bugün

son dönem türk şiirinde kendi sesini en iyi bulmuş şairlerden birisidir. şiirlerine müptela olmanız işten bile değildir. çok iyi yazar. ismet özel'i etkilediği yerlerin olduğunu söyleyenler vardır. olabildiğine alçak gönüllü ve gündeme uzak bir şairdir.
(bkz: harranli müneccim)
(bkz: futbol oynayan cocuklar)
(bkz: minarede vurulan müezzin)
(bkz: generaller nicin sokaga cikamaz)
(bkz: Pastörize Sevgi)
(bkz: Korkuyorum)
(bkz: Neyi Ki Çok istersen)
[...]
Ben sazımı kırdım dosyamı saçtım
Kağıtlarımı yaktım
Kuşlarımı uçurdum
[...]
(bkz: nuh a gemi resimleri)
seni tanımıyordum, hrant,
yeterince tanımıyordum, evet,
fakat gördükten sonra o gün
küskün bir çocuk gibi orada,
kaldırımda,
yüzükoyun uzanmış, öyle büyük,
destansı,
öylesine tıpatıp kendine, özgürlüğe,
hak edilmiş onura benzeyen bir
erinçle
uyurkenki resmini,

hani, yalnız kendine değil, hayır,
ölecekse, ölümü, iyi, güzel ve doğru
bir şeyler uğruna olsun isteyecek
herkese,
yani her ölümlüye benzeyen
güzellikte…
ve kuşkusuz, en çok da, mahallenin
bıçkınlarıyla, efeleriyle
baş edemediği için
hırsından gizli gizli ağlayan,
kendi yüreğini kemiren,
gün günden budandığını,
yontulduğunu
ve lokma lokma yutulduğunu
hisseden
mahallenin sessiz çocuklarına
güç veren dirilikte uyurkenki resmini
gördükten sonra o gün,

artık diyorum ki, kendime:
vursalardı beni de, hrant gibi,
ben şahsen, zaptiyenin
örtbas muşambasıyla değil, hayır,
agos gazetesiyle
örtsünler isterdim cesedimi;

agos gazetesiyle örtsünler, ne fark
eder,
yalnızca, senin gibi, perçemim,
potinlerim,
bir de - biraz iş çıksın diye
yoksul şairciklere,
çömez muhabirlere -
benim de potinlerimdeki
iki romanesk delik
görünecek biçimde…

ki, böylece, resmin geri kalan kısmını
güvercinler doldursun!
senin o, isa peygamber’inkini andıran
yakışıklı alnını
kanatıncaya kadar duvara vura vura
sonunda kalbimizde açmayı
başardığın
mucizevi gedikten
gökyüzüne saçılan güvercinler...

hani şu, sen susunca, senin o
koskocaman,
o, tanrının eliyle okşanmışçasına
sıcak
olduğu anlaşılan yüreğinin sesini,
‘sessizliğin sesi’ni, sonsuzluğun sesini
açıkça işitilir kılan,
daha gür, daha beyaz,
daha cesur kanat vuruşlarıyla
gökleri çatırdatan
‘tedirgin güvercinler’...

seni tanımıyordum, fazlaca
tanımıyordum, fakat
vursalardı beni de, hrant dink,
senin gibi,
her şeyi göze alıp, cenaze namazımı
tanrı’nın ‘meryem ana’ evinde
o evin avlusunda
kılsınlar isterdim, ‘bizimkiler’!
kılsınlar, ne fark eder?
kılsınlar ki, böylece, tanrı’yı
bir mülk gibi
çitlerle çevirmeye kalkışan ferisiler
bütün mülklerin, mabetlerin
o’na ait olduğunu bilsinler!

seni tanımıyordum evet,
tanımıyordum, fakat
seni, öyle haksız, öyle mızıkçılıkla
oyundan çıkarılmış bir çocuk
gibi gördükten sonra, dostum,
büyük kalkış gününde
aynı oyuna çağırılan iki kafadar gibi
kalkıp da koşabilmek için
sana komşu mezardan,
belki daha cesur, daha kanatlı şeyler,
delice mizansenler hayal etmeli
ve diyebilmeliyim ki,

vursalardı beni de, senin gibi,
bu yaşlı şakağımdan,
benim de, o güvey uykusunun
tadından,
o gençlik, güzellik uykusunun
tadından
adını, kimliğini unutan cesedimi
bir ‘karambol’ eseri
balıklı mezarlığı’na defnetsinler
isterdim;
üstümü de, meselâ, lavtacı
nazaret’in,
hamparsum’un, nikolaki ağa’nın
iyi cins bir vatan toprağı gibi demli
ve bir rast semai gibi ağır, kederli
‘ermeni’ toprağıyla örtsünler!
evet, evet örtsünler, ne fark eder?

