bugün

-evet çocuklar jan jak ruso...
--ehuehu karıya bak ne dedi jan jak ruso dedi duydun mu! ya mal ya! con jek ruso lan o! bir de hoca olacak hahaha!

şeklinde bir diyoloğun geçmesine neden olan şahıs.

kimin mal olduğu bellidir efendim.
* * *
"bir arazinin etrafını tel örgülerle çevirip, 'bu topraklar ve üzerindeki meyveler bana ait' diyen insan, bu günkü modern toplumların kurucusu olmuştur. arazinin etrafındaki telleri söküp atarak 'o adama inanmayın, bu topraklar ve üzerindeki meyveler herkezindir' diyen adam, dünyayı nice savaşlardan, katliamlardan, kan ve göz yaşından kurtaracak olan insandır." diyen ünlü düşünür.
zamanın çıkarperestleri ve kalemşörleri "deccal" olarak yaftalıyorlardı onu. öz evlatlarını sokağa terketmekle, bir karakol fahişesini peşisıra sürüklemekle suçlanıyorlardı. sefihlikten çökmüş, frengiden çürümüş bir bedeni üstünde taşıdığını iddia ediyorlardı. "kendini savunmak"tan ziyade "kendini anlatmak" arzusunda bulunmuştur eserlerinde ve söylemlerinde.
immanuel kant' ın, emile adlı eserini okumak için, günlük yürüyüşlerine ara verdiği söylenen ünlü düşünür.
kendisi için filozof sıfatını her zaman reddeden ünlü fransız düşünür, yazar, politika ve müzik teorisyeni.
mustafa kemal'in yeni türkiyeyi oluştururken önemli ölçüde faydalandığı büyük filozof...
bazılarına göre devrimci bazılarına göre mutlakiyetçi olan yazardır. bir başkasına göre düşünceleri devrimci kendisi değildir. eşitlik ilkesini düşüncesinin temeli yapmıştır. bu nedenle marksist görüşe yaklaşmıştır. *
Dostoyevski'ye göre itirafların'da gerçekten dürüst olmayan kişidir. Dostoyevski bu görüşünü yer Altından Notlar'dakaraktere söyletmiştir.
(bkz: les reveries du promoneur solitaire) *
ilginç bir hayatı olan insan.
annesi onu doğururken ölüyor. 5-6 yaşlarındayken babası ona okumayı öğretiyor ve rousseeau 10 yaslarındayken babası onu terkediyor. bir süre annesinin ailesiyle kalıyor.
bir otelde çalışan basit ve eğitimsiz bir kızla * yaşamaya başlıyor ve hayatı boyunca onla kalıyor. sevgilisi ona tamamı doğduktan sonra hastaneye bırakılan beş çocuk doğuruyor. bir değil iki değil tam beş çocuk!
ROUSSEAUNUN HAYATI

Rousseau 112 de Cenevre de doğmuştur. Annesi onu doğururken ölmüş, babası da işlediği bir suçtan ötürü yaşadığı kentten kaçmak zorunda kalınca amcası ve sofu bir kadın olan yengesi onu yetiştirmeye çalışmıştır.
Bir saat yapımı ustası olan babası ona cumhuriyet yönetiminin değerini öğretti,onu tarihe ve edebiyata yönlendirdi.
1 Rousseau yaklaşık 30 yaşında Paris e yerleşti musiki notlarını kopya etmekten başka işi yokken 1740 lı yıllarda Ansiklopedi çevresiyle tanışır.
2 Rousseau insan doğasının eğitim ve sosyal reformlar yoluyla istenildiği gibi şekillendirilip sınırsızca geliştirilebileceğine hatta yetkinleştirilebileceğine inanır ve Fransız Aydınlanmasının en önemli isimlerindendir.
3 Rousseau her ne kadar millet sorununu özel olarak konu edinmemiş ve milliyetçilik olgusunu tartışmamış olsa da onun halk hâkimiyeti üzerine vurgusu ve GENEL iRADE fikrinde ifade ettikleri Fransız ihtilali ile yayılan milliyetçilik doktrininin tohumu olarak kabul edilir.
4 Rousseau hükümetin GENEL iRADE ye dayanması gerektiğini söylerken monarşi yönetimine aristokratik ayrıcılıklara karşı güçlü bir eleştiri geliştirmektedir. Fransız ihtilali sırasında bu radikal demokrasi prensibi şu iddiada somutlaşmıştır: Fransız halkı artık kralın tebaası değil aksi iddia edilemez ve vazgeçilemez haklara ve hürriyetlere sahip VATANDAŞLARDIR.
5 Rousseau toplum sözleşmesi, katılımcı demokrasi fikirleriyle birinci ve ikinci söylevleriyle önemli bir düşünürdür.
6 Rousseau Toplum Sözleşmesi eserinin hemen başında şu ifadeye yer verir:
“ iNSAN ÖZGÜR DOĞAR AMA HER YERDE ZiNCiRLERE VURULUR…”
1 Rousseau’nun Toplum Sözleşmesindeki açıklamalarına göre DOĞA DURUMU doğal bir özgürlük ve eşitlik durumudur.insanlar doğa durumunda zamanla artan ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelmişler ve evrimsel süreç mülkiyeti ve mülkiyet etrafındaki kavgaları doğurmuştur. Bunun sonucunda insanlar hem bu kavgaları engelleyecek bir egemenin yönetimi altına girmek hem de doğa durumundaki özgürlüklerini korumak için bir sözleşme ile tüm haklarını topluma devrederler.
Eşitlik Ve Düzen Kaynağı
1 Rousseau Toplum Sözleşmesi kuramında devletin devletin meşruiyetini topluma dayandırmaktadır genel-toplumsal irade ve ulusal egemenlik ilkesi gibi meşruiyet yasalarına dayandırdığı iktidar ilişkilerini bireysel hak ve özgürlükleri yok edici bir çerçevede ele alır.Bu ilkeler etrafında bir konsensüs oluşturan halk Rousseau’nun ifadesiyle:

1 “ Her birimiz bütün varlığımızı ve bütün gücümüzü bir arada genel bir istemin buyruğuna verir ve her üyeyi bütünün bölünmez parçası kabul ederiz,anlayışıyla tek tek bireylerden yukarıda ve üstün bir irade yaratırlar.Amaç ise;her bir insanın hem herkesle birleşmesi hem de eskisi kadar (doğal durumundaki kadar) özgür olmasıdır.”
2 Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi Kuramı eşitlik anlayışını temel alır,toplumun tümünü temsil eden GENEL iRADE ile SiYASAL iKTiDAR özdeşleştirilir.Devlet,toplum;toplum devlet olur.Toplumsal ve siyasal eşitliği ve özdeşliği bozacak her türlü engel ,genel iradenin mutlaklığının meşruiyeti gereği sistemin dışına itilir.
3 Toplum Sözleşmesinde esas problem ; politik yapının kuruluşu veya egemen varlığın teşekkülü problemidir ki,bu Rousseau’yu Hobbes’tan farklılaştıran en önemli hususların başında gelir.Hobbes ta egemen varlık onu yaratmış olan öznelerden hukuken ayrıydı,oysa Rousseau da egemen varlık onu yaratmış olanlardan meydana gelir.insanlar varlıklarını ve haklarını üyesi veya parçası olup çıktıkları egemen varlığa verirler.
4 Birey olarak her kişi Özel Çıkara hizmet eden Özel iradeye sahiptir.Ancak YURTTAŞ olarak her biri yurttaşların Ortak Çıkarına hizmet eden Genel iradeye katılırlar.Buradaki önemli nokta ; toplumu Ortak Çıkarlar üzerine inşa etme ihtiyacıdır:Özel Çıkarların çatışması toplumların kurulmasını zorunlu kıldıysa toplumu mümkün kılan da aynı çıkarların uzlaşmasıdır.
5 Rousseau un üzerinde durduğu kavramlardan biri olan özgürlük Hobbes un ;karşı çıkma direnişinin yokluğu(bir bireyin diğer kişilerin müdahalesinden bağımsız olması)anlamında kullandığı negatif bir biçimde karşımıza çıkarken Rousseau , özgürlüğü pozitif tarzda tanımlar.ona göre;şehvet dürtüsü yalnız başına köleliktir ve insanın kendisi için emrettiği yasaya itaat özgürlüktür.Onun istediği bireysel haklar ile sosyal ödevleri uzlaştırmaktır.
6 Toplum sözleşmesinin her ilgili kişinin tüm haklarını onlara tamamen yabancılaşıp bütün topluma teslim etmesi gerektiğini açıklar.Sonuçta kişisel çıkar kamu çıkarıyla irtibatlandırılır ve bireysel fayda sosyal adalete dönüşür.
GiRiŞ:

Sosyal, siyasi, hukuki, vs. alanlarda meydana gelen gelişmelerin uzun bir tarihi geçmişe sahip oldukları herkesçe bilinen bir gerçektir.
18. yüzyıla kadar felsefe salt doktrin ve ilim alanında kalmış, halkla temasa geçmemiş, toplum olaylarına karışmamış görünüyor. Halbuki bu yüzyıldan itibaren, Dünya olaylarına karışmış, fikirleri idare etmiş ve toplumu değiştirmeye yönelmiştir. 18. Yüzyılın "aydınlık çağı" olarak adlandırılması, felsefenin verilerinin; eskisi gibi sadece filozofların kafasında kalmayıp, bütün bir topluma ve onu meydana getiren fertlere malolmuş olmasının sonucudur.
Fransız ihtilali 18. yüzyılın başat vakasıdır ve bugün bile hızı tükenmiş denilemez. Zihni hazırlığı üç kuşak sürmüş ve bütün önemli yönleri eleştirel araştırma ve incelemelere konu olmuştur. Tartışmaların etkisi milli sınırlar gözetilmekten ziyade insani ölçülerde yoğunluk kazanarak yürümüştür ve Fransa'nın akıl çağında entellektüel önderliğinin tanınması, bu ülkenin siyasi önderliğinin kaynağı sayılmıştır; çünkü dünya üzerinde ilerici ve demokratik güçler kendilerini Fransız hürriyeti davasıyla özdeşleştirmişlerdir.
Eğer akıl çağı politik anlamda ihtilal Çağı ile sona ermişse, bunun kabahati filozofların ve risale yazarlarının değil yumuşak reformlara inatla direnip köktenci ihtilali kaçınılmaz kılan geleneksel güçlerindir. Voltaire ve Montesquieu yukarı sınıfların liberal muhafazakârlarıydı ve onların amacı ihtilali kışkırtmaktan ziyade önlemekti ve sosyal anlamda bir ihtilal onların düşüncelerine uzaktı. Hayran oldukları ingiltere, müreffeh ve gözüpek aristokrasi hâkimiyetindeydi. Karar yetkisi az sayıda insana verilmişti ve Parlamanto öncelikle toprak sahibi sınıfın menfaatlerini temsil ediyordu. ingiliz orta sınıfının tanınması 1832'de Montesquieu ve Voltaire'in ingiltere'yi ziyaretlerinden yüz yıl sonra gündeme geldi ve halk demokrasisinin kabulü daha da sonra belirdi.
Fransa'da bütün 18. yüzyıl zaman ve felaket arasındaki yarıştı. Yüzyılın ilk yarısı boyunca mevcut kurumların eleştirisi kilise ve devlete karşı daha açıkça yöneltilmişti, gerçi birkez ruhbanlık otoritesi sarsıldı mı (sarsılmıştı) siyasi otoritenin ne olacağı tartışma alanına girmek zorundaydı. Çağın sosyal merkezleri, filozofların parlak zekalarının güzel kadınlarla ve aylak aristokratların şüpheci kayıtsızlıklarıyla harman edildiği kibar Paris salonlarıydı. Henüz halktan sözedilmiyordu; Voltaire onlardan da la canaille (ayak takımı) diye bahsediyor ve aydınlanmanın pek az değil, pek çok önderi efendisiz hizmetçiler, işçiler ve köylüler olarak karşılarına çıkan yığınlara aynı duygularla yaklaşıyorlardı.
18. yüzyılın ikinci yarısında siyasi eleştiri ve felsefi ifade daha cesur ve açık hala geldi. Bu çağın anıtı, Diderot tarafından yönetilen ve dönemin önde gelen isimleri d'Alembert, Holbach, Helvetius, Turgot, Haller Morellet, Quesnay ve başlangıçta Voltaire ve Montesquieu'nün de katkıda bulunduğu Encyclopédie' dir. Ansiklopedistlerin inancı, insancı, akılcı ve bilimseldi: Tabiat ve toplumun anlaşılmaz ve keyfi kader veya ilahi inaçla değil, zihnen kavranabilir akli düzenle yönetildiğine ve insanın artan bilgisinin mutluluğu ve ilerlemesi için en iyi rehber olduğuna inanıyorlardı.
Yeni düşünceleri ve parlaklıklarına rağmen Aydınlanma'nın rasyonel bakış açısı gelenekseldi. Yunanistan'dan çıkan bu gelenek, rakibi olan kilise ve din dogmalarından daha eskidir. Aydınlanmanın tarihi başarısı aklın imkanlarını keşfetmede değil, dönemin hakim sınıfının büyük bir kısmını kendi (aydınlanma) hedefine döndürmesinden ibarettir. Bu rasyonalizm çağında duygu ve heyecana yer vardı ama bunlar aklın önceliğinin yedeğine alınmış ve biçim ve ifade bakımından şekillendirilmişlerdi. ilk hücum edilecek olan, şu düşünce veya bu felsefe değil, geleneksel medeniyetin asıl temelleri olmalıydı; böyle bir hücumun da bu medeniyete dahil olmayan biri tarafından yapılması gerekti: Jean Jaques Rousseau (1712- 1778)
Roussaeu'nun görüşleri şu sebepler dolayısıyla incelenmelidir:
Birincisi: 1789 Fransız ihtilaline ve onunla birlikte önce Fransa'da, daha sonra bütün Avrupa'da gerçekleştirilen demokrasiye, Rousseau'nun etkisi çok büyük olmuştur.
ikincisi: Rousseau kadar üzerinde, olumlu veya olumsuz söz sarfedilen düşünürlerin sayısı çok değildir. Demokrasi veya demokratik ve liberal gelişmeler hakkında yazan ve düşünen herkes ona çağdaşlarından çok daha fazla önem ve yer vermişlerdir.
Rousseau'nun, Sosyal sözleşme'de "doğal hal" için tutkusunu yeniden dile getirdiğinde Voltaire şöyle der: " Bir maymun insana ne kadar benziyorsa, Roussaue da filozofa o kadar benziyor; Diogenes'in kudurmuş köpeğidir o! " Bununla beraber Voltaire, o kitabı mahkum ettirip yaktıran isviçre makamlarına -ünlü ilkesine bağlı kalarak- saldırmış ve Rousseau'ya da şöyle yazmıştı: "Söylediklerinizin hiçbirinde sizinle aynı düşüncede değilim; ancak onları söyleme hakkınızı ölünceye değin savunacağım." Reformu isteyenler Voltaire'i izlerken, devrimcilerin kulağı Rousseau'daydı. Voltaire 1789'a kadar Fransız Devrimi'ne katkıda bulundu. Ne var ki 1789'dan sonra, onun siyasal etkisinin yerine Rousseau'nunki geçti. Devrimcilerin kutsal kitabı Sosyal Sözleşme oldu.

