dan şarkı istemeye" yeltenir, o zamanlar sezen aksu dan onay almak, diploma almak gibi bişeydir. lütfiye nin çocuğu olduğunda annesi yıllar önce onları kundakladığı bezi bulur getirir, tutturur "bebeği de kundağa sarıcam" diye, mükremin kanepede kıvranır uyur hep. bir de mükremin in her ortama meşhur bir girişi vardır;

"hörmetler!"

başlı başına bir fenomendir bir demet tiyatro, star tv nin evvel zaman güzelliklerinden birisidir.

atatürk ve din

atilla ilhan, mustafa kemal atatürk ün din hakkındaki görüşlerini şu programında açıklamaya çalışır;

#

üstadın belirttiği üzere mustafa kemal in din hakkındaki derin bilgisi, devlet anlayışını hazreti peygamberin anlayışından alması konusunu kapsayan mevzu bahis yazı, mustafa kemal in 1923 de anadolu gezisinde halktan insanlarla yaptığı görüşmelerde tutulan gazete tutanaklarıyla birebir aynıdır. üstad din konusundaki atatürk ün düşüncelerini ilk okuduğunda şaşkınlıkla karşıladığını ve heyecanlandığını söylüyor. çünkü yıllarca atatürk ün din hakkında söylediklerinin bir çoğunun sansürlendiğini, saklandığını vurguluyor. bu da atatürk e yıllarca "dinden uzak bir insan" imajı çiziyor.

ama üstadın programında bahsetmediği bir nokta var, atatürk ün böyle bir söylemde bulunması demek değildir ki, islamın ve peygamber in doğruluğunu savunuyor ve buna boyun eğiyor. atatürkün bu konuşmalarının tarihi çok önemli, cumhuriyet halk partisini kurmadan önce, halkla müzakereler yaptığı, yani halkın desteğini almaya çalıştığı dönemler. atatürk elbette halkın yüzyıllarca hüküm sürmüş bir şeriat düzeninden ve islam yaşantısından bir anda kopup, laik bir yaşama adapte olamayacağını, bunun ötesinde kurmaya çalıştığı çağdaş yaşam anlayışına, eğer dine karşı bir hoşgörü göstermezse, bazı islamcı kesimlerin çok sert bir şekilde karşı çıkacağını, engellemeye çalışacağını biliyordu. aynı şeyi tbmm yi ilk açtığında da yapmıştır; cuma namazından sonra kuranı kerim eşliğinde ve kurban kesilerek açılmıştır ilk meclis. ayrıca cumhuriyetin başlarında "devletin dininin islam" olduğu yasasını koymuştur atatürk. bütün bu "dine hoşgörü" davranışlarının sergilenmesi, islamcı kesimin, yeni yönetim düzeninin ve devrimlerin önünde engel teşkil etmemesi için yapılmış bir tavizdir -kanaatimce.

10 nisan 1937 de laiklik, anayasaya eklendi. cumhuriyetin kurulmasıyla aradan geçen bu süre zarfında yapılan reformların bir çoğu, bence devleti ve halkı laiklik ilkesine hazırlamak amacıyla yapılmıştır;

halifeliğin ve dini eğitim sisteminin kaldırılması; 3 mart 1924

islami mahkemeleri kapama ve islami kanunları kaldırma 1924-1937

cinsiyetler arası eşitliği tanıma 1926-1931

arap alfabesinin kaldırılması 1 kasım 1928

zaten atatürk ün laiklik ilkesini getirmesinin bu kadar gecikmesinin nedeni, adaptasyonda herhangi bir sıkıntı yaşanmaması için öncelikli altyapının hazırlanması gerekliliğiydi benim görüşümce.

ayrıca tbmm de yaptığı son konuşmasını şu sözlerle bitirmiştir;

" ...bizim devlet idaresindeki ana programımız, cumhuriyet halk partisi programıdır. bunun kapsadığı prensipler, idarede ve siyasette, bizi aydınlatıcı ana hatlardır. fakat bu prensipler, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutulmamalıdır. biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz."