örtsünler ki, böylece, efeliğin şanını,
kanın ve kanla karılmış gücün
verdiği sarhoşluğu burada
kurtlara, çakallara, şahinlere bırakıp
büyük göç katarına katılmasını bilen,
yani senin gibi, hrant dink,
şakaklarında ve potinlerinde delik,
ama boyunlarında
ne haç, ne ay yıldız,
ne süleymanın mührü,
simurgunu arayan bütün kanatlıların,
bütün ‘tedirgin’ sakaların,
bülbüllerin, çayırkuşlarının
ve güvercinlerin
orada, ‘eskilerin’ sözüyle,
‘sınıfsız ve devletsiz’,
çitsiz ve çepersiz çayırlarında,
ebediyetin,
kendi soylarına soplarına boş verip,
sabah akşam yalnızca
tanrının adını yücelttiklerini
öğrensin zeolotlar!

ve simurgun gökçe diriliğini,
gökçe doğurganlığını,
ölülere yaşama, taşlara kanatlanma
tadını veren bir neşide olarak
eklediklerini
sabah akşam ötüşlerine…
bugün darpane-i amirede kendisi ve oğluyla müşerref olduğum değerli şair.
şiir dünyasının ahmet altan'ı. çok samimi ve gerçek(çi)...
http://www.sipesifik.com/cahitkoytak/klip/1.html
insanı mest eden dizelerin sahibi. hali hazırda yayımlanmış tek şiir kitabı ilk atlas'ı 1990 yılında çıkardı. adaşı olan şair gibi o da kelimeleri ard arda dizmede usta. az yazıyor ama öz yazıyor. yazdığı her şiirde modern hayatın dayatmalarına esaslı bir darbe indiriyor.
bir şiirinde darbecilere güzel bir ayar vermiştir:

can sıkıntısından oturup darbe planı yapan asker, sivil bütün generaller için dostça öneriler

bakın komutanım, herkes gibi benim de
ilk aklıma gelen:
her biriniz onar bin ağaç dikin,
yüzer bin ağaç dikin!
yahut kırmayı yüreğinizin kaldıramayacağı
düşman sayısı kadar ağaç dikin ki,
adınızla anılan ormanlar kaplasın
savaş meydanlarını,
çöller yerine…

bakın, size söz, o zaman o ormanlarda,
ölüm nedir, unutmak nedir
bilmeyen rüzgârlara
şarkılarımla, sonsuza kadar
adınızı anarak uğuldamayı
öğretmek benden!

her biriniz ayrı bir mevzide,
ayrı bir geçitte, cinlere tuzak,
perilere pusu kurmak yerine,
bir bahçe, bir bağ yeşertin
ki, cinsi adınızla anılacak
elma ağaçları, kiraz ağaçları,
badem ağaçları yükselsin,
mezarlık servileri ve
şehitlik anıtları yerine…
bakın, size söz, o zaman o bahçelerde
ölüm nedir, unutmak nedir
bilmeyen dereciklere
şarkılarımla sonsuza kadar
adınızı anarak çağıldamayı
öğretmek benden!

zihinlerinizdeki kışlaları, örneğin,
yatılı mekteplere çevirin,
resim atölyelerine, müzik atölyelerine,
şiir atölyelerine…
kıt’aları gezici tiyatro truplarına,
talimgâhları şenlik alanlarına…
ki, adınızla anılan coşku çağları olsun,
çiçeklenme çağları olsun insanlık için,
sirenli, düdüklü korku dönemleri,
yıkım dönemleri yerine,
dar baharlar, upuzun kışlar,
karanlık ‘zaman tünelleri’ yerine…

insanların gülmeyi öğrendiği,
birbirine güvenmenin, kucaklaşmanın
‘vatan kurtarmak’tan daha erdemli
ve daha kahramanca
olduğunun herkesçe bilindiği,
kucağı gök kadar derin,
tebessümü yeryüzü kadar geniş
ve bir erken bahar sabahı gibi
ölülere mezardan kalkma hevesi veren
altın dönemler olsun.
bakın, size söz, üç bin yıl sonra,
belki beş bin yıl sonra
adınızı, merihte ya da satürnde
bir sarı zeybek gösterisi için,
bir figaro yahut kerem’le aslı
operası için turneye çıkan,
mehmetçiğe, hansa ya da coniye,
şarkılarımla, sonsuza kadar,
en uzak yıldızların kulaklarına
fısıldamasını öğretmek benden!

