bugün

üniversite için başka bir ülkeye giderken sizi yıllarca büyütmüş anneanne ve dedeyi geride bırakmak. dedenin havaalanına gelemediği için arkanızdan gözü yaşlı bir biçimde el sallaması, anneannenin uçak gözden kaybolana kadar el salladığını bilmek, gözyaşlarınızı içinize akıtmak zorunda olmak ve tatil için geri döndüğünüzde bazı sebeplerden dolayı en çok sevdiğiniz o iki insanın yanında olamamak, onlardan uzak geçirdiğiniz her saniyenin zehir olması.
babanizi kaybettikten bir hafta kadar sonra, calan kapiya, bosta bulunarak ; 'babam geldi,hemen acip elindekileri alayim' diye dusunerek kosmak ve mutluluk oldugunu sonradan anladiginiz bu duygunun sadece ve sadece 2 saniye surmesi.
(bkz: pazarlık) insanlığın düştüğü durum özeti.
birbirlerini görmek,dokunmak için can atan sevgililerin uzakta olması...
rte'nin başbakan olması..
bir teyze düşünün, masmavi gözleriyle size bakan, hastalıktan ve kansızlıktan bembeyaz teniyle ölüyü andıran türden. o kadar hasta ki ağrılarından, belki de kolay kolay çıkmayan canından ötürü sürekli sayıklayıp inlemekte. hemde yürek burkarcasına. diğer hastaları rahatsız ettiği için başka bir odaya götürülecektir. çocukları bakamadıklarından ya da çok işleri olduğundan olsa gerek bir bakıcı tutmuşlar. öyle sevimsiz öyle gaddar ki diğer odaya geçmesine yardım ettiğim elini tuttuğum için bana kızan, kadına bağıran insanlıktan yoksun bir şey. evet ona takılacak bir sıfat yok şey işte. öyle ki hastanedeki hasta bakıcılar bile yaşlı teyzeyle dalga geçmekte. yaşlı teyzeyi diğer odaya götürür yatağına oturtursunuz. arkanızı dönüp tam odadadan çıkmak üzereyken, cansız bir ses size "kızım gitme, elimi tut" der ama gidersiniz. sonra öğrenirsiniz ki 3 gün sonra ölmüş bu teyze. içiniz burkulur, canınız yanar o kadar merhametsizlerin içinde biraz olsun ilgi gösteren siz olduğunuz ve gitme dediği halde kalamadığınız için.
sürekli sona yaklaşıyor olmak
askerlik şubesinde bir kargaşa bir kıyamet, ''neyi nereden alıp nereye veriyoruz'' diye ortalıkta dolaşan onca er namzeti. bir odaya girip muhayene olacaklar. bir sıra var ki sonunu bulana kadar yarım saat geçiyor.
sıranın önlerinde boyu kısa bir genç var. oldukça kısa. arkaalarda sıra bekleyenler kendi aralarında konuşurken illaki bu boka da burun sokuyorlar. bunun ne işi var burda, askerlik yapıyor mu böyleler muhabbetleri dönüyor.
sıra sağolsun on dakikada on santim ilerlemiyorken gençler sıkılıyor. ulan ne boktan iş bu askerlik, hay ben böyle işin hayıflanmaları başlıyor.
sıra bu kısa boylu arkadaşa gelince kapıdan konutanla konuşmalarını duyuyoruz;
- askerlik yapıcan mı olum sen
- evet komutanım
- bak oğlum. istersen yapmazsın sen. boşver.
- yapıcam komutanım. allahınızı seviyorsanız bana askerlik yapamazsın demeyin.
...
- tamam doldur o zaman şunları
- sağolun komutanım. söz veriyorum normal insanları aratmıycam

