bugün

entry'ler (95)

deve sidiği içmeyi meşrulaştırıp içmeyenler

Tutarsızdır. "Şifadır, sütle karıştırılıp içilir" şeklindr savunan dalyarağın deve sidiği içmeye gelince "ay yok canım ben almiyim" tavrı takınmasıdır. Bunun bi benzeri yedi acve hurması yiyene zehir dokunmaz deyip test etmemesindedir. Ulan yavşak madem o kadar ehli sğnnet müslümanısın madem o kadar söylediğine inanıyorsun yesene hurmanı, içsene zehrini deve sidiğini. Safi rüzgar.

uludağ itiraf

https://www.uludagsozluk.com/e/46620038/

senin yaşadığın o duygunu sikeyim kardeş. Sen neden karaktersizsin biliyo musun birader. Öyle aşık olduğun için falan değil. Aşk başına gelir, tasarlamazsın, tercih değildir. Sana kimse bu yüzden kızamaz. Sana aşık olduğun için orospu evladı diyemem ama eşinle boşanmadan bunu yapıyorsun, hamile bırakıyorsun ya. işte bu tercihtir. Hah işte sen tam da bu yüzden inanılmazzzz mükkkemmmmmmel bir yavşaksın kardeş.

sözlüğe geri dönmek ya da dönmemek

Şön höp şözlöğö dön.

her gün yanından geçtiğimiz insanların kötü olması

"Yeni tanıştığım insanlara artık ilk fırsatta "Herkesin seni bir gün satabileceğini biliyorsun di mi?" diye soruyorum. Bak hatta ona kıyak olsun diye yönlendirme de yapıyorum, "Bu böyledir, di mi?" kalıbıyla soru sorarak boş kaleye gol attıran orta saha oyuncusu edasıyla asist yapıyorum. Bundan sonra ona kalan sadece tek bir dokunuş. "Hayır ya, ben insanlara güveniyorum" minvalinde bir cevap alıyorsam pek ısınamıyorum ona. Tamam diyorum, bu dayak yememiş. Yediyse de boş yere yemiş. Zira dayak yemek sadece üzerinden ders çıkarılırsa faydalıdır. Çektiği acılarla övünen insanlardan da nefret ederim zaten, tamam o acıyı çektin de ondan sonra neyi değiştirdin amcık ağızlı? Yaşıyla övünen insanlardan da bu yüzden nefret ederim.

Yok vazgeçtim.

Ben bildiğin insanlardan nefret ediyorum."

her gün yanından geçtiğimiz insanların kötü olması

acı bir gerçek. herkesi kendin gibi sanıyorsundur. insanların dinlediğin şarkıya senin kadar duygulandığını, okuduğun kitaptan senin kadar etkileneceğini, baktığın ormana, dağa senin duygularınla baktığını sanarsın ama gerçek aslında öyle değildir. bir eşya bulsan sahibini ararsın, birisine yardım etmek, merhamet vb. duygular hâlâ içindedir ama herhangi bir eşyanı beş dakika başıboş bıraktığında ve çalındığında o yanındaki kalabalığın hiç de öyle olmadığı gerçeği yüzüne tokat gibi çarpar. yardım etmek istediğin insan bile seni ilk gördüğünde aklından "ben bunu nasıl sikerim?" diye geçirmektedir.
dışarıdayken kimse böyle söylemez ama böyle düşünürler. ve bunu en çok sosyal medyadaki insanların yorumlarından fark edersin. bildiğin kötüdür insanlar. ne acı.

dostluklar için yirmi altı cümle

yüz yüze dostluklar vardır.
güneşle ayçiçeğinin dostluğu, böyle bir dostluktur mesela. ayçiçeği
sabahtan akşama kadar hiç ayıramaz yüzünü güneşten.

uzak dostluklar vardır.
denizlerin ortasındaki bir adayla, dağların arasındaki bir göl, birbirlerinin
uzak dostudurlar. dostluklarını gündüz kuşlarla, gece yıldızlarla iletirler
birbirlerine.

sessiz dostluklar vardır.
dilsiz bir adamın elleriyle, dilsiz başka bir adamın elleri arasında sessiz bir
dostluk oluşur. her şeyden konuşur sessizce bu eller.

zorunlu dostluklar vardır.
pazarla pazartesinin dostluğu gibi. pazar ağır bir gündür, pazartesi hızlı
bir gün. ayak uyduramazlar birbirlerine. ama dost olmak, yan yana durmak
zorundadırlar.

uzun dostluklar vardır.
ikindi güneşinin altında uzayan gölgeler birbirine kavuşurlar ve uzun boylu
bir dostluk oluşur aralarında.