kısacası, mayınlarınızı temizleyin,
aklınızın önündeki mayınları,
kalbinizin önündeki mayınları,
kafalarlarınızla kalpleriniz arasına
döşenmiş mayınları,
vehimleri, önyargıları, takıntıları
temizleyin,
temizleyin ve girin korkmadan,
heyamolalarla, çığrışmalarla
ikinci gençliğinize,
ikinci delikanlılığınıza,
ikinci çocukluğunuza...

ve bütün bu mucizevi şeylerden sonra,
yüzlerinizde ve ruhlarınızda hâlâ
“askeri bölge girilmez” uyarısı
asılı mıntıkalar gözüküyorsa,
herkes için bahar göçüp gitmeden
sonsuza kadar,
oraları kuşlara açın,
çocuklara açın,
meleklere ve insanlara açın!

ve bakın, görün o zaman,
onlara şarkılarımla,
adınızı anarak çığrışmasını
belletmek benden!

size söz, diyorum, söz!
ve bu, ebediyete yol şarkıları yakan
yoksul bir şairin sözü.
şiirleri içimde yaralar açıyor. kelimelerin bu denli acıtıcı olması ne garip. her şiiri modern hayatın 'kök'üne/'kök'lermize dökülmüş bir kibrit suyu.

hangimiz onun kadar bilgeyiz/sakiniz. yazdığı istisnasız her kelime daha çok içimize bakmamızı/daha çok kendimizi bulmamamız sağlamaya yönelik. ve cahit koytak öyle bir yerde bitiriyor ki şiirlerini içimizde hep bilmediğimiz bir kelimeyi keşfetmeye çalışmanın sancısı kalıyor. hani aklınıza takılır ya bir kelime/orda olması/kullanılması gereken kelime. hani bulamazsınız ya. işte öyle biter şiirleri. siz öylece kalırsınız aklınızda kelime/ler.

bırakın bu modern derviş'in şiirleri içinize 'kök' salsın. hiç mi korkmuyorsunuz sizi içine çeken/yutan o gri büyük binalardan. allah aşkına söyleyin hiç mi sevmiyorsunuz şiiri. o garip köklerinizi sökün yerine cahit koytak'ın şiirlerini koyun.

Dönüyorsun
Arkanda seke seke
küçülüyor dünya
Atın toynağından kopan balçık
Kalemden sıçrayan mürekkep
Dünya

cahit koytak/1987
karakutu com'da ağızlarına biber sürülmüş kuzuların cumhuriyeti adlı şiirini görüp hayran kaldığım şair. facebook'ta grubunu açmışlar. dediklerine göre yeni şiir kitabı yoldaymış. merakla bekliyoruz.
pazartesi günleri taraf gazetesinde şiirleri neşredilen muazzam şair.
Deliler gibi

Birini sevecek olsam,
Yürekten sevecek olsam birini,
Tutamam dilimi,
Pattadan söylerim,
Onu deliler, deliler gibi sevdiğimi.

Yalnız ona değil, tutamam kendimi
Sütçüye de söylerim hemen o sabah
Kapımı herkesten önce çalan.
Çerçiye, simitçiye, kasaba, manava...
Artık kim çıkarsa yolda karşıma.

Tutamam kendimi, tutamam kendimi
Kurda kuşa da söylerim,
Ota, ağaca, taşa,
Rüzgâra, buluta, yağmura...
Kim çıkarsa, ne çıkarsa şansıma.

Ve bir defa sevince de,
Yalnızca bir tek kişiyi değil,
Yalnızca bazı şeyleri
Ve sevginin bir tek türüyle
Ve öyle mevsimden mevsime değil,

Sevginin bin bir bahrinde
Bin bir kanatlı rüzgâr,
Bin bir katmanlı bir esin gibi
Sarmak, kucaklamak isterim
Herkesi, her şeyi, her anı, her hali,

Öper, okşar, içime sokarım,
Kendime katarım onları, bunları, şunları.
Ve kendimden geçerim, kendimi aşarım,
Kendimden taşarım, deliler gibi,
Çocuklar gibi, şairler gibi.