A - J.JAQUES ROUSSEAU VE DEMOKRATiK GÖRÜŞLERiNiN ANAHATLARI:
Rousseau hakkında yazanlar; çarpıcı, ateşli, oldukça cesur ve aşırı uslup ve ifadesinden dem vuruyor, kısa zamanda Fransa'yı ihtilale sürüklemesini ve bütün Dünyayı etkilemesini bu sebebe bağlamaya çalışıyorlar. Bu çarpıcı hususiyetinden başka; Rousseau'da gerek ingiliz filozofları Hobbes ve Locke, gerekse diğer ve özellikle çağdaşı Fransız filozoflarından farklı yönleri de göze çarpmaktadır.
Bir kere; eserleri Latince yazılmış bulunan Hobbes ve Locke' dan eserlerini halk dili ile yazmış bir düşünür olarak ayrılmakta, bu bakımdan görüşlerinin halka intikali imkanı mevcut bulunmaktadır.
ikinci olarak; eserlerini halk dili ile yazmış bulunan; ferdiyetçi, liberal ve demokratik görüş taraftarı diğer filozoflardan da; kullandığı uslup ve ifade ile ayrılmakta olduğu gibi, "ihtilal yıllarında Fransa bütçelerindeki geliri karşılayan, hatta krallık hazinesinin borçları dahi kendilerinden "karşılanacak" olan "orta burjuvazi"nin kararsız ve istikbal için programsız olduğu bir zamanda, bu sınıfa bir ideoloji vermesi ve ihtilale kanalize etmesi ile de ayrılmaktadır.
Bir de yine zamanın ansiklopedistlerinden; onların, halen mevcut olan siyasi, sosyal ve hukuki düzenin, halk işe karıştırılmadan ıslah edilebileceğini kabul etmelerine karşılık; kendisinin eşitsizlik üzerine kurulmuş olan bu düzenin ıslah edilemiyeceğini, fakat bir ihtilal ve inkılabın gerekliliğini benimsemiş olması, toprağın feodal aristokratlardan alınarak dağıtılmasını savunması noktalarından da ayrılmaktadır.Bu özellikleri Rousseau'yu; bir yandan, sosyalizme ayrılan yolun öncülerinden biri zannedilmesine sebep olmuş öte yandan fakir halk yığınlarının temsilcisi kabul edilmesine sebep olarak halka maletmiştir.

I - ROUSSEAU'NUN GÖRÜŞLERiNiN KAYNAKLARI, DEVLET VE HAKiMiYET HAKKINDAKi GÖRÜŞLERi:

1 Rouseau'nun görüşlerinin kaynakları:

a) Rousseau'nun Doğup Büyüdüğü Sosyal ve Siyasi Ortam:

Rousseau Avrupa'nın edebiyat sahnesinde belirmeden önce, mevcut düzenin eleştiricileri, halkı reform tasarıları içine alacak şekilde ilgi yörüngelerini yavaşça genişletiyorlardı. Fakat "halk" denilince" öncelikle zengin ve saygıdeğer tüccarlar, hukukçular ve aydınlardan oluşan seçkin Üçüncü Tabaka anlaşılıyordu. Rousseau halktan gelen ilk modern siyaset yazarıydı. Halk; adı anılmayan, karanlıkta kalmış küçük burjuvazi'nin, yoksul zanaatkarların ve işçilerin, küçük çiftçilerin, mevcut düzen içinde yeri olmayan, ümidi olmayan köksüz ve istikrarsızların, déclassé'lerin yığınıdır.
Rousseau 1712 yılında Cenevre'de doğdu. Çocukluğu bu şehirde geçti. Burası o zaman zulümden kaçan kalvenistlerin sığınağı vaziyetinde idi ve bu yüzden de kültür seviyesi oldukça yüksekti. Doğrudan demokrasi ile idare ediliyordu. Ancak olağanüstü hallerde 200 kişilik bir meclis ve hatta 25 kişilik bir heyet bütün idareyi ve yetkileri eline alıyordu. Ancak bu doğrudan demokrasi görünüşte idi. ilk zamanlarda Rousseau da öyle zannetmişti. "Discours de L'Inégalité Parmis Les Hommes" adlı eserinde; Cenevre halkının bütün fertlerine hitaben şöyle başlıyordu: "Muhteşem, çok haysiyetli ve hükümran senyörler". Fakat bu doğrudan demokrasinin sadece görünüşte böyle olduğunu, aslında 25 kişilik bir heyetin demeokrasisi olduğunu sonradan anlamış; bu defa da göklere çıkardığı senyörlere "yirmi beş despotun lehine; müdafaasız; haklardan tecrit edilmiş keyfi bir iktidarın köleleri, Atina'nın (despotları) da otuz kadardı" diyerek önceki görüşünden döndüğünü göstermiştir.
Ayrıca Rousseau buna rağmen daha çok Fransız kültürünün insanıdır. Çünkü o kültürle yetişmiştir. Ailesi bazı yazarların "orta burjuva", bazılarının ise "küçük burjuva" dedikleri burjuva sınıfına mensuptur. Yine ailesi protestan olup Rousseau da protestanken bir ara katolik olur, sonra tekrar protestanlığa döner. Babasından ayrıldıktan sonra 16 sene çok düzensiz bir hayat yaşayan ve adeta bütün meslekleri deneyen Rousseau bir elçilikte 18 ay sekreterlik yaptı. Bu hizmeti esnasında siyasi problemlere ilgi duymaya başladı. Oradan ayrıldıktan sonra bir müddet müzisyen olarak yaşadı, nihayet bazı filozoflarla ve Diderot ile tanıştı.Bir müddet ansiklopedistlerle beraber olduktan sonra görüş ayrılığı yüzünden onlarla da alakasını kesti. Rousseau'nun çok kararsız bir hayatı vardır. Eğitimi de bu yüzden belli bir disiplin altında geçmemiştir. Ancak bütün bunlara rağmen Rousseau bu güç hayat şartları altında dahi önüne gelen eseri okumuş ve kendisini yetiştirmiştir. Ayrıca Rousseau halk içinde geçirdiği bu uzun kararsız hayatı esnasında, halkı tanımış ve sevmiş, bu bakımdan da ansiklopedistlerden ayrılma imkanını bulmuştur. Neticede Dijon Akademisinin açtığı bir müsabakaya; yazdığı ilk eser olan, büyük bir sansasyona yol açan ve bu arada kendisinin tanınmasını sağlayan "Discours sur les Sciences Et Les Arts" adını taşıyan eseriyle katıldı. Bu suretle "Dünyayı altüst eden" eserlerini yazmaya başlamış oldu.
Rousseau'nun zamanında Fransa'daki sosyal ve siyasi ortam ise "Devlet benden ibarettir." diyen bir krallık idaresi, her türlü haklardan yoksun halk, toprak sahibi feodal aristokratlar, bunların topraklarında çalıştığı halde kimin için çalıştığını bilmiyen "köle" durumundaki köylüler, derebeyliğin yavaş yavaş ortadan kalkmasıyla şehirlerde oluşan yüksek ve orta burjuvazi, sermayedarlığın oluşmaya başlaması, mali vaziyetin bozukluğu ve bunun orta (küçük) burjuvazinin sırtından telafisine çalışılması, Krallığa destek durumunda bulunan ve aynı zamanda toprak sahibi bulunan kilise ve nihayet "aydınlanma çağı" nın kuvvetli filozoflarının etkisiyle doğmuş bulunan, demokratik, liberal ve ferdiyetçi felsefi zihniyet, bütün bir Fransız sosyal ve siyasi hayatının ana hatlarını meydana getiriyordu.
Bütün bu tahammül edilmez sosyal ve siyasi ortam üzerinde; bir yandan da, ingiltere ve Amerika'da meydana gelen pozitif demokratik gelişmelerin ve uzun bir tarihi teorik gelişmeyle olgunlaştırılmaya çalışılmış demokratik görüşlerin etkisiyle,mevcut düzeni olanca güçleriyle eleştirip yıpratan aydınlık çağı filozoflarının eseri sayılan sağ ve sol grupların meydana gelmesi. Burjuvazi de şuurlanmıştı. Sosyal bünye bir bunalım içindeydi ve patlama noktasına gelmişti.
Rousseau'nun içinde bulunduğu ve belki de O'nu Rousseau yapan sosyal ve siyasi ortam bu durumda idi.