atatürk ün bu sözleri, kendi dönemi içerisinde yapabildiği bütün devrimleri yaptıktan sonra, hiç bir koşul ve engele takılmaksızın, hür ve gerçek düşüncesini belirttiği asıl düşüncelerdir -benim düşünceme göre- ve bu yüzden cumhuriyet halk partisi ilkelerinin esaslarından bahsettiği son meclis konuşmasını, bu sözleriyle bitirmiştir.

amoksisilin

artık tedavülden kaldırılması gerektiğini düşündüğüm illet bir antibiyotik. klavulanik asitle kombine verilir, özetle klavulanik asit bakterinin arkasına geçip kollarını kenetler, sonra kabadayımız gelip karnına ölümcül bir yumruk indirir. bu yumruk bakteriyi artık kendi hücre duvarını yenileyemez hale getirir ve pufff!!! hedef nakavt! amoksisilin 1, bakteri 0...

ama artık daha fazla değil. yarı sentetik bir ilaçtır, üretimi kolay, dolayısıyla ucuzdur. 1000 mg lık ilaç kutularını 10 liraya alabilirsiniz, fakat yeni nesil antibiyotiklerin 250 mg lıkları bile bu fiyatın 4 katıdır.

bu yüzden zeki doktorlarımız her burnumuz aktığında ya da bademciklerimiz şiştiğinde bize bu çoook geniş spektrumlu antiboyiğin 1000 mg lık dozlarıyla bizi günde iki kez boğarlar. çok zekice değil mi? çocukluğumuzdan beri durmadan bu ilacı yüksek dozda kullanırız her hastalandığımızda, bu da daha çok karaciğer ve böbrek hasarı anlamına gelir. ayrıca zeki doktorlarımız penisilin alerjilerinde anaflaktik şoka neden olması dışında hiç bir önemli yan etki göstermediği için bu ilacı gururla reçeteye yazarlar.

sonuç? sürekli yerli yersiz kullandığımızda bizi hasta eden patojen bakteriler direnç gösterebilir. geniş spektrumlu olduğu için vücudumuzda zaten bulunan ve etliye sütlüye karışmayan adi bakteriler de direnç gösterebilir. özellikle de kronik seyreden bakteriyel enfeksiyonlarda, kronik tonsillitis ya da tonsillofarenjitis gibi... her kullandığımızda bakteri azalır semptomlar kaybolur. ilaç kesildiğinde ise hala pusuya yatmış orada bekleyen ve bu kez daha da direnç kazanan bakteriler reenfeksiyona neden olurlar ve ufacık bir rahatsızlık yaşam kalitenizi düşürecek inatçı bir enfeksiyona dönüşebilir. fakat nedense sürekli nükseden aynı rahatsızlık için tekrar tekrar doktora gittiğimizde, zeki doktorlarımız inatla aynı tedaviyi uygulamak da ısrar ederler. zaten hep aynı doktora görünme lüksümüz yoktur, o saatte hangi doktor boştaysa artık. ve meşgul doktorumuz bizden tam olarak bir anemnez almaya gerek görmeyecek kadar işinin ehlidir, sizi "boğazım yanıyor" dersiniz, o amoksisiin yazar.

işte bunun için yeni nesil antibiyotikleri icat etmişler. bir de tıp fakültelerini.

doktorlara sesleniyorum! adam gibi anemnez alın! ve hastanızın yüzüne dahi bakmadan ilaç yazıp durmayın! böyle gidderse çok yakında hiç bir antibiyotik bir boka yaramayacak çünkü dünya üzerindeki bütün bakteriler dirençli hale gelecekler!

bir de tanrı aşkına! kronik farenjiti olan bir herifi verdiğiniz antibiyotik iyileştirmiyorsa kültür-antibiyogram testi yapın! zor değil, alt tarafı hastanın boğazına pamuklu bir çubuk sokacaksınız! beyin omirilik sıvısı değil bu, korkmayın. hastayı felç etmezsiniz.