Tarlakuşunun Doğaçlamaları

http://taraf.com.tr/makale/8786.htm
" Al bunları benden.
Bu sahipsiz bahçeyi
Bu yankısız ruhu
Sözlerini, ayak seslerini
Yapraklarını, dikenlerini..."
"susacağın zaman büyük susarsan, halkım,
susmasını, ama iyi susmasını, sıkı susmasını,
ağır susmasını bilebilirsen, halkım,
sen susunca taştan su sızmaya başlar.
hırsından ağlamak isteyip de ağlayamayan
ergenlerin sıkılı yumruğu gibi, taştan şiir
ve sessizlikten de hakikat sızmaya başlar."
vıdı vıdı vıdı vıdı...
bunca sözü nereden buluyorsunuz?
ne kadar çok şey istiyorsunuz
ne kadar çok şey biliyorsunuz
mezar taşlarından,kitabelerden çok
ayıp ayıp...
tanrı konuşmak için
sizin susmanızı bekliyor.
oyunu baştan almak
[...]
ve tanrıya güvenelim, tanrı geri çevirir mi hiç,
oyunda düşüp de dizini dirseğini kanatan,
kafasını, kalbini ya da ruhunu yaralayan çocuğu!
herkesten üstün, herkesten iri,
herkesten güçlü olmayı nasılsa kafaya takmış
akılları, ruhları, yaralı bereli zalimlerin,
katillerin bile, çocukluğunu geri çevirir mi hiç,
geri çevirir mi tanrı, cennetin kapısından!
kıyar da ayırır mı onları, analarından babalarından!
(bkz: GENERALLER NiÇiN SOKAĞA ÇIKAMAZ)
günümüzün en iyi şair ve yazarlarından biri olan düşünen şair. erzurumludur. okunulası bir şair, düşünelesi şiirlerin sahibi. güçlü kalem.
şiir adam ve cesur...
cahit koytak'ı ilk kez doksan bir veya iki yılının dergah dergisinde yapılmış bir röportajda görmüştüm. gür siyah sakallı kırklı yaşlarda biri, çevirmen, kimyager. esed'in çevirmeni. zarifoğlu'nu getirmişti ismini görünce meğer zarifoğlu'na adadığı eşarı bile varmış. şiirleri yunus emre akıcılığında olan bu şairin tarzı ''zannetme ki öyle böyle bir söz gel sen dahi söyle böyle bir söz'' mısraına misal teşkil edecek derecede hafif ama derin.

kendisinin sağdan ve solda sıkı şair dostları ve okuyucuları vardır. kendisi şairdir, şiirden anlayan herkes sever. kalburüstü şairdir.

yazdığı şiirlerde ifadelerin gramatik ayırımı kitabının yazarı şakir kocabaş'a olan sevgisini birçok dile getirmiştir. mezkur zatın isminin baş harflerine yazdığı mektup tarzı şiirlerini timaş yayınlarından çıkan son şiir kitaplarında görmek mümkündür. ve ayrıca bu kitaplardan gördüğümüz şairin kadim yunan'a olan ilgisinin büyük olduğudur.
ne zaman bu isimle karşılaşsam aklıma "futbol oynayan çocuklar" şiiri geliyor. ama şöyle bir şey de varmış.

"ışığın ve gölgenin dilini öğrendim,
rüzgârın dilini,
yağmurun dilini;
kuşları, çiçekleri, ağaçları anlayabiliyorum;
ve tanrının onlarla
ne demek istediğini bana...

(...)
çatlayan, ufalanan,
yamaçlardan aşağı yuvarlanan,
parlayan ve göğeren kayaların,
uluyan bozkırın
ve mırıldanan kum tepelerinin,
sezebiliyorum, yerini tanrının planında.
ve bulabiliyorum karşılığını, bütün bunların
yeryüzü oyununda,
büyük şiirinde, hilkatin.

(...)
bir tek kendi yüreğimin dilini,
bir tek onu...
ve tanrının onunla bana neler söylediğini,
neler söylemek istediğini
bir ömür boyu
gece gündüz uğraşıyorum,
çalışıyorum, didiniyorum
ama bir türlü sökemiyorum,
çözemiyorum,
anlayamıyorum,
konuşamıyorum!"