arkalarda kızaran suratlar, vay amına koyimlar, sessizlik...
ne normali ulan, ne normali! sen normal değilsen ben böyle normalliğin içine sıçayım.
toplumdan uzak, kendi düşüncesini ve yolunu tutan yalnız adamın ciddiye alınmaması ve zaman zaman da dışlanması.
logar kapağını takmak yerine karton dan kapak yapılıp insan hayatının hiçe sayılması.
alışveriş yapmak üzere gidilen büyük bir marketin oyuncak bölümünde kalmak isteyen oğlunu, alışverişini tamamlayıp dönene kadar orada kalması, bir yere ayrılmaması için uyardıktan sonra alışverişi tamamlayıp oğlunu ve istediği küçük bir oyuncağı alıp bir paketleme işi için müşteri hizmetlerinin önüne gittiğinde yaşlıca bir kadın görürsün.
kadın oğlun ile aynı yaşlarda olan bir oğlan çocuğunu aramaktadır. sizi görünce -hah işte bu oğlanla birlikte oyuncaklara bakıyorda sonra elimden kaçtı gitti diye söylenip oğlanın adının anos edilmesini istiyordur. kadın telaşlı ve sinirlidir. endişelenir kadın ile birlekte sağa sola bakınmaya başlarsın. çocuk kadının torunu olacak yaştadır ve etrafta bir anne veya baba yoktur. kadının siniri telaşının üzerindedir adeta sürekli bir yakınma hali ile - ah ah beni mahvetti bu velet, elinden çektiklerim, bir bulsam biliyorum yapacağımı..biçiminde söylenmektedir.
o sırada uzakta çocuğu görürsün, kadının ilk lafı - gel buraya, ben biliyorum sana yapacağımı olur.
kadına eğilip, - lütfen, o bir çocuk, endişelenmekte haklısınız ama eminim çocukta çok korkmuştur. sakın çocuğa vurmayın. dersin
kadın tamam tamam gibisinden başını sallarsa da çocukla ilk temasları kadının eli ile çocuğun kulağı arasında olur. öyle böyle değil asılırcasına çekmektedir çocuğun kulağını..
dayanamaz kadına sokulur,- yapmayın, bakın çocuk nasıl etrafına bakıyor, kırmayın bu kalabalığın içinde gururunu.. dersiniz. çocuğun dayaktan kurtulamayacağı kadının her halinden bellidir, ama bari kişiliği fazla ezilmesin istersiniz.
kadın bir an elini çekse de, siz bir adım attığınız gibi çocuğu tokatlamaya başlar, bir yandan kendisini kınayarak bakan insanlara karşı haklı çıkabilmek için, - ben neler çekiyorum bundan, ne anası var, ne babası. attılar başıma,, diye söylenmektedir.

bir an elinden tuttuğunuz oğlunuza ve elindeki oyuncağa, bir an herkesin içinde dayak yemenin utancıyla minicik kalmış o oğlan çocuğuna bakarsınız..
kendinizden utanırsınız, o çocuğa koruyabilme sahip çıkabilme şansınız olmadığına utanırsınız, oğlunuzun elindeki oyuncağı çocuğa vermek istersiniz ama çocuğun utancını artırmaktan korkarsınız..
omuzlar düşük, mutsuz biçimde marketten çıkar, ağlayarak sürüklenerek götürülen çocuğun arkasından bakıp kalırsınız..
bazen insanın hayata bakışına da değiştirebilirler.tamamını değilse de bir kısmını...
lise çağlarında, her çocuk gibi bende sokaktaki hayvanlara karşı garez beslerdim. taş atar, kovalar, kuyruklatına birşeyler bağlardık. halbuki evde iki adet muhabbet kuşunun her türlü pisliğini temizlerdim ve hayvanları sevdiğimi her platformda söylerdim.bir gün, kuşlarımı hava alsın diye balkona çıkarmışlar. bizim oranın garip bakışlı bir kedisi vardı. o inekte (yani kedi de, hakaret olarak inek) balkona çıkmış kuşlara yiyecek gibi bakıyor. tabi ben uzaktan durumu görüp kovaldım kediyi. kuşları da içeri aldım aynı anda kediyi de bir kenara not ettim. yine günlerden bir gün basket oynamışız, top elimde yolun karşısındaki evin bahçe duvarında oturuyorum. arkama döndüğümde aynı kediyle gözgöze geldik(hayır kısaboylu değilim) ben de hem hınzırlık, hem de intikam duyguları içerisinde elimdeki topu hayvanın kafasına fırlattım. kedi kaçamadı ve kafası topla beton zemin arasında kaldı. kafasını kaldırdı burnundan kan sızdığı halde gözlerimin taa içine baktı...
şimdi bile yazarken tüylerim ürperiyor. insan ırkından başkalarının da bu dünyada yaşamaya hakkı olduğunu ve hepimizin eşit olduğunu o bakışlar öğretti bana... keşke yapmasaydım dediğim büyük pişmanlıklarımdan birisidir.
* kulaginizda, çok sevdiginiz halde yalniz oldugunuz sehirde yok olmamak, dogal seleksiyonda elenmemek icin duygularinizi deprestirmeyecek müzikler çalarken, üsümemek ve sirada birkaç kisinin önüne geçmek için mecidiyeköy ilk duraga hizli hizli yürürken, birden o seslere körler derneginin, o fedakar 3 üyesinin üstüne musamba serili akümülatörden aldigi enerjiyle çaldiklari acili türkülerin karismasi.