günün birinde ölen dostluklar vardır.
kanuni süleyman’la ibrahim paşa’nın yıllar süren dostluğu, bir gün
bıçakla kesilir gibi kesilivermiştir ortasından. hatta sonra kanuni süleyman
ölmesini ister ibrahim paşa’nın. ve hatta yerine getirilir bu isteği, kanuni
süleyman’ın.

vakitsiz dostluklar vardır.
bir peçete, bir kâğıt mendil vakitsizce dostu oluverir gözlerinizin…

zaten varsa dostluklar vardır sadece.
ekmek gibi, su gibi tanıdık geliyorsa size biri; o sizin dostunuzdur.

bakımsız dostluklar vardır bir de.
ama n’olur olmasın bakımsız dostluklar!
(bkz: yıldızlı atlas)

merhamet

Kemal sayar'ın bu isimde bir kitabı vardır. Mutlaka okunmalı.

oturduğu yerden idealist idealist atıp tutan oç

Sevgili orospu çocuğu

"can sıkıntısının ne olduğunu tuvalette sıçarken deterjan ambalajı yazılarını ezberleyen adam bilir.

idamın adalet mi cinayet mi olduğunu münevver karabulut'un annesi bilir, televizyonda apo'yu, askerde kaybettiği oğlundan daha çok gören anne bilir.

çaresizliği, kıskançlığı, yolda babasıyla el ele yürüyen bir çocuk görünce yumruklarını sıkan başka bir çocuk bilir.

yalnızlığın ne olduğunu tuvalete girip sıçarken kapıyı kapatmayan bilir.

"aman siktir et bi daha nerden görcekler beni" hissini, otobüsün sıkışmış camını açmak için uğraşıp açamayan, dolmuşta "müsait bi yerde" derken sesi bi an tiz çıkan genç bilir.

örtbas etmenin ne olduğunu tuvalette işerken kazara pantolonuna bikaç damla çiş sıçratan, sonra üstüne su sıçramış sansınlar diye lavaboda bilerek üstünü ıslatan çocuk bilir.

gençliğin kıymetini bir zamanlar sahnede gitar kırıp civciv ezerken, yaşlanınca işi sempatikliğe vurup justin bieber'li kaşmir halı reklamında oynayan ozzy osbourne bilir.

rezilliği aynaya baktığında tüm gün burnunun üzerindeki sümükle dolaşmış olduğunu farkeden bilir.

değersizliği yazdığı hayvani uzunluktaki mesaja ":)" cevabını alan bilir.

hak yememeyi ve mahcubiyeti, eve çağırdığı arkadaşıyla oynarken annesi önlerine yemek koyduğunda "bana daha fazla koymamıştır inşallah" diye düşünüp çaktırmadan tabakları kontrol eden ev sahibi çocuk bilir.

bakıyorum etrafa, o kadar her şey hakkında bir fikri olan, o kadar her şeyin en doğrusunu bilen denyo var ki, vay amına koyayım diyorum, neler yaşadınız lan siz böyle? oturduğun yerden idealist idealist atıp tutmak kolaydır ekşici, siktir git önce kapıyı kapatmadan sıç, mutlu bi aile görünce yumruğunu sık, burnunda sümükle dolaş, gel ondan sonra ahkâm kes, ondan sonra olmamış de. hayata jüri üyesi olarak mı doğdunuz ne çeşit götverenlersiniz anlamadım ki ben sizi."

Not: bazı insanların annesi orospu olmaz ama kendiai orospu çocupu olur. Bu bir karakter tanımıdır.

çok uzun entry yazmak

Yemin ediyorum bu sözlükte had safhada mükemmel orospu çocukları varmış ya. Komik olduğunu zanneden, işi gücü ona buna sataşmak olan hayatsız piç kuruları, oturduğu yerden "olmamış" diyen, idealist idealist atıp tutan, hayata jüri üyesi olarak doğmuş orospu çocukları. Nasıl bir götverensiniz anlamadım ki.

yemek borusu kanseri

Anneciğimin bu yıl yakalandığı ve bizi hayli yoran kanser. inanın çok zor.

insanı en çok yoran şey

Kanser. Bir senedir annemin kanser tedavisi ile uğraşıyoruz. O kadar yorucu ki. Özofagus malign neoplazmi 4. Evre. Yemek borusunda kitle var. Oldukça büyük. Ve en kötüsü aorta bitişik. Yani şu malum hayatî atardamar. O yüzden ameliyat ölüm demekmiş. Ağızdan beslenemiyor diye ince bağırsaktan jejunostomi taktılar. Oradan iki saatte bir enjektörle mama veriyoruz. Kemoterapi devam ediyor. Küçük küçük iyileşmeler var, bizi ümitlendiriyor. Allahım inş her şey daha da iyi olacak. Çok zor bir hastalık bu çok yorucu ruhen bedenen çökertiyor...

