bugün

kafa dergisinin ocak sayısından güzel bir ismail saymaz yazısı.

--spoiler--
''hesapladım; sait'le karşılaştığımız o günün üzerinden tam tamına yirmi yıl geçmiş. bir kurban bayramı günüydü. r'leri yuvarlayan o şirin laz şivesiyle, ''hayde'' dedi, ''bizum ocak'ta bir çay içelum.''

adını ilk kez o gün duyduğum rize ülkü ocağı'na adım atarken, üç yılımı burada geçireceğimi ben de bilmiyordum. benim 'ülkücülük' serüvenim, rize anadolu lisesinden arkadaşım olan bir laz'ın önayak olmasıyla başlıyordu. evet, artık ben de bir bozkurt'tum.

o yıl okulumda ortaokul kısım reisi oldum. ''ergenekon'dan, demirleri eriterek çıkan kurt'' misali sınıfa girdiğimde, arkadaşlarım arasında çokca 'azılı komenist' olduğunu fark ettim. mesela alp, grup yorum dinliyordu. niyazi, teneffüslerde, sıra arasında sakladığı mao'yu açıp açıp okuyordu. etkin ve ulaş'ın da ne menem 'yıkıcı' oldukları isimlerinden belli değil miydi?

hemen 'teşkilatlanmaya' koyulduk.ilk 'ülküdaşım' gökhan oldu. demokratik sol parti'nin, üzerinde bülent ecevit'in resimlerinin olduğu seçim balonlarını bisikletime bağlayarak, şehirde tur atmayı saymazsak eğer; ömrümdeki ilk siyasi eylemim, okulum da dergi dağıtmak oldu. dergimizin adı, 'erkek kurt' anlamına gelen, börteçine'ydi. dergimizin ilk sayısının üzerinde, tarkan'ın el çizimi vardı. ve resmin altında, ''ergenekon yurdun adı / börteçine kurtun adı...'' dizeleri yer alıyordu. dergide benim de bir şiirim yer almıştı. atletimin içine sokarak okula götürdüğüm dergiyi, el altından ülküdaşlara ve 'asenalara' dağıtırken yakalandım. haliyle, disiplin'e düştük.

ertesi yıl 95 seçimleri vardı. alparslan türkeş, rize meydanı'na çekilen bir kamyon kasasında miting konuşmasını yaptığı sırada, okul üniformamı giymiş, kravatımı takmış, hazır ola geçmiş halde, yanı başında duruyordum. o ''bozkurtlarrrrr'' dişte bağırıyor, ben hayranlıkla dinliyordum. meydanda bin kişi bile yoktu. varsın, olmasındı. seçim çalışması için üç hilalli bayraklarla donattığımız kırık dökük 'reno' ile ilçeleri gezmeye koyulduk. çayeli bizden sayılırdı. pazar'ın, eski adıyla atina'nın bu kadar 'komenist' olduğunu bilsek, ilçeye hiç girer miydik? mustafa yıldızdoğan'ın türkiyem şarkısı ile yokuş aşağı girdiğimiz ilçede, ıslık bile çalmadan, başımız önde ayrıldık. fındıklı mı? bu ilçede, esnaf tarafından dövülmediğimize şükrettik. o seçimde, ecevitçi babam dahil, hiç kimseyi bizim partiye, mhp'ye oy vermeye ikna edemedim. yaşım tutmadığı için ben de oy veremedim. seçim sonuçları açıklandı; biz barajın altında kaldık. ocak gençliği olarak, terk edilmiş birer delikanlı gibi, onulmaz bir acı hissettik. hüznümüzü aşık sefai'nin ayşem'i ve osman öztunç'un mehmedim'iyle dindirdik. ve elbette, orhan gencebay'la... derken haber geldi: ardeşen tv, ülkücülerle solcuları tartışmaya davet ediyordu. ben ve iki arkadaşım stüdyonun sağına oturduk. uzun ve kıvırcık saçlı; sustuğu zamanlarda bıyıklarıyla meşgul olan solcular; bizi bastırmıştı. biz ''ama vatan'' dedikçe, onlar çayın taban fiyatından ve mevsimlik çay fabrikası işçilerin yevmiyelerinden söz ediyordu. biz ''turan'ı kuracağız'' diye söze girsek, onlar sahil yolundaki çevre kıyımından ve fındığın para etmeyişinden bahsediyordu.