b) Rousseau'nun Görüşlerinin Teorik Kaynakları :

insanları, bu arada yazarları ve düşünürleri, çağlarından ve sınıflarından soyutlayarak düşünmemeli.
Bu doğru, Rousseau için de geçerlidir.
Rousseau; Aristo'yu, Platon'u, tabii hukukçuları ayrıca, Hobbes ve Locke'u okumuş, toplum sözleşmesi konusunda da bir hayli düşünme imkanını bulmuş ve yine zamanında Diderot ile tanışmış, Voltaire'i ve Montesqieu'yü de okumuştur. Kısaca Yunan ve Roma demokrasileri ve ingiltere demokrasisi de olmak üzere savunduğu görüşlerin doğumunu ve şekillenmesini sağlayacak bütün eserleri okumuştur.
18. Yüzyılda Fransız filozofları ve bilhassa ansiklopedistler de mevcut düzenden şikayetçi idiler. Ama onlar işe, halkın karıştırılmasına lüzum kalmadan bu düzenin ıslah edilebileceğini düşünüyorlardı. Ve bunu yapmak için devamlı eleştirileri ile, ihtilale giden dönemde, düzeni oldukça hırpalamışlar ve halkın felsefi zihniyetinin değiştirilmesinde önemli rol oynamışlardır.
Fakat Rousseau, mevcut düzeni; sınıflara dayalı, eşitsizliklerin hakim olduğu bir düzen kabul ederek ve hatta toprak sahibi feodal aristokratlardan, toprağın alınarak topraksız insanlara dağıtılmasını da ileri sürerek halkın hakimiyetini yani idare edenlerle idare edilenlerin bir ve aynı kimseler olmasını savunuyordu. Bunun için de ihtilal ve inkılap gerekliydi.


I - ROUSSEAU'NUN FRANSIZ iHTiLALiNE ETKiSi :

Rousseau'nun eserlerini vermeye başlamasından önce (1750) Fransa; pozitif ve teorik gelişmelerin etkisi altında sosyal ve siyasi bir bunalım içindeydi. Aydınlık çağın diğer düşünürleri özellikle Voltaire, Diderot ve Montesquieu eserlerini vermişler, her ne kadar mevcut düzenin ıslahı için çalışıyorlarsa da, Fransa'nın siyasi hayatını sarsmışlar, yavaş yavaş cemiyetin felsefi zihniyetinin değişmesini hazırlamışlardır. Aynı zamanda bu devirde burjuvazinin her iki sınıfı da ortaya çıkmış ve bilinçlenmeye başlamıştı. Bu arada halk içinde muhafazakar ve devrimci gruplar doğmaya başlamıştı.
Rousseau, bu ortamda yetişmiş ve sosyal ve siyasi buhranların başlaması zamanlarında eserlerini vermeye başlamıştır. Rousseau'nun ferdiyetçi, liberal ve demokratik görüşler bakımından diğer düşünürlerden çok farkı olmadığını, fakat meseleleri ele alış ve halka sunuş bakımından oldukça değişik bir düşünür olduğunu, bu sebeple bu teoriyi (ferdiyetçi, liberal ve demokratik teoriyi) halka malettiğini biliyoruz.
Rousseau'nun ihtilale etkisini iki şekilde incelemek mümkündür.

1 - Rousseau'nun görüşleri ile ihtilale etkisi :

Kullandığı uslup dolayısıyla eserlerinin zevkle okunması, geniş halk kitlelerinin; savunduğu demokratik görüşleri benimsemesine yol açmıştır. Yani Fransız halkının zaten değişmekte olan felsefi zihniyetini bu suretle daha kısa zamanda değiştirme imkanını bulmuştur.
ihtilale giden dönemde şehirlerde yüksek ve orta (küçük) burjuvazi ortaya çıkmış ve bilinçlenmeye başlamıştı. Yalnız orta burjuvazi kararsız, gelecek için programsızdı. Ne yapmak durumunda olduğunu bilmiyordu. Üstelik bu kitle şehirlerdeki nüfusun çok büyük bir kısmını teşkil ediyordu. Rousseau bu geniş kitleye ideoloji verdi ve bunları da hızla ihtilale doğru kanalize etti.
Rousseau'nun toprağın feodal aristokratlardan alınıp topraksız halka dağıtılmasını savunması da O'nun görüşlerinin benimsenmesinde ve kitlelerin ihtilale sürüklenmesinde etkili oldu.
Nihayet Rousseau bütün bunlara ek olarak fikirlerini kendisi kadar hararetle savunan ve halka maletmiye çalışan; Marat, Robespiérre, Saint-Just gibi ateşli devrimcilerin de yetişmesini sağladı. Böylece Rousseau ihtilalcileri de yetiştiren bir düşünür olarak görünmektedir.

III - GÜNÜMÜZ DEMOKRASiLERiNiN ROUSSEAU'DAN ALDIKLARI PRENSiPLER :

