bugün

cannes da iki filmi birden gosterilen ilk yonetmendir, turkiye'deki basarili birkac yonetmenden birtanesidir.

(bkz: nuri bilge ceylan)
zeki demirkubuz filmleri "benim yönetmenim zeki demirkubuz"* diye bağırır. filmlerinde birçok tekrar kullanır. mesela kapı ve pencerelerle sorunu vardır. her filminde mutlaka devamlı açılan kapı ya da pencere öğesini kullanır. her filminde mutlaka televizyondan gelen eski türk filmi replikleri duyulur. müzik kullanmaz, kullanırsa doğal müzik kullanır.* çoğu filminde figürasyonda görünür. isa musa meryem gibi dini isimleri sıkça kullansa da kendisi tanrıya inanmaz. fazla kamera hareketi kullanmaz. ve en önemli özelliklerinde biri de doğal ışıkla çalışmasıdır. bazen hiçbir şey görünmesede yapay ışığı çoğu zaman kullanmaz. ayrıca
"insanın bu dünyada yaşarken fiziksel varlığını en asgari düzeyde hissettirmesi ve en asgari zararla bu dünyadan gitmesi gerek diye düşünüyorum. Böyle olunca da hiçbir standardı yani sinemaya ya da yaşam biçimlerine konulan hiç bir standardı olduğu gibi kabul etmiyorum."
sözleriyle gözümde değeri bir kat daha artmıştır.

ısrarla (bkz: masumiyet) ve (bkz: yazgı)
radikal 2 de beşiktaşla ilgili müthiş bir yazı kaleme almış yönetmen;

Che ya da Feyyaz

Yıllar önceydi. Bir akşam uzun zamandır görmediğim annemleri ziyarete gittim. Gece, o zaman 12 yaşlarında filan olan kardeşimin odasını paylaştık. Yerimi yadırgadığım için sabah ezanında uyanmışım. Evdekileri uyandırmamak için kalkamadım tabii ve yatağımda, sessizlik içinde beklemeye başladım. Sıkıntıdan yıllar önce benim, artık kardeşimin olan odamızı incelemeye, burada geçmiş yıllarımı, gençliğimi, anılarımı düşünmeye başladım. Benden sonra pek bir şey değişmemişti. Köşede eski bir büfe, üstünde yattığımız karşılıklı iki çekyat, yerde çocukluğumdan beri kullandığımız Isparta halısı ve boyaları dökülmüş duvarda bir benim, bir de Che'nin gençlik fotoğrafları... Tek değişiklik, ikisinin ortasına özenle asılmış büyükçe bir posterden yarısı ayakta, yarısı oturarak bana bakan, üstlerinde siyah beyaz çubuklu formalarıyla Beşiktaşlı futbolculardı... Ben de Beşiktaşlı sayılırdım ama o zamanlar futbolla da, futbolcularla da pek aram yoktu. içlerinden bir tek arada bir üniversitede gördüğüm Metin Tekin'i tanırdım. Tam posteri incelemeye başlamış, futbolculara, formalarına falan dalmıştım ki bir anda içim ürpererek tam karşımda yatan kardeşimi fark ettim. Bana doğru yan yatmış ve gözleri açıktı. Ne bir kıpırtı ne de bir hayat belirtisi olmadan öylece bana, aslında beni de aşıp ötelere bakıyordu. Nasıl korktuğumu anlatamam. Uzun süre hareket edemeden, bir tek kelime söylemeden, aklıma gelen bin bir kötü düşünceyle bekledim. Ve sonunda kendimi toparlayıp usulca "Cemil" diyebildim. Cemil bir ölünün canlanışı gibi yavaşça kıpırdadı ve daldığı yerden sıyrılıp sessizlikle fısıldadı. "Efendim abi". Rahatladım. "Napıyorsun sen, uyumuyor musun...?" "Yok abi." Cemil biraz bekledi ve seslendi. "Abi, Feyyaz napıyodur şimdi?"