Dua ederseniz sevinirim.

He bu arada burada yok iş yerindeki toksik insanlar yok şu bu diye entry girenler başınıza böyle bir şey geldiğinde onların hiçbiri sikinizde bile olmuyor. Ne kadar boktan dertleriniz olduğunu umarım anlamazsınız.

bi türlü iyi olmayan akşamlar

bazen "iyi akşamlar" derler. "ben bunu eve götüreyim ya lazım olur" diye alır bikaçını eve götürürsün o "iyi akşamlar"ın. ama bi türlü iyi olmaz o soktumunun akşamları.

bazen kapkaranlık akşamlar için yıldız biriktirirsin. ama bi türlü fırlatıp göğe asamazsın koduğumun yıldızlarını. ışığı içini aydınlatmaz. öyle karanlıkta mal gibi oturup duvarı seyredersin.

bazen okul önlerinden geçerken falan "çok sessiz kaldı bu aralar ev ya biraz çocuk sesi alayım bari" diye çocuk seslerinden, okul zillerinden filan toplarsın. eve gidersin, çıkarırsın ama bozulmaz o kaygı verici sessizlik.

bazen o kadar uzun süre konuşmazsın ki babanla bile. bi gece vakti mutfaktasındır. bi şey isteyecek olursun. örneğin "ya baba yarın faturanın son günü de onu yatırsak?" diyeceksindir yarın, utanmadan bu yaşta para isteyeceksindir, hani hep de unutursun ya, gece kapı sesini duyarsın, babandır. "dur aklıma gelmişken şunu söyleyeyim ya" dersin. gayri ihtiyari gece yarısı uzun zamandır babana seslenmediğini fark ederek "baba!" dersin, ayıp olmasın diye hem de gecenin bi yarısı tuvalete kalktığını göre göre, naptığı çok belliyken, lafa önce "napıyosun?" diye girdiğini fark edince "napıyorum ben ya baban lan o senin" diye içinden geçirirsin. sanki telefonda uzun süredir konuşmadığın bir arkadaşınla konuşuyorsun. sanki az samimi olduğun birinden sigara istiyorsun...
o an çok garipsersin, babanla bile bu kadar yabancılaşmış olmayı.

esprilerine artık mimik bile kımıldatamadığın bi zaman olur bazen. babanın düşen yüzünü, "olum ayıp olmasın diye gülseydin bari" diyen bakışını görürsün, anlarsın ama işte elinden de bi şey gelmez bazen.

bazen o kadar yorgunsundur ki kelimeler ağzından güçsüz bir istekanın değdiği top kadar yavaş, hareketsiz çıkar. anlaşılmaz kelimelerin. şaşırırsın kendine. normalde eğlenceli bir sunum yapacak kadar öz güvenin ve iyi bir diksiyonun varken "he? efendim?" en çok duyduğun soru olmuştur artık anlaşılmaz cümlelerine. en sonunda dayanamayıp "çok soru soruyosun anne!" dersin annene bile.

ya da dudaklarının kımıldamadığı bi hı hı döngüsüne girersin cevaplarınla. hı hı döngüsü evet, bilirsin onu, yaşadıysan eğer.

- dünkü elbiselerini mi giycen yine?
- hı hı.

- siyah tişört?
- hı hı.

- krem renkli gömlek?
- hı hı.

- pantolon?
- hı hı.

- her seye hıhı hıhı diyosun.
- hı hı.

- çok yorgun görünüyosun.
- hı hı.

annen elinde bir gazeteyle gelir. ogluş der tırnak makasını göstererek, "hadi tırnaklarını kes artık".

baban, tırnaklarının bu kadar uzun olmasının tek bir izahı yok, der. susarsın.

annen başında dikilir kesiyor musun diye. zorla kesersin konserve açacağı kıvamına gelmiş tırnaklarını.
o kadar mecalsizsindir ki tırnak keserken bile "getir ben keseyim istersen" der annen.
peçeteni hazırlar, çakmağını, kitabını... peşinden dolaşır. bir bebek gibisindir adeta. kalbin ağzında atar. ittire kaktıra yaşarsın.

neye mecalin kalmıştır ki konuşmaya olsun. neye mecalin kalmıştır ki tırnak kesmeye olsun.