farmakoloji derslerinde eminim size istenmeyen direnç gelişimlerini önlemek için mümkün olduğunca dar spekturumlu ve etkene spesifik antibiyotik kullanmanız gerektiği söylenmiştir. o halde niye ısrarla geniş spektrumlu antibiyotikleri leblebi gibi yutturmak da ısrar ediyorsunuz? ben hastayım, yani cahilim, yani salağım. bu yüzden boğazım kor gibi yanarken sigara içmeye devam edebilirim, buz gibi biraları devirdikten sonra üstüne çorbacıya gidip kaynar çorbayı mideme indirebilirim, antibiyotikleri düzensiz kullanabilir, ya da bir tablet alıp semptomlar azalınca "her halde geçti" diye ilaç kullanmayı bırakabilirim. ama siz, siz bunun eğitimini aldınız ve bundan para kazanıyorsunuz. sizin salaklık yapmaya hakkınız yok. aptal olmayın!

bir de nezle ve gribe antiboyiklerin bir etkisi olmadığını artık ilkokul çocukları bile biliyor. viral infeksiyon ayrıdır, bakteriyel enf. ayrı. fakat etrafımda domuz gribi teşhisiyle dolaşan birçok arkadaşım hala leblebi gibi antibiyotik yutmakta. neden? zeki bir doktor onlara "sekonder enfeksiyonları önlemek için gerekli" demiş. neymiş, viral enfeksiyon immun sistemi zayıflatırmış. neden immun sistemi güçlendirmeye yönelik tedavi uygulamadıklarını çok merak ediyorum. ya da eğer sekonder enfeksiyon riski o kadar yüksekse neden bu hastaları sokaklara salarlar?

lütfen zeki bir doktorumuz beni aydınlatsın. adresim sağ alt köşede.

amoksisilinmiş. peh!

üniversitede hocalara verilmiş ayarlar

geçtiğimiz salı yaşadığım bir olay... doğum bilgisi ve jinekoloji klinik dersinde ultrason odasında geçer olay... operasyonla bir köpeğin iltihaplı rahminin alınması gerekiyordur ve merakla octavio hocaya sorular sormaya başlar...
h: hoca
o: octavio

o: hocam hayvanın klinik durumu biraz daha iyi olsaydı alternatif olarak kemoterapi uygulayabilir miydik?
h: serviks de akıntı olsaydı ilaç tedavisi yapabilirdik, ama kemoterapiyi kanser tedavisinde uygularız bunda değil...
o: (kafası karışmış bir şekilde arkadaşına fısıldar) olm kemoterapi ilaç tedavisidir diye anlatmadılar mı farmakoloji dersinde?
h: (başka bir şey anlatırken fısıldaşmayı duyar, savunmaya geçer) arkadaşlar bir de burada benim söylediğim her şeye inanmayın... hatta hiçbir şeye inanmayın... ben tam bilmiyor olabilirim, ama bilmiyorum demem, sallarım bişeyler, siz herşeyi yine de araştırın, kitabı açıp okuyun...
o: iyi de hocam, teorik derste de profesör kitapta yazılanlara inanmayın, yarısı palavradır diyordu?
h: ....
o: e biz niye okuyoruz o zaman?
h:...

bütün öğrenciler kahkahayı patlatır... ama octavio sorusuna yanıt alamamıştır ve hala kafası karışıktır...

stalker

filmi izledikten sonra sözlüklerde film hakkında yazılanları okudum. iyi ki filmi izledikten sonra okumuşum, yoksa katiyyen izleme zahmetine katlanmazdım... film hakkında söylenecek çok şey var tamam, dopdolu bir film ama "mükemmel","kusursuz", "hayatımı değiştirdi" gibi yorumlar nedense bana çok yapmacık geliyor... bir kere filmin çok ağır olduğunu düşünenlere katılmıyorum, aksine yönetmen lokma lokma vermiş vereceğini, insanın boğazına tıkmıyor. sahnelere çok fazla takılıp ne demek istediğini anlamaya çalışmak nafile, çünkü anlatmak istediği şeylerin üzerine öyle uzun uzun bastırmış ki, kalan ayrıntıları tamamen izleyicinin çağrışımlarını tetiklemek için serpiştirmiş gibi...