Che kıskanırdı

Cemil'in ne kadar kendine dönük, ne kadar saf bir çocuk olduğunu biliyordum, ama duyduğuma yine de inanamadım. Uzun süre cevap vermeden öylece yüzüne baktım. Sonra başımı kaldırıp duvardaki postere... Önce bu Feyyaz'ın, bu siyah beyaz çubuklu formalının hangisi olduğunu bulmaya, sonra da bir futbolcu parçasının beni, belki Che'yi bile kıskandıracak biçimde bir çocuğun kalbine, düşlerine, hayallerine böylesine nasıl girebildiğini anlamaya çalıştım. Ama bunu anlamak zordu. Hele benim gibi kendini beğenmiş bir solcunun anlaması daha da zordu. Çünkü bunu anlamak için sabahları erkenden ve kalbin ağrıyarak uyanmak gerekiyordu. Sıkıntı içinde, sinirle maç saatini beklemek, çubuklu olmasa bile siyah ya da beyaz bir forma giyip kar demeden, çamur demeden yollara düşmek gerekiyordu. Bunu anlamak için Dolmabahçe'ye yakınlaşıp tezahüratları duyduğunda panik olmak, geç kaldım endişesi ile adımları sıklaştırmak gerekiyordu. Bunu anlamak için yağmurda bilet kuyruğunda beklemek, en acısı yemeden içmeden bütün hafta biriktirdiğin harçlıklarınla açıktan da olsa bir bilet alıp inönü'de mümkünse Kadıköy'de ya da başka bir yer, mesela izmir'de, bir FB maçında Beşiktaşlı bir taraftar olmak gerekiyordu....

Neyse. Cemil şimdi 30'unun üstünde. işsiz. Onun bu Feyyaz sevgisi yetmezmiş gibi üstüne bir de Sergen Yalçın, Tümer Metin, ilhan Mansız ve Pascal Nouma sevgisi de eklenince kaldıramadı çocuk. Kendi de çok çekti, bize de çok çektirdi. Beşiktaş'ta oynayabilmek için çok ter döktü, çok çalıştı, stad kapılarında ömrünü yedi. Ama bu a...na koyduğumun hayatı Fener'e bir gol atma fırsatı vermedi çocuğa. Olsun, hiç önemli değil. iyi, dürüst ve namuslu bir adam oldu Cemil. Hiç yoldan çıkmadı. Bendeniz abisi, arkadaşları ve ailesi onu çok seviyor. Ama bu aralar sabahları pek erken kalmıyormuş. Duyduğuma göre 4 Mayıs sabahını bekliyormuş...

Madem bu hikayeyi anlattım şunu da eklemeden geçemeyeceğim. Biz, Cemil büyüdükten sonra birbirimize ilk kez inönü'de, kapalıda, bir FB maçında Carew gol attığında uzun uzun sarıldık. Ve ikimiz de neredeyse ağlayacaktık.

Büyük Beşiktaşımızın sevgili futbolcularına...
Bu adamlar yeni bir sinema ekolü yaratmaya çalışan insanlar, hem de buna sinema salonlarının boş kaldığı dönemde başladılar. Bir kere çalışkanlıklarına saygı duyuyorum. Filmlerini beğenmeyebilirsiniz, entelektüel kapasitesini çok yüksek görmezsiniz anlarım da aşağılamanın emeğe saygısızlığın anlamı ne?
kim ne derse desin ben seviyorum zeki demirkubuz'un tıkanık, kendini yeterince ifade edemeyen bunalımlı karakterlerini. nbc' da aynı keza. insan izlerken tuhaf bir şekilde kendini sorumlu hissediyor. karakterin o çetrefilli ruh haline çare olmak, onun iç sesi olmak istiyor adeta.

alaylı ya da mektepli, öyle ya da böyle filmleri içine alıyor insanı.
Tarzını güney koreli yönetmen kim ki duk a çok benzettiğim ve beğendiğim bir yönetmen olmakla birlikte bir süre sonra kendini tekrar eden filmlermiş gibi bir tat verir insana. Ağır Dostoyevski hayranıdır. Filmlerinde ya bir kitap ya da birkaç replik mutlaka göze çarpar.