bazen yaz vakti bi işe girersin, bi kahveciye. adamın biri bi laf söyler, ağrına gider. bu yaşta olduğun hale gider tenhada ağlar, gecesine de gider hiçbi şey olmamış gibi girersin eve.

bazen yolda giderken gözyaşlarını tutamadığını fark edersin de bi bahanesi olsun diye mezarlığa girersin. tanımadığın bi mezarın başında rahat rahat ağlayıp seni öyle görünce "allah rahmet eylesin, başın sağ olsun" falan diyenlere çaktırmayıp "sağ olun" dersin.

bazen o kadar yorulursun ki tuvaletin kapısını kapatmaya üşenir, kapısı açık sıçarsın.
kıyafetini seçemezsin, "hı hı" dediğin birini ya da eline attığında denk geleni çeker çıkarır, beş dakikada giyinir öyle çıkarsın.

bazen o kadar yorulursun ki "hocam ben hastayım gelemeyeceğim" diye yalan söylersin. eğilip ayakkabı bağcıklarını bile bağlamaya üşenirsin.

bazen o kadar uzun süre çıkmazsın ki evden. bi çıkarsın "oha yolu yapmışlar amınakoyim" dersin. "bu ev var mıydı lan" dersin.

bazen sigaranın külünü küllüğe atacağına içecek dolu bardağa atıp hay kafanı sikeyim dersin.

bazen baban durduk yere "of"lar. senin için üzüldüğünü bilirsin. bi şey diyemezsin.

eline bir peçete selpak tutuşturur dışarıya çıkarken annen.
şunu da koy cebine nolur nolmaz, der.
peşinden dolaşır.
bunalırsın.

oraya atma annem, bak buraya at der annen bazen, anne beni bi rahat bırak, dersin.

bazen hiçbi şeyin değişmediğini görürsün. aslında hep bildiğin 17 yaşında kolbastı yapan bir ergen gibi titreyerek saçma sapan hareketler yapan birisi olduğunu düşünürsün. 17 yaşında ergenlik dedikleri şey aslında 27'nden sonra orta yaş bunalımı olmuştur. yeni bir isim bulmuşlardır o haline. değişen tek şey sikik bir isimdir bazen.

bazen "aldın her şeyini değil mi" diye sorar annen. "anne sorma" dersin. gider masalara bakar güvenemediğinden. çıkışta evdesin değil mi der. planın yoktur ki. üç saat sonrasını bile düşünemezsin. emin değilsindir, kafa sallarsın, hı hı dersin, akşam olur gitmezsin.

bazen bi sigara yakarsın. siktir et dersin.

siktir edemezsin.

komiklik ishali

bir köşe yazısı.