Rousseau'nun düşündüğü; menfaatinden çok, akıl gücünün etkisi altında olan vatandaşlar; o zaman hukuki eşitlikle yetiniyorlardı. Ama bugün o vatandaşın yerine çıkarından başka düşüncesi olmıyan "toplum içi insanı" geçmiştir. (Burdeau) Bu toplum içi insanı, sadece hak ve hürriyetlerin anayasalarda tanınması ile yetinmemekte, bu hak ve hürriyetlerden faydalanabilmesi için gerekli şartların ve imkanların sağlanmasını da istemektedir. Devlet de, bu isteklere cevap vermek mecburiyetini duymuş, ferde talep ettiği bu sosyal ve ekonomik hak, özgürlük ve imkanları sağlamayı üzerine almış, fakat bu sorumluluk yanında; bir yandan girişimci gibi iktisadi sahada teşebbüse girişirken öte yandan aşırı liberalizmin sakıncalarını ortadan kaldırmak için bazı müdahelelerde bulunma yetkileriyle donatılmıştır. Böylece 1848'de teori sahasında ağırlık kazanmaya başlıyan sosyal haklar ve sosyal demokrasi, nihayet ikinci Dünya Savaşı sonrasında, hemen bütün devletlerin anayasalarında benimsenerek tamamen gerçekleştirilmiştir.
Bu gelişmelerle birlikte, bir yandan siyasi demokrasi sosyal bir karaktere bürünürken, öte yandan da aynı demokrasi klasik diye vasıflandırılan ilk şeklinden uzaklaşmış, realist veya Burdeau'nun deyimi ile "yöneten demokrasi" karakterini kazanmıştır. Bu suretle anayasalarda bir değişiklik yapılmadığı halde, belki seçime katılan seçmenlerden çok daha fazla, siyasi iktidar üzerinde etkili bulunan, adlarına "fiili iktidarlar" denilen menfaat ve baskı grupları ve kamu oyu teşekkül etmiştir.
Bir de bütün bunlara ek olarak; Rousseau'ya rağmen temsili rejimin benimsenmesini, emredici vekaletin kabul edilmeyip seçmenlerine karşı bağımsız, hiçbir sorumluluk tanımıyan yeni temsil anlayışı kabul edilmiştir.

1 - Modern demokrasiler :

Kelsen; temsili rejimi kabul etmekle ve partileri zaruri görmekle beraber, demokrasiyi; "iktidarı elinde tutanlara tabi olanların, idare edenlerle edilenlerin aynı olduğunu" dolayısıyla, Rousseau'nun demokrasi tarifinin bugün de geçerli olduğunu kabul ediyor.
Bu son gelişmeler karşısında; demokrasiyi "halk tarafından, halkın hükümeti" yapabilmenin imkanları araştırılmış ve Kubalı'nın "yarı temsili", birçoklarının ise "yarı doğrudan" dedikleri demokrasi şekline geçilmiştir. Bu yarı doğrudan demokrasiyi gerçekleştirmek için zaruri unsurlar olarak getirilen müesseler şöyle sıralanabilir Kelsen'e göre :
- Refarandum ve plebisit usulleri,
- Halk teşebbüsü,
- Millet vekillerinin dokunulmazlığı,
- Millet vekillerinin seçmenlere karşı mesuliyeti; Millet vekilliği sıfatının kaybedilmesi ve marksist demokrasilerde azil hakkı,
- Nisbi temsil usülü, millet vekillerinin tekrar seçilebilmeleri,
• Hürriyet ve halk egemenliği anlayışına dayalı parlamento,
• Çift meclis, milli ve mesleki temsil usulleri vs.
Bütün bu müessese ve prensipler, Rousseau'nun etkisiyle olmasa bile onun doğrudan demokraside ısrarında haklı olduğunun kabulüdür. Rousseau bugün ihtilalin sonrasında olduğundan daha fazla kabul ve onay görmüştür.
2 - Otariter ve totaliter devletler :

Bu devletlerde her ne kadar hak ve hürriyetler mevcut gibi görünüyorsa da; ferdin doğuştan hak ve hürriyetleri kabul edilmez, toplum sayesinde varlık ve değer kazandığı kabul edilir.
Otoriter ve totaliter toplumlarda, fertler arasında eşitlik değil hiyerarşi vardır. Toplumun menfaati fertlerin menfaatine üstün olduğundan, fert için önce mensup olduğu sosyal sınıfın meslek ve hizmet disiplini ve onun üstünde de devlet otoritesi ve disiplini vardır.
Rousseau hürriyet ve eşitlik üzerinde çok titiz olduğu gibi, bütün demokrasilerde, hürriyet ve eşitlik iki temel şart olarak kabul edilir. Bu sebepten Kelsen otoriter ve totaliter devletlerin her iki çeşidini de; "demokrasiye karşı çıkan devletler" olarak nitelendirmektedir. Bu böyle olmakla beraber bu grup altında toplanan faşist ve sosyalist-komünist devletler kendilerine demokrasi adını vermektedirler. Hatta sosyalist devletler Rousseau'nun doğrudan demokrasisine yaklaşmak için -sözde- halka bütün hak ve hürriyetleri sağlamak ve eşiltiği gerçekleştirme vadinde bulunmuşlar, bu hak ve hürriyetleri anayasalarına da koymuşlardır. Bu devletlerde seçim hakkı da fertlere değil mensup bulundukları sosyal sınıflara, hem de sadece bunların idarecilerine tanınmaktadır. Gerçek halkın doğrudan demokrasi ile idaresini hedef alan komünizm bu suretle hiyerarşik meclislerden meydana gelen bir siyasi sisteme varmış, değil doğrudan demokrasiye parlamentolu demokrasiye bile varamamıştır. Faşizm ise nihayet tek iktidar partisi olan faşist partisinin hazırladığı listelerin halk tarafından kabulüne varan bir sistemi gerçekleştirmiştir.
Sosyalist sistem taraftarları Rousseau'yu kendilerinin öncülerinden kabul ettiklerini söyliyerek, Rousseau'nun, bu sistem (sosyalist devletler) üzerinde de etkisini sürdürdüğü söylenebilir.

TOPLUM SÖZLEŞMESi

Rousseau Toplum Sözleşmesi eserinin hemen başında şu ifadeye yer verir:

“ iNSAN ÖZGÜR DOĞAR AMA HER YERDE ZiNCiRLERE VURULUR…”

Rousseau’nun Toplum Sözleşmesindeki açıklamalarına göre DOĞA DURUMU doğal bir özgürlük ve eşitlik durumudur. insanlar doğa durumunda zamanla artan ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelmişler ve evrimsel süreç mülkiyeti ve mülkiyet etrafındaki kavgaları doğurmuştur. Bunun sonucunda insanlar hem bu kavgaları engelleyecek bir egemenin yönetimi altına girmek hem de doğa durumundaki özgürlüklerini korumak için bir sözleşme ile tüm haklarını topluma devrederler.

Eşitlik Ve Düzen Kaynağı

Rousseau Toplum Sözleşmesi kuramında devletin meşruiyetini topluma dayandırmaktadır genel-toplumsal irade ve ulusal egemenlik ilkesi gibi meşruiyet yasalarına dayandırdığı iktidar ilişkilerini bireysel hak ve özgürlükleri yok edici bir çerçevede ele alır.Bu ilkeler etrafında bir konsensüs oluşturan halk Rousseau’nun ifadesiyle:

“ Her birimiz bütün varlığımızı ve bütün gücümüzü bir arada genel bir istemin buyruğuna verir ve her üyeyi bütünün bölünmez parçası kabul ederiz, anlayışıyla tek tek bireylerden yukarıda ve üstün bir irade yaratırlar. Amaç ise; her bir insanın hem herkesle birleşmesi hem de eskisi kadar (doğal durumundaki kadar) özgür olmasıdır.”

Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi Kuramı eşitlik anlayışını temel alır, toplumun tümünü temsil eden GENEL iRADE ile SiYASAL iKTiDAR özdeşleştirilir. Devlet, toplum; toplum devlet olur. Toplumsal ve siyasal eşitliği ve özdeşliği bozacak her türlü engel, genel iradenin mutlaklığının meşruiyeti gereği sistemin dışına itilir. Toplum Sözleşmesinde esas problem; politik yapının kuruluşu veya egemen varlığın teşekkülü problemidir ki, bu Rousseau’yu Hobbes’tan farklılaştıran en önemli hususların başında gelir.
Hobbes ta egemen varlık onu yaratmış olan öznelerden hukuken ayrıydı, oysa Rousseau da egemen varlık onu yaratmış olanlardan meydana gelir. insanlar varlıklarını ve haklarını üyesi veya parçası olup çıktıkları egemen varlığa verirler. Birey olarak her kişi Özel Çıkara hizmet eden Özel iradeye sahiptir. Ancak YURTTAŞ olarak her biri yurttaşların Ortak Çıkarına hizmet eden Genel iradeye katılırlar. Buradaki önemli nokta; toplumu Ortak Çıkarlar üzerine inşa etme ihtiyacıdır: Özel Çıkarların çatışması toplumların kurulmasını zorunlu kıldıysa toplumu mümkün kılan da aynı çıkarların uzlaşmasıdır. Rousseau un üzerinde durduğu kavramlardan biri olan özgürlük Hobbes un; karşı çıkma direnişinin yokluğu(bir bireyin diğer kişilerin müdahalesinden bağımsız olması)anlamında kullandığı negatif bir biçimde karşımıza çıkarken Rousseau, özgürlüğü pozitif tarzda tanımlar. Ona göre; şehvet dürtüsü yalnız başına köleliktir ve insanın kendisi için emrettiği yasaya itaat özgürlüktür. Onun istediği bireysel haklar ile sosyal ödevleri uzlaştırmaktır. Toplum sözleşmesinin her ilgili kişinin tüm haklarını onlara tamamen yabancılaşıp bütün topluma teslim etmesi gerektiğini açıklar. Sonuçta kişisel çıkar kamu çıkarıyla irtibatlandırılır ve bireysel fayda sosyal adalete dönüşür.

TOPLUM SÖZLEŞMESiNiN DÖRT KiTABI

BiRiNCi KiTAP: toplum sözleşmesinin nasıl ortaya çıktığını anlatır.
iKiNCi KiTAP: içeriği egemenlik ve yasadan oluşur. Egemenlik; genel iradenin yaşama geçirilmesi, Yasalar; genel iradenin edimleridir.
ÜÇÜNCÜ KiTAP: hükümet ve hükümet biçimlerini içerir. Çoğunluğun yönetimi; DEMOKRASi, azınlığın yönetimi; ARiSTOKRASi, tek kişinin yönetimi; MONARŞi olarak adlandırılır.
DÖRDÜNCÜ KiTAP: özel kurumları ele alır.
Genel iradenin korunması için önerdiği üç kurum;
Olağan dışı koşullar için: DiKTATÖRLÜK
Töreler ve geleneklerin korunması için: CENSOR LÜK
Yurttaşlar arasında mistik bağın korunması için: YURTTAŞLIK DiNi

“YAPTIĞIMIZ BiLGECE YASALAR HARiCiNDE HiÇBiR EFENDiMiZ YOKTUR.”

BiRiNCi VE iKiNCi SÖYLEVLER
Rousseau, romantik doğalcı akımın en önemli temsilcisidir. Romantizmi, özgürlüğü, sezgisel kendiliğindenliği, yalınlığı ve öznelliği savunmuştur. Bilimlerin ve sanatların ahlakı bozduğunu, mülkiyetin insanlara mutluluk getirmediğini, insanın uygarlaşarak özünü yitirdiğini düşünen Rousseau, bu bakış açısı içinde bir felsefe geliştirmiştir. Rousseau, insanın uygarlıktan uzaklaşıp doğaya dönmesini değil, doğanın ona verdiği yetenek ve becerilere dönmesini savunur. Yapıtlarının biçimi ve kullandığı anlatım tarzı bu eğilimin bir yansımasıdır. Rousseau, temelde 18.yüzyılın, bağnazlığa ve karanlığa karşı savaş vermiş büyük bir aydınlanmacı düşünürlerindendir. Rousseau, akıl yoluyla düşünceleri aydınlatmak yerine duygulara yönelir. Bazı yapıtlarında tartışmacı bir anlatım tarzını benimsemesinin sebebi, duyguların ve duyuların bozulmasını topluma en iyi böyle anlatabileceğine inanmış olmasıdır. Zaten yapıtlarından ikisi söylev tarzındadır: “Bilimler ve sanat üzerine söylev”(Birinci söylev) ve “insanlar arası eşitsizliğin kaynağı üzerine söylev”(ikinci söylev)

BiLiMLER VE SANAT ÜZERiNE SÖYLEV

Rousseau, çağdaş uygarlığın insanı iyileştirmek yerine yozlaştırdığını düşünmekteydi. Uygarlıkla ilgili düşüncelerini ilk kez 1750’de, Dijon Akademisi’nin “Bilim ve sanattaki gelişmeler, ahlaki yaşamda bir gelişme sağlamış mıdır?” konulu tartışması için yazdığı ‘Bilimler ve Sanat Hakkında Söylev’de açıklama fırsatı buldu. insanlar karşısında olduğu kadar, toplumun kuralları, uzlaşmaları ve yükümlülükleri karşısında da uzlaşmaz bir tutumdaydı. Bilimler ve Sanat Üzerine Söylev’de Rousseau, gerçekte geçmişe özlemle bakar ve yeni yeni gelişen kapitalizmi, onun ahlakını eleştirir. Bu yapıtında, uygarlığa tepkisini ortaya koyar. Ona göre ilkel toplum, insanın insanı sömürmediği, lüksün ve eşitsizliğin insanın ahlakını bozmadığı bir özgürlük ve eşitlik toplumudur. Uygar toplum ise, insanın iyi doğasının bozulup, erdemlerini yitirdiği, özgürlüğün yerini tutsaklığın aldığı bir toplum olarak görülür.
Rousseau, filozoflara karşı çıkıyor, “Sanatlarımız ve bilimlerimiz yetkinliğe ulaştığı ölçüde, ruhlarımız bozulmuştur” diyordu. Ancak kendisiyle de çelişiyor ve “Bilimler ve sanatlar, kaynaklarını kötülüklerimizden almalıdırlar. Devleti gerçek bilginler yönetmelidir. Bilimler ve sanatlar vakit kaybettirir, lüks yoluyla gevşetir, zevki bozar, erdemleri öldürürler. Filozoflar şarlatandırlar.” diyerek bir tür terör yarattı. Rousseau, bu eserinde bilim ve sanatlarda ilerleme gerçekleştikçe, dünyanın her yerinde, insan topluluklarında geleneklerin bozulduğunu göstermiştir. Böylelikle döneminin genel kabulüne ve nezaketine karşı çıkar: Aydınlanma çağındaki gelişmeler geleneklere esneklik, bireylere incelik getirdi. Ancak, eğitimli olmak ahlaklı olmak değildir diyerek Rousseau, yüzeysel kibarlığın aldatıcılığını, farklı olma arzusunun, değer kazanma isteğinin ikiyüzlülüğe dönüşümünü ortaya koyar. Böylece olmak ve görünmek gibi, insanın kendisiyle ve başkalarıyla bağlantılı olan ikiliklerini belirler. Bunlar onun toplumun ahlaksal eleştirisini yaparken dayandığı eksenlerdir.
Birinci söylevin yani “Bilimler ve Sanat üzerine söylev”in belirgin özelliği, Rousseau’nun bilim ve sanatların gelişimi ile zenginlik arasında kurduğu bağlarda görülmektedir: “Toplumdan ve yarattığı lüksten serbest ve mekanik sanatlar, ticaret, edebiyat doğmuştur ve bu gereksiz şeyler, sanayinin gelişmesine, devletlerin zenginleşip yok olmasına yol açmıştır.”
Birinci söylevdeki başat konular, cumhuriyetçi konulardır: Para ile savaş arasındaki Makyavelci karşıtlık, bedensel güçlülüğün önemi, erdemin “ruhun gücü ve sağlamlığı” biçimindeki tanımı ve özellikle erdemin sorgulanması ya da yozlaşmaya direnip varlığını sürdürebilme gücü. Gerçekte Rousseau, tüm aykırı kişiliğine karşın bir yıkıcı değildi ve bilimleri ve sanatları suçlarken, insanın mutsuzluğunda onları baş etken görürken belli ki onların yüzyıllar boyu kötü kullanıldığını anlatmak istiyordu