cahit koytak

insanın yüreğine yüreğine mi vuruyor sanki?
Evet. Şiirin değerinin daha az anlaşıldığı zamanların en önemli , yüreğe en çok dokunan şairlerinin arasında yer alır cahit koytak. Hrant dink katledildiğinde onun ardından yazdığı şiiri de okumak gerekir. Böylece hepimiz hrant ız diyenleri daha iyi anlıyor insan.
Erzurumlu - Mühendis şairdir kendisi:
-----------
29 Ocak 1949 yılında, Erzurum’da doğdu. ilk, orta ve lise öğrenimini aynı şehirde gördü. Yüksek öğrenimini istanbul Teknik Üniversitesi Kimya Fakültesinde tamamladı ve bu fakülteden 1974 yılında kimya yüksek mühendisi olarak mezun oldu. Kısa bir süre mühendislik, sonra uzun yıllar serbest ticaret yaptı. 1994 yılından itibaren 15 yıl bir özel TV kuruluşunda, sinema yayınını yönetti. ingilizceden, Fransızcadan kitaplar çevirdi. Şiirlerini Diriliş, Kelime, Yöneliş, Yedi iklim, Kayıtlar, Gergedan, Defter, Kaşgar, Hece, Yansıma, Le Poete Travaille, Kitaplık, Kırklar, Merdiven Şiir, Anlayış, BirNokta, Yeniyazı vb. dergilerde yayınladı.

http://www.timas.com.tr/yazarlar/cahit-koytak.aspx
Son günlerde en beğenilen ve en çok konuşulan şiiri:
----------
Dağdan Onurlu iniş
http://www.taraf.com.tr/c...le-dagdan-onurlu-inis.htm
------------
Gülün, gülün, gülün ne olur!
Yüksek sesle, kahkahalarla gülün!
Gülün, çünkü gülmeyi kimse yasaklayamaz.
Balkonlara, pencerelere çıkın ve gülün!
Sokaklara, meydanlara dökülün
Ve gürül gürül yüksek sesle,
katıla katıla gülün!

Gülün, çünkü gülmek herkesin anadili,
Gülün, çünkü gülmek ve ağlamak,
Kandil’den Ankara’ya, Zaho’dan Ankara’ya,
Çin’in Sincan’ından Gazze’ye,
Gazze’den Arizona’ya kadar
herkesin anadili!

Dağlardan inin ve inerken gülün!
Mağaralardan çıkın
Ve çıkarken gülün, kocaman
kocaman kahkahalarla!
Dağdan taş yuvarlar gibi değil ama,
Yoksul ve cefakâr halkınıza
Balya balya düş yuvarlar gibi gülün,
Kimsenin bozamayacağı düşler!

Dağ gibi kahkahalarla gülün, dağ gibi gülün!
Dağları yürütür gibi gülün!
Dağları kahkahalarınızın içine gömün
Ve şehre dağlarla yürüyün,
Yürüyen dağlarla,

Yürürken gülen, gülmekten kırılan dağlarla!
Yürüyen dağ gibi kahkahalarla yani!

Silahlarınızı dağda bırakın,
Öfkelerinizi, kinlerinizi dağda bırakın,
Yitip giden yıllarınızı dağda bırakın,
Yahut dağda bırakmayın, yolda bırakmayın,
Kahkahalarınızın içine gömün onları da,
Dağ gibi kahkahaların içine gömün!

Ve her gülüşünüzde, her kahkahanızda,
Her gülerek hayata katılışınızda,
Bir göğüs dolusu hıncı,
Cıgara dumanını dağıtır gibi şöyle
Başınızın üstünde dağıtıverin ellerinizle!
Ve sonra daha iştahla gülün, daha gürül gürül,
Gülmekten daha tad alarak!

Baharda ses sese katarak dağlardan inen
coşkulu derelerle,
Derelerin şen kahkahalarıyla,
Ergen kıkırdayışlarıyla inin ovaya!

Gençliğinizi, yaşanmamış hikâyelerinizi,
Yaşanmamış sevdalarınızı,
Ümitlerinizi, ülkülerinizi, türkülerinizi
Dağ gibi ulu, dağ gibi soylu,
Dağ gibi sessiz kahkahaların içine gömün;
Ve gülün, gülün, gülün, katıla katıla gülün,
Çağlaya çağlaya gülün,

Çoğala çoğala, gülün!

Gülerek inin şehirlere!
Kiminiz gönlün mekteplerine,
Kiminiz gönlün mabetlerine,
Kiminiz gönlün meyhanelerine!

Ve hepiniz, hepiniz koyunlarınızda, asla,
Kahır yaraları, TNT kalıpları,
cehennem pas’portları,
Panayırlarda ölüm satmaya değil,
Hayata hayat katmaya,
Hayata onur ve değer katmaya,
Daha çok onurla, daha çok sevdayla
yaşamaya inin
Gönlün bağlarına, bağçalarına!