"kendini komik zanneden, komik olmaya çalışan, komikliğin prim yaptığına inanan ne çok kişi görüyorum son zamanlarda…
“insan maymunluğu”nun bu kadar ayağa düştüğü, sokaktaki adamın dünyasına bu kadar indiği başka zamanlar oldu mu, bilmem…
ikinci sınıf cem yılmazlar, üçüncü sınıf şahanlar, beşinci sınıf beyazlar, kendini aykırı bir komiklik dehası sanan zavallı okanlar etrafımızda uçuşuyor. evet, bu komik adamlar toplumun bütün katmanlarında kendini seri bir şekilde kopyalayarak, dolly dolly klonlarını sürüye salıyorlar… nesillerin beynini, davranış kalıplarını programlıyorlar. inanmazsanız, insanların genel anlamda ‘çağrışımları’nın nelerle otomatik olarak harekete geçtiğine, hangi çağrışımların hangi kanallardan geldiğine bir bakın… özellikle facebook, twitter, youtube nesline bir bakın: mesela, onlara bir punduna getirip ünlü filozof aristoteles’in isminden bahsedin ve bekleyin. çoğunlukla cevap şöyle olacaktır: “o ne lan, ariston gibi bir şey mi?” (bu son cümle için ben kendi adıma özür dilerim.) blaise pascal’dan bahsedin. çoğunlukla cevap şöylece tezahür edecektir: “pascal nouma mı baba ya!” anasır-ı erbaa (dört element) tabirini kullanma cesaretinde bulunun. çoğunlukla çağrışım biçimi ve verilen tepki: “hava, su, toprak, tahta. he he he…”
gerçi ahmet hakan sağolsun hadiseye biraz olsun dokundu ama devamı gelmedi. durum komedisi altında yapılan dangalaklıkların bu toplumda bu kadar yankı bulması daha fazla ilgiyi hak ediyor. recep ivedik filmlerinin on milyonu aşan miktarda, belki de yirmi milyon civarında izlenmesi acaba bize türkiye toplumunun zihin haritası adına ne söylüyor? insanlar kendisinde hiçbir karşılığı olmayan, duygu ve düşünce dünyasına, ilgi ve davranış sahasına denk düşmeyen, zevk ve estetik düzeylerinde karşılığı olmayan bir şeye ne kadar itibar edebilir? kim neyi izlerse izlesin diyeceğim bir şey yok, fakat her evde, her sınıfta, her ortamda yüzümüze bildik hareketlerle bakıp duran bunca recep ivedik’le ne yapacağız? bu ülkenin çocukları recep ivedik’ten, olacak o kadar’dan, çok güzel hareketler bunlar’dan daha fazlasını hak etmiyor mu? soru(n) budur… (soru(n)u anlamaya çalışmak yerine ‘daha iyi biliyorsan kendin yap’ kolaycılığına kaçan varlık, seni çok iyi tanıyorum, bilesin…)
yer: bir üniversitenin sosyal bilimler konferans salonu. konu: insanın evrendeki yeri. soru: - konuya ilişkin sorusu olan var mı arkadaşlar? genç bir el havada: - eee şeyi soracaktım, saatiniz kaç, nı ha ha… sonuç 1: salonda kopan kahkaha tufanı… sonuç 2: sessizlik, salondaki her göze tek tek bakan bir adam ve trajik bir tebessüm…
her yerden, her köşeden vıcık vıcık şov, kıvıl kıvıl komiklik fışkırıyor. ucuz, pespaye, sıradan, zavallı komiklik. ve bu her yanı saran veba, zihinleri kumanda eden kimi kanaatlerle, kimi popüler kültür masallarıyla kartopu gibi büyüyor. örnek mi? ‘kadınlar komik erkeklerden hoşlanır’ klişesi. bu klişeden hakikaten hoşlanan komik kadın ve erkekler yok mu? dünya kadar… ellerini yelpaze gibi sallayıp boğulurcasına gülen, küçük dilinin titrek kıvrımlarını kikirdek ve fikirdek efektlerle sık sık gösteren, her kelimeye, her hata ve sürçmeye, kronik bir krize yakalanmışçasına gülen (belki de kahkahayla ağlayan demek daha doğru olur, zira kahkaha bazen ağlamanın bir türüdür), vara yoğa, ota bota gülmekten ‘yarılan’, hep gülmek isteyen, gülemediğinde can sıkıntısı yumağında boğulan bir tür, zincirlerinden boşanmış sokaklara akıyor…
‘kadınlar komik erkeklerden hoşlanır’ diye diye her türlü ciddi, sıkı konuyu ve bu konularla uğraşanları cüzzamlı ilan edip, yalnızlığa ittiniz. böylece ortalıkta hep tribünlere oynayan, komiklik ishaline tutulmuş gibi konuşan, ambarında farelerin oynaştığı zavallı vitrin tipleri cirit atıyor. sonra da gelsin ‘adam gibi adam yok şekerim’ höpürdenmeleri…
sanki dünya bir stand-up sahnesi, geriye kaykılıp, ‘haydi bakalım şov başlasın, hadi ama biri beni güldürsün’ diyorsun herkese. çoğu öğrenci öğretmenine böyle diyor mesela: ‘hadi beni güldür, canım sıkılıyor…’ sanki bilgisayardan, cep telefonundan ard arda gülücük sembolü gönderince gülümsemek gibi bir şey hayat dediğin. sanki…
koltuğa uzan ve pasif eğlence başlasın…
pasif eğlence kültürüne tiryakilik kazanan kitleler, kendilerinin aktif olması, katılımcı, üretken, derinlikli olması, bedel ödemesi gereken her türlü nitelikli işten nefret ediyor ve ‘canı sıkılan adam’ haykırıyor: ‘biri beni eğlendirsin…’ ünlü düşünür guenon’un ‘niceliğin egemenliği’ dediği durum biraz da buradan seyr (teorya) edilmeli…
elbette biliyorum komiklik, güldürük başka mizah başka… m-izah… mizahın bir izah türü olduğunu bilmeyen mi var yahu… ve insan özünde mizahsız yapamaz. ironi, trajediye karşı derinden bir gülüştür elbet. espri, ruhun derin bir yansımasıdır (adı üstünde spare, spiritüel, espri: yani ruhsal). kara mizah, uçuruma baktığında uçurumun da sana baktığını bilmekten başka nedir? bilirim ki espri zekanın terlemesidir, dehanın göz kırpması…
hayatta en çok ilgimi çeken “sıkı’cı” adamlardan (yani sıkı çalışan, işini sıkı tutan, kılı kırk yaran, eleğinin gözenekleri sıkı olan, -frenkçede hardworker dedikleri- anlamında kullanıyorum) biri olan h. bergson’un insanı “gülen tek varlık” olarak okuyuşu içimde uğulduyor: “komik doğada değil, insandadır. insan bedeninin farklı durumları, mimik ve hareketleri, bize basit bir makineyi çağrıştırdığı ölçüde gülünçtür. komik, özden üstün olmak isteyen biçimdir; dikkatimizi insanın manevi yanından çok, bedensel yanına çeker. bir kişi bize ne zaman bir nesne izlenimi verse güleriz. tekrarlama, tersine çevirme, rollerin değişmesi, hayatın makineleştirilmesi... doğallığı bozulmuş her düşünce ve davranışta komik bir taraf buluruz.”
hasılı; bu komiklik çöplüğünün tam ortasında, ruhsuz komiğin cansız uğultularında, derinliğin kaybolduğu her türlü sığlıkta ihtiyacımız olan tek şey, “sıkı’cı” adamlar ve “sıkı’cı” konulardır. komiklerin bayağı iktidarından bıktık…"
not: mürekkebinin koyuluğu bir hayli seyreltilmiş böylesine ‘komik’ bir yazıda canınızı sık(ıla)mak isterdim. özür dilerim…"