kirli ve renksiz medeniyetten uzaklaşıp bölgenin sınırına geldiklerinde görüntü renklenir, kullandıkları araçtan inerler... alabildiğine yeşil bir manzaranın içinde yıkık dökük bir kaç elektrik direğini ve harabe olmuş bir arabayı hemen gözümüze sokar yönetmen... doğanın, "bölge" de medeniyete karşı kazandığı zaferi görürüz burada, tren raylarının arasından boy boy otlar yükselmiştir... aynı zaferi tamamen yıkılmış bir binanın geride kalan zemininden akan suyun altında kalan harabe eşyaları ağır ağır zihnimize işlerken de görüntüler; bozuk paralar, isa figürleri, mekanik aletler, bir otomatik tüfek, dikenli tel, takvim yaprağı vs..vs.. hepsi doğada gömülüp kalmıştır ve umud oradadır, "bölge"de... insanlığın gidişatını gösterir bize, "bölgenin kuralları" aslında "doğanın kuralları"dır -yazar bir otu çekiştirdiğinde stalker kızar ve yerden aldığı demir çubuğu fırlatır yazara, ondan bölgeye saygı duymasını ister- ve insanoğlu kibirli yaşamsal çelişkilerini ve saçma bilimsel icadlarını bir yana bırakıp varoluşunu doğada aramadığı sürece onlar için bir gelecek yoktur... bu yüzden umud, günümüz medeniyetinin barınamadığı ve kurallarının geçersiz kaldığı "bölgede"...

stalker şöyle der; "izin ver planlanan her şey gerçekleşsin. inanmalarına izin ver. ve tutkularına gülmelerine izin ver. çünkü onların tutku dediği, gerçekte duygusal bir enerji değil, ruhları ve dış dünya arasında bir sürtüşmedir... ve en önemlisi, kendilerine inanmalarına izin ver. izin ver çocuklar gibi çaresiz olsunlar. çünkü güçsüzlük muhteşem bir şeydir ve güç, hiçbir şey... insan doğduğunda güçsüz ve uysaldır, öldüğünde ise katı ve duyarsız... bir ağaç büyürken hassas ve esnektir, ama kuruduğunda ve sertleştiğinde ölür.sertlik ve güç, ölümün refakatçısıdırlar... uysallık ve güçsüzlük, varlığın ve canlılığın dışa vurumlarıdır... çünkü katılaşan hiçbir zaman kazanmaz..." bu monologda tarkovski kendi dileğini dile getiriyor filmin ortasında...

fakat sanatı ve bilimi yadsımıyor tarkovski, yolculuk boyunca en önden hep onlar ilerliyorlar; tek istediği sadece "bölge" ye karşı daha duyarlı olmaları... zira iki yolcu da tehlikeli durumlarla karşılaştıkları halde başlarına kötü bir şey gelmiyor. fakat bir zaman ikisi de bölgeye ve stalker a zarar vermeye niyetleniyorlar...

dolu dolu film, fena değil... daha iyi de olabilirdi... daha iyisi yapılabilir...

söylenecek daha çok şey var ama zaten ekşisözlük de uzun uzun yazmışlar... hatta ısrarla aynı şeyleri yazmışlar, merak eden ordan okusun...

bir de daha filmi izlememişken bu yazıyı okuyorsanız, allah da sizi davul etsin başka sözüm yok...

hayat

Çoğu zaman zorlu, sıkıcı ve üzücü geçen hayatımız boyunca elbette ki güzel anlar yaşarız, güzel insanlarla güzel muhabbetler, birkaç kadeh ve yanında sigara, şafak atana kadar geçirilen vakitler, birlikte tanık olunan güzel manzaralar, seyahatler, ilginç mekanlar...

Ama hepsinde yanlış olan bir şey vardır, yani demek istediğim, o an çok iyi vakit geçirdiğinizi düşünürsünüz ve hiç bir şeyin canınızı sıkamayacağınızı hissedersiniz; çünkü o anlar hayattan çaldığınız değerli anlardır, fakat içinizde hep ufak bir sıkıntı, bir sızı hissedersiniz...