EŞiTSiZLiĞiN KAYNAĞI ÜZERiNE SÖYLEV

Eşitsizliğin kaynağı üzerine söylev, aldatıcı ve zorlayıcı toplumsal ilişkilerin, bozulmuş ahlaksal değerlendirmenin temelini oluşturur.
Bu yapıttaki amaç, eşitsizliğin kaynağının doğa yasaları olup olmadığını bulmaktı.
Rousseau, Söylev’ine, insanın tarihini yalancı kitaplardan okuması yerine doğadan öğrenmesi gerektiğini söyleyerek başlar. Rousseau’ya göre, doğa halinde birey özgür ve bağımsızdır. Doğa, insanı iyi bir varlık olarak özgür ve mutlu yaratmıştır.
insan temelde iyi ve ahlaki bir varlıktır. Onu kötüleştiren topluluk yaşamıdır. Yozlaşmanın önemli adımlarından biri mülkiyettir. Rousseau’ya göre, mülkiyet, eşitsizliği daha da ileri boyutlara götürmüştür. insanlar mülkiyeti korumak için yasal ve siyasal bir düzen oluşturmuş; böylece dünyanın hiç kimseye ait olmadığı doğal durumdan biraz daha uzaklaşmışlardır.
Rousseau’ya göre eşitsizlik, insanın doğallığını ve saflığını yitirmesine yol açan uzun toplumsallaşma sürecinin parçası olarak görülmelidir. Rousseau, iki tür eşitsizlik olduğunu söyler: “Birinci türden eşitsizlikler” ve “ikinci türden eşitsizlikler”.
Birinci türden eşitsizlikler: Fiziksel güç, enerji, akıl gibi büyük ölçüde doğuştan var olan eşitsizliklerdir. ikinci türden eşitsizlikler, yapaydı ve toplumsal koşulların farklılığından kaynaklanıyordu. Rousseau’ya göre, eşitliği sağlayacak en önemli araç vergi idi. Vergilendirmenin amacı, devlete para sağlamaktan çok, “servet eşitsizliğinin sürekli biçimde artmasını önlemek olmalıydı”. Rousseau, insanların ve malların güvenliğinin ancak cumhuriyetlerde sağlanabileceğini, çıkarla adalet arasındaki uyumun, yalnızca alışverişin karşılıklılığını değil, ortak olanın siyasal boyutunu da gerektirdiğini belirtir: “Haklının ve haksızın gerçek ilkelerini insanlar arasındaki özel ilişkilerde değil, herkesin yararını gözeten temel evrensel yasada aramak gerekir.” Rousseau, ikinci Söylev’de insanın doğasında iyiliğin var olduğunu ve bunu kanıtladığını düşünür. Ona göre duygu, kanıtlamaya dönüşmüştür: Eşitsizliğin Kökeni Üstüne Söylev’in amacı da budur.

ROUSSEAU ve DEMOKRASi
Bir görüşe göre klasik demokrasinin öncüsü sayılan, demokrasi denince akla gelen en büyük teorisyenlerin başındaki isim olan Rousseau gerçek anlamda bir demokrasinin hiçbir zaman var olmadığını asla da var olamayacağını savunur. Bunun nedeni olarak da demokrasinin sıradan insanlar için erişilmez nitelikte olan bir yurttaşlık bilinci ve erdemi gerektirmesini gösterir Rousseau için demokrasi, insanların özgürlüğüne hizmet eden bir araçtır. Ona göre bireyler kendilerini ve toplum hayatını ilgilendiren konularda doğrudan ve devamlı bir biçimde müdahil olabildikleri ölçüde gerçekten özgürdürler. Rousseau’ya göre haklılaştırılabilecek yegâne otorite yapısı kendi kendini yönetme yani katılımcı demokrasidir. Katılımcı demokrasi, tüm yurttaşların tüm kararlara aktif biçimde katılmasını öngören doğrudan demokrasidir. Eğer yegâne meşru toplumsal düzen toplumun üyelerinin ortak bir irade etrafında oluşturdukları gönüllü birliktelik ise o zaman yalnızca katılımcı demokrasi meşru olur. Bununla birlikte Rousseau gerçek demokrasilerin “halkın kolayca bir araya gelebilecekleri ve her bir yurttaşın diğerini kolayca tanıyabileceği kadar küçük olması gerektiğini belirtir. Egemenliğin yegâne meşru kaynağı ve sahibi olarak gördüğü halkın idari ve yürütmeyle ilgili kararları onun adına alabilecek temsilciler seçmesinde beis görmezken toplumun temel yasaları yapılırken halkın tüm yurttaşların oluşturduğu bir meclis aracılığıyla iradesini doğrudan ifade etmesi gerektiğini belirtir. Başka bir deyişle egemenliğin hangi surette olursa olsun devredilemeyeceğini savunan Rousseau aynı şekilde egemenliğin temsil edilemeyeceğini de ifade eder. Onun ifadeleriyle belirtmek gerekirse:

"Egemenlik başlıca genel iradeye dayanır, genel iradeyse temsil olunamaz; ya genel iradedir ya değildir, ikisinin ortası olamaz. Buna göre, milletvekilleri milletin temsilcileri değildirler ve olamazlar. Olsa olsa geçici işlerinin görevlileri olabilirler; hiçbir kesin karara da varamazlar. Halkın bizzat onamadığı hiçbir yasa geçerli değildir, yasa sayılmaz”