geri zekalı olduğuna ikna olmak

boktan bir durum.

bir keresinde bir bakkala girdim. adamlar beni ciddi ciddi geri zekâlı olduğuma ikna ettiler. bakkaldakilerle o kadar çok konuştuk ki... nereden girdiysek din, siyaset konuşmadığımız konu kalmadı. yalnız benim entelektüel birikimim cidden acınacak seviyedeydi. hayatımda gördüğüm en entelektüel bakkal burası olabilirdi gerçekten, bunu hiç beklemiyordum. aşırı ikna edici konuşuyordu hepsi. âdeta bir hukuk profesörü gibi diplomatik bir dille konuşuyorlardı. bir ara herifçioğlu o kadar karışık konuştu ki bi bok anlamadım. ben anlamadıkça beni ezdi de ezdi. "beyefendi anlatamıyorum galiba, şekillerle anlatayım isterseniz." falan dedi. adamın gözlerindeki sarsılmaz öz güveninden o kadar korktum ki bir an ben de geri zekâlı olduğuma inandım ve onun onayını almak için saçmaladım da saçmaladım. karşısında ıslak bir kedi gibi titredim. neredeyse bakkalda köşeye çömelip başımı iki elimin arasına alıp "ben geri zekâlı değilim:(( ben geri zekâlı değilim:((" diye tekrar edecektim. o an artık tek amacım muhtaç olduğum saygıyı kazanmak ve bir geri zekâlı olmadığımı ispat etmekti. aklıma ne gelirse söylüyordum. bildiğim her şeyi cümle içinde kullanmaya çalışıyordum. yusuf kaplan gibi gerekli gereksiz her cümlede ontolojik, epistemolojik, batı, avrupa, islam, medeniyet, tasavvur, seküler, pagan, hristiyanlık, laik, greko, latin, doğu, kapitalizm, zihin, post modernizm, protestanlık, sömürge gibi kelimeleri kullanıyordum. adam bu alakasız cümlelerimden sonra ümitsizce derin bir nefes aldı ve sesli biçimde verdi.
bir ara kendimi hunharca kıvanç överken buldum. konuyu ne ara buraya getirmiştim akıl alır gibi değildi ama "hunharca kıvanç övmek isteği" diye bi şey var arkadaşlar. "ama kıvanç kendini çok iyi yetiştirdi. helal olsun." falan dedim. herkes bi kafasını salladı, böyle "evet evet" falan dedi, onayladı.
oh be saçma da olsa bi konuda onaylanmıştım. sonuçta bu da bi şeydi. kıvanç övmek evrensel bir şey arkadaşlar, sıkıştığınız zaman yapın bunu, yüzde yüz çalışıyor.

sözlük yazarlarının itirafları

içimde daha fazla tutamayacağım. size bi şey anlatacam.