bizi perişan ettiler. bıyıklarımızın gür bir şekilde bitip 'hilal' şeklini almadığına kahrettiğimiz zamanlardı. atsız'ın şiirlerini okudukça 'kaşe montun' altından çin seddi'ni kesiyorduk; gün gelecek, çin sarayı basılacak ve o hesap kapanacaktı. dokuz ışık yol göstericimizdi. anlamasakta okuyorduk. o yılın sonunda rize anadolu lisesi'nin reisi ve askoroz'daki okullar bölgesinin sorumlusu oldum. 96'da, garip haller yaşanıyordu. susurluk'ta bir kamyon bir mercedes'e çarpmış; içinden çatlı reis'in cesedi çıkmıştı. milyonlarca insan derin devleti protesto için ateş böcekleri gibi, akşamları ışıklarını yandırıp söndürüyordu. ben ülkü ocağı'nın altıncı katındaki balkonundan, aşağıya ve sokağa bakarken kafamdaki sorulara yanıt aramakla meşguldüm: '' dünya türk olsa da yoksul olmaktan kurtulacak mıydık? '' kendi sorumu, içimden, hayır diye yanıtladığım an, dünyamın değiştiğini sezinliyordum. o günlerde, edebiyat öğretmenim selma hanım'ın ''tamam, nihal atsız'ı da oku, ama bunu da oku'' diye uzattığı 'ince memet' ile, bir günaha girercesine tanıştım. ince memet'in her sayfasında, kendi hikayemi buldum: misal, tahta el arabasıyla rize sokaklarında hamallık yaparak geçinen dedem hacı kurban'ı... dedemin türklüğü, yoksulluğu kadar kesindi. o günlerde bu soruları seslice ifade etme cesaretini bulamıyordum. vakit vardı daha...

derken, rize'de kalkan otobüsle kayseri erciyes dağı'nda yapılan ''türkçüler kurultayı'na'' gittik.biz rizeli bozkurtlar'dık. günlerce horon teptiğimizi ve doğu karadeniz şivesiyle uluduğumuzu hatırlıyorum. başbuğ'u ikinci kez bu kurultayda gördüm.kürsüde konuşurken, meydanda taşınan bozkurt heykelini görüp 'indirin onu!' diye bağırmıştı.bir ben değil, bütün meydan korkmuştuk. türkeş'i üçüncü ve son görüşüm, 97 yılının karlı bir kış günü, ankara'da tabutu içinde ve omuzlarda taşındığı gün oldu. mahşeri kalabalığın içinde, aklımdaki bir yığın soruya rağmen, ben de vardım. yüz binlerce insan türkeş'in cenazesini kaldırıyordu, ben ise ismail reis'in...

rize ülkü ocağı'ndan, bir daha adım atmamak üzere ayrılırken, ilk gençliğimi içeride bırakarak çıktım. yanımda ve koltuk altımda bir zamanlar adını duyduğumda öfkelendiğim yaşar kemal'in ince memet'i vardı. ardından, nazım hikmet'in memleketimden insan manzaraları'nda; hamallık, çay işçiliği ve hamsicilik yapan sıradan insanları buldum. ve ahmed arif sayesinde, ülkenin güneydoğusunda, yeterince türk olmadıkları için ölümlerden ölüm beğendirilen kürtleri öğrendim sonra. milliyetimi soyunarak çıktım o kapıdan... ben çıktım, 'ismail reis' içerde kaldı. esasen kötü çocuk değildi.''
--spoiler--