Yani demek istediğim, birlikte olduğunuz insanlar değer verdiğiniz kişilerdir, fakat siz içten içe tanımadığınız ya da tam olarak bilemediğiniz birisiyle geçirmiş olmayı dilersiniz o güzel anları...

işte; eğer bir insan bu güzel anlardan birisinde bu sıkıntıdan eser taşımıyorsa yüreğinde, kesinlikle olmak istediği yerdedir ve yüreği onu sıkıştırmaktan vazgeçer, eğer bir erkek bir kadınla birlikteyken "başka birisiyle olsaydım şu güzel anda" diye düşünmüyorsa, olmak istediği kadınla birlikte demektir ve ne yazıktır ki o koca yaşamı boyunca gerçekten "yaşadım" diyebileceği o küçücük zaman dilimi, insana hayatında gerçekten yaşamadığı, sadece kendini rüyada sandığı tek an gibi gelir...

hakikaten, "insan hayatı bir tür hata olmalı..."*

mektup yazmak

ölmemek için can çekişen kadim bir sanat, insanın kendini ifade etmekte en çok özen ve rahatlık gösterebildiği iletişim aracı, "connecting people" diyorlar ya, işte ondan... sahi, postacı güvercinler nereye uçtular?

arapça gizemli bir dil, kelimeleri sihirli birer tılsım gibi farklı manalara dönüştürebiliyor. "mektup" kelimesinin arapça da "yazılmış olan" anlamına geldiğini, "yazgı" ya gönderme yaparak anlatan latin amerikalı yazarın kitabını okurken de büyülenmiştim. ama ne diyorum ben, hiç mektup arkadaşım olmadı ki benim, yani saman kağıt koklamadım hiç ya da faturalarımdan başka beni heyecanlandıran bir mektup almadım... şu an bir yıldan fazladır internette "mektuplaştığım" bir dost var ki ona bu sanal klavye de yazarken bile utanıyorum, ulan! posta pulu yalamak istiyorum ben!

yazılmamış mektuplarım var benim de...

playing for change

müzik ile dünyayı değiştirebileceklerine inanan dünyanın bambaşka yerlerinden bir grup insanın yürütüğü gerçekötesi güzellikle bir organizasyon... ben burada ne anlatsam boş, müziğe aşık olan her insanın* en azından bir kliplerini izlemeri farz olur...

http://www.playingforchange.com/ linkinden organizsayon kapsamı hakkında bilgi edinebilirsiniz, ayrıca youtube dan "playing for change" diye arama yapıp güzelim kliplerini izleyebilirsiniz...

john lennon dan stand by me, bob marley den one love ve no more trouble, sam cooke dan bring it on home to me coverları önerilir...

not: klipler şöyledir; amerikada sokakta müzik yapan zenci bir amcam müziğe başlar, sonra ona güney afrika dan, hindistan dan, italya dan, ispanya dan, israil den, fransa dan, amsterdam dan çeşit çeşit enstrumanla sokakta müzik yapan insanlar katılır ve ortaya "dünya müziği" tadında bir şey çıkar...

doktorculuk oynamak

(bkz: oyuncak dunya)

aşk acısı çekenlere tavsiyeler

acı çekmek iyidir...

öyle ki, insan acı çekmeden yaşadığının farkına varamaz...

yaşadığının farkına varan kişi ölüyor demektir...

yaşamı hissederek ölmek, yaşamadan çürüyüp gitmekten iyidir...

kalbinizi hissettiğiniz sürece iyi durumdayızdır, bu duygunun kıymetini bilelim...

uludağ sözlük

soğuk sözlük... çok ayaz var neden bilmiyorum, rakımı yüksek ondan herhalde; ya da ben kendimi kaf dağında görüyorum...

tracy chapman

lise ve üniversite yıllarımı süsleyen ve hala çıktığım uzun yolculuklarda buğulu sesiyle yüzümde bir tebessüm ve gözlerimde nem oluşturmayı başarabilen güzel kadın... her bir şarkısında bir duygunuzdan veya yaşanmışlığınızdan tutup çekiverir sizi müziğin ritmine, böylesine güzel müzik yapan insan dünyada sayılıdır; gittiğiniz her yerde, her ortamda, her türlü ruh halinizde sıkılmadan tekrar ve tekrar bütün şarkılarını -aralarından iyilerini bile seçemeden- dinleyebilirsiniz... türk müziğinde sezen aksu nun yeri ne ise, dünya müziğinde de tracy chapman ın yeri odur... sesini duyamadığım tek bir günüm bile olmaz umarım önümdeki hayat boyunca...