* normal zamanda bunlara dikkat etmemek, duygusal bir anda içip hömkürerek aglamak istemek, içmek, fakat aglayamamak.

* dünyadaki en katiksiz yalanin "adalet" kelimesinin icinde oldugunu anlamak.

* konu hakkinda girilen bütün entry leri okuduktan sonra hafif bozuk olan ruh sagliginizin iyice boka sarmasi, her türlü inancin sorgulanmasi.
havaya atilan bir tasin tekrar yere dusmesidir.
sanki hepiniz hayatta belli bir seviyeye kadar yukseleceksiniz ama donup dolasacaginiz yer hepinizin aynidir der gibi bir anlami vardir bu eylemin.
yıllar önce bugünkü gibi her yerde parklar yoktu. mahallemize dönen salıncak dediğimiz bir aletle bu aleti döndüren sahibi gelirdi. o kadar muhteşem bir aletti ki bu, bütün hafta heyecanla geleceği günü beklerdik.
şimdi bakıyorum da ulan nesi güzelmiş bunun diyorum. ortasında bisiklet gibi bir bölüme adam oturup başlıyor çevirmeye, bugün lunaparkta on kat büyüğü olan koltuklar adamın etrafında dönmeye başlıyor. adam hızlandıkça koltukta uçuyormuş gibi oluyorsunuz. en azından o yaşlarda öyle oluyorduk. o zamanlar süperdi.
derken bir bayram günü günlerdir beklediğimiz adam geldi. mahallenin bütün çocukları koltuk kapmak için sıraya geçti. salıncaklar dolu dolu seferini yaptı. çok ucuzdu çok. sadece 10 kuruş o zamanın parasıyla. yani bayram harçlığını alan çocuk 3'er 5'er sefer binebilirdi. ilk tur binenler indi. ikinci tur için diğer çocuklar binmeye başladı.
apartmanın kapıcısının küçük kızı adamın yanına yaklaşıp ''abi 5 kuruşa olur mu'' dedi. avcunu açıp adama elindeki 5 kuruşu göstermesi dün gibi gözümün önünde.
ben adam kesin kabul edip çocuğun başını falan okşayıp bindirecek koltuğa diye düşünüyordum, ''olmaz'' dedi. o kızın bu laftan sonra bir başını yere eğişi vardı ki, işte o an yıllar sonra bile unutulamıyor. acaba küçük kız şimdi hatırlıyormudur, inşallah unutmuştur diye hala düşünürüm.
evimde otururken düsünürüm sık sık ilerde ben ne olacagım diye bu bencil düsünce beni suan yalnız olan cocukları tarafından bir köseye atılmıs bayramda bile ziyarete layık görülmeyen yaslılar gelir kimbilir kac insan bir kösede sevdiklerinin ismini vefasızlıklarına ragmen sayıklayarak öldüler hayat acımasız soguk ve zalim... *
(#1006836) hayat oyunlar oynamayı sever insanlara..
(#1033218) bazen hayatın size oynadığı oyunlarda oyuncağınız değil kalbiniz kırılır..
(#1478913) bazen de siz hayata bir oyun oynamak istersiniz , ama hayat daha şeytanidir size nazaran..
(#1369739) ve bazen kendinizi hayatın ellerine bırakamanız gerekir..
(#927481) elbette hayatın oyunları her zaman eğlenceli değildir..