Buradan da anlaşılacağı üzere bizzat halkın onamadığı hiçbir işlem ya da girişim daha başka bir ifadeyle halka ve onun genel iradesine rağmen yapılan hiçbir girişim onun gözünde yasal değildir ve egemenlik ilkesiyle bağdaşmaz. Bununla birlikte gerçek anlamda katılımcı bir demokrasi her bir bireyin neredeyse özel hayata sahip olmayacak kadar kamusal faaliyetlere müdahil olmalarını gerektirecektir. Bu da Rousseau’nun ısrarla savunduğu doğrudan demokrasinin en çok eleştiri alan handikaplarından biridir. Egemenliği bölünemez ve başkasına devredilemez olarak gören Rousseau, halkın doğrudan doğruya kendisini yönetmesini ve bu yönetme sürecinde temsilciler kullanılmaması gerektiğini ifade eder. Zira ona göre “ bir halk temsilcilerini seçtiği anda ne özgürdür ne de vardır”.
Böylece, milli egemenlik anlayışını savunmasına rağmen, onun bir sonucu olarak kabul edilen temsili demokrasiyi kabul etmez ve doğrudan demokrasiyi bir zorunluluk olarak görür
Ancak burada belirtilmesi gereken bir şey var. Bireyin kendisi adına iktidarı kullanacakları seçtiği ve kendisini bir anlamda pasif konuma getirdiği temsili demokrasileri, seçilmiş aristokrasiler olarak gören Rousseau, aynı zamanda bazı koşulların oluştuğu durumlarda bunları en iyi yönetim biçimleri olarak ele alır. Rousseau'ya göre, temsili demokrasiler, ancak ekonomik eşitsizliklerin olmadığı ya da bu durumu yaratacak koşulların bulunmadığı ülkelerde var olabilir. Yani, eşitsizliğe dayalı toplum düzeninin egemen olduğu ülkelerde temsili demokrasinin varlığı, o ülkenin yurttaşları için bir kazanım değil aksine ciddi sorunların kaynağını oluşturur. Ekonomik eşitliğin olmadığı ülkelerde sistem bütünüyle güçlülerden ve zenginlerden yana işleyecektir. Böylece olması istenen temsili düzen, hiçbir anlam ifade etmeyeceği gibi, toplumsal yapının kırılmasına ve yönetim sorunlarının başlamasına sebep olacaktır. Bu açıdan bakıldığında Rousseau için, ekonomik eşitsizliklerin bulunmadığı ülkelerde temsili demokrasinin iyi bir düzen olabileceği söylenebilir. Çünkü "temsil düzeneği genel iradeyi ortaya çıkarabilecek bir yönde çalışacaktır. Böyle bir yönetimde genel irade de kendisini parlamentodaki çoğunluğun iradesinde ortaya koyabilecektir".

DEĞERLENDiRME

Yukarıda özetlenen düşünceleriyle Rousseau bütün çağdaş demokrasilerin bir bakıma öncüsü olmuştur. Rousseau, Rönesans’tan beri gelişen Avrupa kültürünü irdelemiş ve bunun olumsuz yanlarını eleştirmiştir. insanlık kültürünün göz kamaştıran bir gelişme ve ilerleme içinde bulunduğuna inanan bir çağın ortasında Rousseau; bu kültürün insanı gerçek doğasından soyutladığını, duygunun raftan kaldırılarak bütün değerlerin akla göre biçilmesiyle insanın gittikçe bir mutsuzluk içine itildiğini savunmuştur. Rousseau’nun felsefesi, duyguyu insan yaratılışının temel gerçeği olarak ileri sürmekle, akla büyük inanı ve güveni olan “Aydınlanma”da çok önemli bir değişmenin göstergesi olmuştur. Bu bağlamda, Rousseau’nun Aydınlanma felsefesini sona erdirecek, hiç olmazsa sarsacak anlayışların başlıca kaynaklarından birisi olduğu söylenebilir. Zaten onun büyüklüğü bir bakıma ondaki bu ‘çağını eleştirmede başarıya ulaşma’ yeteneğinden kaynaklanır. Uygarlık ve teknolojinin ilerleyerek insanın eşitlik ve özgürlüğünün esaslılığının yitirildiği bir çağda, Rousseau, kültürün doğaya uygunluğu yolunda uğraşlarda bulunmakla ancak çözüme ulaşılabileceğini savunmuş, devletin varlık amaçlarının başında da bu ‘doğallığı gerçekleştirme’ öğesine geldiğine özellikle değinmiştir. Rousseau’nun düşüncelerinin uzun süre etkinliğini sürdürmesinin temelinde neden olarak, Rousseau’nun özgürlük ve eşitlik düşüncesine verdiği önem yatar. Rousseau, insanların en önemli varlıklarının özgürlük olduğunu, özgürlükten caymanın insanlıktan caymakla özdeş olduğunu; özgürlüğü elde etmenin güç olmasına karşılık onu bir kez yitirdikten sonra elde etmenin artık olanaksız olduğunu vurgulamıştır.
ımmanuel kant a göre kendisini etkileyen en önemli filozoflardandır. zira kant onun için söyle demektedir:

'bu körelmiş yol ortadan kalktı; insana saygı duymayı öğrendim ve genel şeylerle uğraşan birisi olarak; bu yoldaki çalışmaların, tümünden, insan haklarının yerleşmesi bakımından bir değer taşımayacağına inandığım anda da, kendimi pek işe yaramaz biri olarak gördüm.'
ayrıca :

''gerçek dertler beni az etkiler ; karşılaştığım sorunlarla başa çıkabilirm , ama korktuklarımla asla.''

''beklemek karşılaşmaktan daha müthiştir; tehdit darbeden daha kötü. ''

aforizmalarıyla beni oldukça etkileyen yazardır.
jean-jacques rousseau (1712-1778) yazar, düşünür, müzik teorisyeni, filozof. du contrat social (toplum sözleşmesi) eseri ünlüdür, insanın doğal halinin uygarlık tarafından değiştirilmiş halinden üstünlüğünü savunur. işte birkaç sözü: "eğer insanlar tanrı olsaydı, kendilerini demokratik olarak yönetebilirlerdi. insanlar tanrı olmadıklarına göre, mükemmel bir devlet insanlara göre değildir." "insanlar ömür kısadır derler ama, yine de onu kısaltmak için ellerinden geleni yaparlar."
Dünya felsefe tarihinin en çelişkili ismidir. Her zaman Cenevre vatandaşı olmakla övündü ama fikirlerinden dolayı vatandaşlıktan çıkarılması uzun sürmedi. Akıl ve mantığı bş tacı etse de en nihayetinde hep romantik hareketin içinde anıldı. iyi bir eş olmayı beceremediği gibi baba olmayı da beceremedi. beş çocuğunu art arda terk etti. Onları civardaki hastanelere bıraktı. Ve sonra oturup anne babaların nasıl çocuk yetiştirmesi gerektiği hakkında kitaplar yazdı. Hala bir başucu eseri olan Emile böyle kaleme alındı. Avrupa'da herkes Rousseau'nun "ilerici" yapıtlarını, toplumsal nasihatlerini konuşadursun, filozofun kendi çocukları sefalet içinde ve kaderlerine terkedilmiş halde yaşadı. (Elif Şafak - Habertürk)

Edit: Bazı şeyleri yapamayabilir ama çok iyi öğretebilirsin.
emile' i yazmış olup, çocuğun nasıl yetiştirilmesi gerektiğini kendinden önce insanlara anlatmaya çalışmış yazarımsı. sen git kitap yaz çocuk şöyle olucak, kırlarda yuvarlancam onla diye. sonra da 5 çocuğunu terk et git!
(bkz: bir babanın yapabileceği en büyük şerefsizlik)
çocuklarını terketmesinin, eserlerinde bahsettiği görüşlerinin ve öğretilerinin önüne geçtiği yazar, düşünür.
"Bir tarlanın etrafını çitleyip 'burası bana aittir' diyen ve bu söze inanacak kadar saf kişiler bulan ilk insan uygar toplumun kurucusu olmuştur." (insanlar arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, 2. Bölümün ilk sözü)
"Sadece ben, kalbimi duyuyor ve insanları tanıyorum. Gördüklerimden hiçbiri gibi yaratılmamışım; yaşayanlardan hiçbiri gibi yaratılmış olmadığıma inanmak cüretini gösteriyorum. Öteki insanlardan daha iyi değilsem bile, hiç olmazsa başkayım.
Asla! bir sürünün içtiği yerden su içmedim, gecelediği yerde gecelemedim.
Hayatımın hiçbir anında, "vurun abalıya!" demedim. işkence tezgáhında bile inanmadığım şeyleri söyletemediler." demiştir.