ömrüm boyunca yapabilmekle övündüğüm eften püften bir başarım var. utanmasam cv'ye de yazarım. ısrarla övünüyorum bununla. alakasız hemen her yerde bu becerimi satmışımdır.

bacaklarımı sıfır açabiliyom. (bak gene)

bi keresinde bursa'da bi gençlik kampındayım. böyle çadırlarda kalıyoruz, kızlı erkekli karışık bi şey. kampın galiba son günlerine doğruydu, bi yarış düzenlemişler. gençler yeteneklerini gösteriyorlardı. ergenliğin doruk noktasındayız. her grup ne yapacağını önceden kararlaştırmış. bizim grup da "ee biz ne yapacağız?" diye kara kara düşünürken ben "benim bi fikrim var!" diye atıldım. gözler üzerime çevrildi. yüzümde "follow me beybi kamon" diye bakan bir ifade var. ama nasıl merakla bakıyorlar ağzımın içine. bi de bunlar bi anda etrafımda toplanınca iyice bi havaya girdim.
"öyle bir şey yapacağım ki birinci olacaz, bana bırakın," dedim. tabii ki bacaklarımı sıfır açacaktım ehehehe. grup ismini yazdırttım anons edilmek üzere. gruplar sırayla çıkıyorlar. olay şu: ismi okunan grup daire şeklinde konumlanmış seyircilerin tam ortasına çıkıyor, beş on dakika akrobatik gösterilerini yapıyor, çıkıyor ve alkışlanıp bitiriyor. bir grup geliyor beş dakika, öteki grup geliyor on dakika hoplayıp zıplıyor falan. parendeler, taklalar ne bileyim envai çeşit hareketler. ama bayağı detaylı yani.

sıra bana geldi. grubumuz anons edildi. tek kişi ağır ağır çıktım tam ortaya. seyirciler kalabalık. bi şok oldular tabii. bir önceki gruptan kalma coşku yerini merak dolu bir sessizliğe bıraktı. muazzam bir sessizlik var. bütün gözler üzerimde. daire şeklinde konumlanmış izliyorlar ortadakini, yani beni. kafalarda soru işareti: bu çocuk niye tek çıktı la?

umursamadım hayret dolu bakışları ve gösterime başladım. tam ortaya geldim, cort diye bacakları ayırdım ortadan ikiye, sıfırımı açtım. sonra da hiçbir şey olmamış gibi "size bu kadar gösteri yeter ibneler!" dercesine kalktım, arkamı döndüm, yürüdüm, gittim.

gösterim tam tamına sahneye girişi, çıkışı ve şovuyla beraber 10 saniye sürdü. ama olsun sonuçta küçük ama etkili bir vuruş yapmıştım. kesin birinci olacaktık. önce bi anlam veremediler. hareketi yaptığımda kalabalıktan "vuaa!" diye şaşkınlık verici bir ses çıktığını hatırlıyorum, o kadar. sunucuyu da hiç unutmam, şair mevlana idris'ti. şok oldu adam.

bence tek sorun gösterimin yeterince planlanmamış çok kısa bir gösteri oluşuydu. yavaşça oturduğum yerden kalkıp seyirci ne olup bittiğini anlamadan şaşkın bakışlar arasından yürüyüp sahneyi terk ettim. arkamda büyük bir sessizlik bırakmıştım. dünyanın en kısa gösterisini icra etmem sanırım onları şok etmişti. bense umursamadan yoluma devam ettim. hatta o an karşıma bi kedi çıktı. bi de utanmadan "gel bakayım pisi pisi..." diye kediyi çağırıp sevdim. öyle bir umursamazlık. her neyse. bu da böyle bi anımdır. yıllar sonra itiraf edeyim dedim.

ayrıca bence gösterim mükemmeldi valla. bok yiyin siz.

bacaklarımı sıfır açabiliyom olum sonuçta, boru değil!

ayakkabısıyla kafası arasında 400 yıl olan adam

Günün arızası sensin anlaşıldı. Tamam güzelim sen yeter ki iste giderim hadi marie curieciğim sen işine devam et uranyumla muhabbetini bölmeyeyim.

büyüdükçe arkadaş edinmenin zorlaşması

bu aralar kafamı kurcalayan konudur. aslında bunun sebebinden emin değilim. büyüdükçe mi böyle oldu yoksa eskiden mi insanlar daha sıcakkanlıydı, bilemiyorum. yani biz büyüdüğümüz için mi çocukluğumuz bize daha güzel geliyor, yoksa sahiden o günler güzel olduğu için mi güzel günlerdi, bundan pek emin değilim. ama konuya bir şekilde girmem gerektiği için de başlığı böyle açmaya karar verdim ve şimdilik bunun "bize öyle gelen bir şey" olduğunu varsayıyorum.

çocukken arkadaş edinmek ne kadar basitti, size de öyle geliyor mu? buna itiraz eden olur mu bilmiyorum ama bir düşünün. yeni taşındığımız şehirde henüz kamyondaki eşyalar evimize yerleştirilirken evimizden çıkıp gözümüze kestirdiğimiz caddeden sağa-sola dönüp daha küçük bir caddeye saptığımızda şu an hiçbirimizde olmayan bir cesaretle seslerin geldiği, kalabalığın olduğu yere gidip birileriyle bi şekilde tanışmayı beceriyorduk. elimizde bir topla ilk sorumuz "oynayalım mı?" oluyordu.