Ankara'da kış mevsimi, soğuk, hafif kar serpiştiriyor ama Ankara'nın o meşhur ayazı yok daha ortada bir kaç saat var ona. iki kızkardeşten biri dersaneden, biri okuldan çıkmış vitrinlere baka baka, ama oyalanmadan dolmuş duraklarına gidiyor. o sırada 4-5 yaşlarında iki küçük çocuk görüyorlar öyle de güzeller ki, metroya girmeye çalışıyorlar ama belliki bir yere gitmeyecekler, ısınacaklar orada biraz, ellerinde birer baskül var, koşarak merdivenlerden iniyorlar. iki kızkardeş onlara bakar, gözgöze gelirler "tartılıcaktık" çıkar ağızından iki kızın. hemen geri çıkarlar merdivenleri daha da hızlı, minnacık elleriyle baskülü önlerine koyarlar kızların hemen tartılır kızlar."ne kadar" sorusuna "200"diye cevap verirler.(200binlira o zmanlar ytl yoktu)hemen ceplerdeki, cüzdanlardaki bozuk paralar çıkarılır, bu sırada küçük kardeş çocuklarla konuşmak için"200 er dimi" diye sorar. gelen cevap içi burkmakla kalmaz, paramparça eder, o minicik çocuk "yok 100erden 200" der ve iki kızkardeş varolan bozuklukları bırakıp, ağlamamaya çabalayarak ordan uzaklaşır.
mühendislik eğitimi almanıza rağmen ilkokuldaki gibi ezbere not dikte ettirilmeniz.
hep çantamda minik çikolatalar taşımak istemişimdir, çocukları sevindirebilmek için..
anneanneye kanser teşhisi konmuştur ama durumda çok vahim değildir. ışın tedavisi işe yaramaktadır. sıkıntı her gün ege üniversitesi hastanesi onkoloji servisine gitmektedir. anne ile anneanne her gün yollanırlar oraya. yazdır iş güç yoktur. denir ki anneye bir gün "sen dinlen bugün ben götüreyin ninemi hastaneye". anne gönülsüzce kabul eder, yorulmuştur çünkü gerçekten.
hastaneye gidilir. ışın tedavisi biter. doktorla görüşmek gerektiği için, beklenmeye başlanır lakin bir türlü sıra gelmez, doktorun işi bitmez. sıkılmaya başlanır çok fena oflarır, puflanır. anneanne sessizce beklemektedir oysa. ama siz gençsinizdir ya iki dakika duramazsınız yerinizde.
sonra beklediğiniz doktorun kapısı açılır. üzerinde rengi güneşten solmuş gri ceketi ve kasketi ile bir amca çıkar dışarı geri geri. saygısından arkasını dönmemiştir doktora. sonra yavaşça başı önde yüzünü sizden tarafa çevirir. amcanın burnu yoktur. deri kanseri midir başka bir şey midir bilemezsiniz ama amcanın burnunun olması gereken yerde siyaha çalan mor renkte bir delik vardır...

o an anladım bana verilen hayatın ve sağlığın değerini.. beynime kazınan o görüntü, içimi sıkan bütün dertlerin aslında sadece oyun olduğunu öğretti bana..

burnu yok olmuş bir insanın varlığının karşısında benim ne derdim olabilir ki...