baba ile karşılıklı rakı içmek

küçücük, çok küçücüktüm, bir ahbab sofrasında babam kafası gayet güzelken sessizce arkadaşlarımla oynayan beni çağırdı yanına, -genelde sevgi gösterisinde bulunurdu ve yine öyle yapacağını düşünerek sallana sallana yanına gittim. bir sandalye çekip masaya oturmamı istedi -genelde kucağına alır severdi hayret- ben de dediğini yaptım... soğuk su için kullandıkları bir rakı bardağına beşte biri kadar rakıyla üzerine su ekledi ve önüme koydu...

"hadi bakalım, iç..."

çocukluğumda rakının kokusu çok hoş gelirdi bana her zaman, bir de sigaranın... akşamları babamın işten geldiğini takımına sinmiş uzun samsun kokusundan anlardım, koşup sarıldığımda ciğerlerim kumaşa sinmiş sigara kokusuyla dolardı... geceleri geç geldiğinde ise rakı... babamın teklifi çok cazip gelmişti ilkin, anneme doğru izin vermez diye korkudan bakamadan heyecanla bir yudum aldım, gırtlağımdan ciğerlerime büyük bir yangın hissettim ve ağzımdaki zehir tadından kurtulabildiğim kadar kurtulabilmek için olanca tiksintiyle yere tükürdüm ve bardağı iğretiyle masaya bıraktım... babam ve amcalar gülmeye başladılar... babam cesaret verir gibi sırtımı sıvazlayıp;

"bu bardak bitecek, hadi bakalım.." dedi.

"içmem..."

"iç dedim... erkek adam olacaksın... hadi..."

"içmem..." dedim ve başımı yere eğip kalkmaya yeltendim, ama dur daha nereye gidiyorum, babam benim tırsıp kaçtığımı gördüğü anda olan gücüyle omzumdan kavrayıp beni olduğum yere oturttu ve sinirden kudurduğu zamanlardaki bakışını takınıp delici gözlerini bana dikti...

"içeceksin... yarın eşşek kadar olunca da içeceksin... ama ne idüğü belirsiz, ipsiz sapsız, beş para etmez adamlardan öğrenmeyeceksin içmeyi, benim masamda öğreneceksin, benim! benim masamda oynayacaksın ilk kahvehane oyununu, ilk sigaranı benden isteyeceksin, ama ileri de benden habersiz boklar yersen, benim yüzümü yere bakıtacak bir işini görürsem evlatlıktan reddederim seni... hadiii! dik tepene!"

alkolün etkisinde olan babam bu "büyük adam söylevi" ni daha 7-8 yaşlarındaki bana anlatırken masaya sessizlik ve ciddiyet hakimdi, yan odada oturan hanım teyzeler açık kapıdan içeriyi gözler olmuştu ve ben, gözlerim ıslanmış halde ağlamamak için kendimi çok zor tutuyordum, babam beni severdi, ama şimdi bana niye kızıyordu? çok incinmiş hissettim kendimi, nefesim tıkanmıştı, bardağı elime verir vermez bir an önce bu ezici durumdan kurtulmak için bir dikişte bitirmiştim rakıyı, sonrasında bir çırpıda masadan sıyrılıp tuvalete koşup kusmuştum...