- olum sen kimsin? niye oynuyoruz? annen baban kim, ne iş yapıyor? hobilerin neler, kitap okur musun?

hiçbiri sikimizde değildi. arkadaşlar bir şey soracağım, bu şu an bir tek bana mı "korkutucu" geliyor yahu? yani, hakikaten ne büyük cesaret öyle değil mi? bir kere "etrafta kimsenin olmaması" ihtimali yoktu. o sokakların birinde mutlaka eskiden oturduğumuz yerdeki seslere benzer sesler olurdu. ve biz tuhaf bir içgüdüyle seslerin olduğu yeri bulurduk. çocukların, gençlerin toplandığı aralığa gıcır gıcır topumuzla gidip "dokuz aylık oynayalım mı?" diye sormak yeterli oluyordu. isim, annesinin babasının ismi-mesleği, aslen nereli oldukları vesairenin pek önemi yoktu. hatta şu an bi düşündüm de çocukluk arkadaşlarımın bir tanesinin bile aslen nereli olduklarını hatırlayamıyorum. hakkaten ya, sen o kadar sene aynı topu tepüklediğin "kan kardeşinin" nereli olduğunu hiç mi merak etmedin lan? galiba bu bilgiler biraz daha büyüdükten sonra sadece sikindirikleşen muhabbetlerimiz için gerekli olan bilgiler.

tamam, belki büyüdüğümüz için artık eskisi gibi değil bazı şeyler. mesela kalkıp hiçbirimiz arabanın altına kaçan topu almak için altına girmeyiz. sonuçta çocuk muyuz amınakoyim? size kalkıp "eskiden çok güzeldi varoooov hadi hepimiz eski günlerdeki gibi arabaların altından top alalım!" diyecek halim yok.

benim dikkat çekmek istediğim nokta şurası:

beyler, son zamanlarda merdivenlerden çıkıp beton banklardan birine oturup etrafı seyreden yalnız insanların sayısı arttı mı, yoksa bana mı öyle geliyor? ingiltere'de, japonya'da "yalnızlık bakanlığı" diye bi şey çıktı bu sene, duymuş muydunuz?

şu yazıyı üşenmeden bir okuyun mutlaka. yav olum bi üşenme oku amınakoyim, önemli bi konu.

daha önceden de bahsettiğim bir habere göre, aylardır kendileriyle hiç kimsenin konuşmadığı seksen yaşlarında bir italyan çift, sonunda bir akşam yalnızlıktan bunalıp hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. yaşlı çiftin sesini duyanlar, şiddete maruz kaldıklarını düşünerek polisi arıyorlar. gelen polislere "çok yalnızız, bizimle aylardır hiç kimse konuşmadı" deyip hallerinden şikayette bulunuyorlar. polis onların evine gelip spagetti pişiriyor, beraber yiyorlar. fotoğrafı

yani benim asıl sorum şu:

arkadaşlar, kafayı mı yedik? niye birbirimizle konuşmuyoruz? niye birbirimizi yalnız bırakıyoruz? eskiden hiç zorlanmadan yaptığımız sıradan şeyler bugün niye "delice, ürkütücü" geliyor?

ayakkabısıyla kafası arasında 400 yıl olan adam

Güzelim senin hoşuna gitti galiba asabiyetim? Sinirlendirmeye mi çalışıyon? :D

ayakkabısıyla kafası arasında 400 yıl olan adam

bir tür.

evet, bazı insanların ayakkabısı kafasına göre 400 yıl önden gidiyor. bakıyorsun adamın ayakkabısına deery, nike, lumberjack, skechers, camper, di trolli rugan ayakkabı vs ne haltsa, son model gıcır bir ayakkabı. sonra bir de konuştuklarına bakıyorsun, kafa kalmış 400 yıl geride. amk adamın ayakkabısıyla kafası arasında 300 meridyen var. iki meridyen arası 703.280 dakika zaman farkı olsa 300'le çarpınca 210.384.000 dakika zaman farkından herifin ensesinde yerel saat 17. yüzyılda 04.00 falan oluyor. herifin ensesinde 2. osman döneminde hotin savaşı yapılıyor anasını satiyim.

not: elindeki telefonla olan yerel saat farkına değinmiyorum bile.

olm koşun kavga var

Et lan bana et hadi hevesini al.