babamla ilk karşılıklı rakı muhabbetim böyle oldu... babamın istediği gibi büyüdüm, onun oturduğu her masada bana da bir yer vardı ve hepsinde bulunmaya çalıştım, fakat o günden sonra rakıya bir türlü alışamadım; bira veya votkayla eşlik ettim. ilk kahvehane de oyunumu babamla ortaokulda oynadım, fakat hiç bir zaman kahvehane alışkanlığım olmadı, kafeleri kahvehane ortamına tercih ettim. lisede, ilk sigaraya başladığımda babama söyledim ve eve benim içtiğim sigaradan kartonla almaya başladı... eve gelmediğim geceler oldu, her çıkışımda "baba ben şu kişiyle dışarı çıkıyorum" dedim, "harçlığın var mı?" dedi... lisede aktif siyaset yaptım, bir mayıs yürüyüşlerinde çalıştığı devlet dairesinin önünden geçerken camdan kıvançla izledi beni... okulda sahte fiş basmaktan disipline gittim, okula uğramaya bile tenezzül etmedi; "ne yap ne et hallet bu işi" dedi sadece... üniversite tercihi yaparken seçtiğim bölüme ailede herkes karşı çıkmışken o benim arkamda durdu... üniversiteye geldiğimde ilk iki yıl sınıfta kaldım, okulu uzattım; "ben sana güveniyorum, başarabilirsin" dedi sadece... şu an üçüncü sınıfı bitiriyorum... özel hayatıma, sevgililerime, takıldığım kızlara hiç bir zaman karışmadı, çoğuyla tanıştırmama rağmen hiç bir zaman soru sormadı...

küçücük, çok küçücüktüm... o zaman babamın durduk yere bana zorla içki içirip azarlamasını anlayamamış, sarhoşluğuna vermiştim... ama şimdi anlıyorum, ben daha testiyi kırmadan önce dövmüştü beni nasrettin hoca gibi; sonra da testinin akibetine hiç karışmadı, bana üniversiteye geldiğimden beri her sohbetimizde "artık bir -birey- oldun, sana saygım sonsuz, hadi bakalım, göreyim seni" diyor ve hala demekte...

en önemlisi, şimdiye kadar onun yüzünü yere bakıtacak hiç bir şey yapmadım, adına laf getirmedim... babam ben daha küçücük yaşta iken o davranışı sergilediğinde, üzerimde bırakabileceği etkisi hakkında o an bir fikri var mıydı bilmiyorum; ama işe yaradı...

şu an babam alkollü iken beyin travması geçirdiği için içki kullanmıyor, ama yine de arada anneme çaktırmadan kaçamak yapar, iki lafın belini kırarız, iki kadeh rakıyla...

sevişme sonrası erkeğin gömleğini giyen kadın

sanırım sadece kadınların erkek gömleği giymeye içten içe özendiklerinden sergiledikleri davranış... bir kere erkek gömleği boldur, yani rahattır, kadınlara sünnetlik gibi geleceği için hatun kişi altına bir şey giymeden ev içinde rahatça dolaşabilir ve en önemlisi, hatun kişinin erkek gömleği giyebilmesi için eline geçen nadir fırsatlardan birisidir sevişme sonrası... (gbkz: freud) a sordum, "çocukluklarına inmek lazım, kesin sürekli gömlek giyen babalarına aşık olmuşlardır" dedi, "hayırlısı" dedim...

istanbul

küçük bir kentten istanbul a ilk defa geliyorsanız eğer, bu şehrin doğası hakkında bilmeniz gereken tek bir şey var sadece; bu şehirde rüzgar yağmuru getirir. tıpkı etkisine kapılıp sürüklendiğiniz her aşk sonunda göz yaşına boğulmanız gibi... bu şehrin sığınakları güvensizdir, altına saklandığınız otobüs durağının çatısı her an uçabilir, yolları anlaşılmazdır, siz sadece büyük su birikintilerinin yanındayken dolmuşlar geçer, altyapısı bozuktur, iki damla düşmüştür henüz fakat siz çoraplarınıza kadar çamurun içinde bulursunuz kendinizi, şemsiyeler en ihtiyacınız olduğu anda elinizden kaçıp giderler, taksi hiçbir zaman ihtiyacınız olduğu zaman geçmez yanınızdan ve bu şehirde rüzgar bazen öyle hırçındır ki yağmurla birlikte ıslanmış vücudunuzun her yerine toz ve çamur parçaları fırlatır ve inanın bu canınızı çok acıtır...

eğer istanbul a tutunmak istiyorsanız, rüzgarlara kapılmayın derim, ama o zaman da istanbul istanbul olmaktan çıkar...

istanbbul da hayat rüzgardır ve bütün hikayelerin sonu hep yağmurla biter...

hayatta anlık mutluluk veren şeyler

boktan bir durumdayken, "ileride daha boktan durumlarla karşılacaksın, daha bu birşey değil" diye kendini teselli etmek...