Karakterleri genellikle marjinaldir. Stockolm sendromlu aşklar aşırı kıskanç dramatik ilişkiler trajik varoş hayatlar üzerine karamsar filmlerdir. Son istanbul film festivalinde ödül alan kor filmini görmedim ama kader filmi oldukça başarılıdır. Filmin oyuncusu ufuk bayraktar ı röportajına göre dolapderede bir kahvede keşfetmiştir. Oyunculuk teklif ettiğinde ufuk bayraktar yönetmen olduğuna inanmayıp dalga geçtiğini düşünerek kendisine küfretmiştir.
Ocak ayında tanışacağız kendisiyle. '89 kez kader izledim, hayatımı siktin be abi' diyeceğim açık açık.
kerimcan durmaz denen i.ne'yi bilen birçok insan var bu ülkede ama çoğu zeki demirkubuz gibi bir yönetmenin varlığından habersiz. bu çok vahim durum.
Zeki ve başarılı yönetmen.
Isparta doğumludur.
(bkz: yeraltı)
(bkz: kader)
(bkz: masumiyet).
Nuri gibi lobicilik oynamaz. Burjuva solculuğu yapmaz.

Zeki Ökten gibidir. Gerçekçidir. Nuri bebek'te kafede oturan derin dusunceli adamı çeker. Zeki ise ona çay getiren garsonu çeker.

garsonun onun kahvesine tükürüp tükürmediğini zeki bilir. Nuri'nin aklına bile gelmez.

Nuri'nin garsona ihtiyacı vardır. Ama zeki kendi çayını demler.
Türkiye'nin bilinmeyen yönetmenlerinden.
kader, masumiyet vs. Filmleriyle gönlümde taht kurmuştur.
adı gibi kendide zeki olan insandır.
çok güçlü bir sinema dili oluşturmuş ve daha yolun başında iken auter sıfatı almış sinema yönetmenidir. zeki demirkubuz filmlerinde ne anlatır, ne söylemek ister? gibi soruların cevaplarını o kadar netleştirmiştirki kafasında ve o kadar vurucu anlatır ki bu cevapları sinema salonlarındaki izlekleri birdenbire vurur, beyazperdenin içine alır, ordan kendi içdünyasına götürür izlekleri. acı çekersin demirkubuz filmlerini izlerken , aynı zamanda sıkılırsın belki ama bu hoşuna gider. ne olduğunu, nasıl bir yaratık olduğunu hatırlatır bu durum belkide insana.
kader filminin sonundaki replik, kafamıza boşaltır dolu bir şarjörü dan dan dan dan ....

--spoiler--
bu amına koduğumun dünyasında herkes bir şeye inanır. ben de sana inanıyorum.
--spoiler--
ilk olarak 'yeraltı' filmi ile tanıdım zeki demirkubuz'u, oda tesadüfen yeraltı filmi için sırrı süreyya önder ile engin günaydın'ın komik bir parodisini izleyince fark ettim. şuradan izleyebilirsiniz ki gerçekten çok güzel tavsiye ederim

bakınız: https://www.youtube.com/watch?v=ELKiewAnCIE

daha sonra kendisini biraz takip etmeye başladım ve yavaş yavaş izleme devam ediyorum. ve ilk filmini izledim sonra 'masumiyet' ve masumiyet filminin öncesini anlatan fakat yaklaşık 10 sene sonra çekilen film olan 'kader'.

bu iki film hakkında bir şeyler yazmak istiyorum. bir kere hayatın 'ötekiler' , 'kaybetmişler', 'yenilmişler' üzerine çekilmiş harika filmler ve hem zeki demirkubuz'un çok iyi bildiği bir alan, çünkü gençliğinde bu kesimlerle yakın bir mesai harcamış. filmdeki oyuncular, geri plandaki müzikler bir harika. kesinlikle çok gerçekçi, insanı dumura uğratıyor bir yandan.

bu iki filmde birbirinin devamı zaten, bir hayat kadını, hayat kadınının aşık olduğu adam ve bir adamın hayat kadınına olan aşkı. burada bence en önemli tema aşk ve aşk için nelerin göze alındığı. selim temo bir yerde paylaşmıştı ki benim çok hoşuma gitmiştir, mealen, '' aşkın nesnesi biriciktir, eğer aşk nesnesi biricik değilse o aşk değildir, dolayısıyla 21.yy da aşk yoktur.'' işte burada o biricik aşk nesnesini görüyoruz. izlemenizi kesinlilke öneririm.

ayrıca zeki demirkubuz için ''varoluşun uç bir yorumu'' derler, özellikle dostoyevski hayranlığından dolayı, 80 darbesi sonrası hapiste iken ecinniler ve suç ve ceza romanlarını okumuş ve acayip etkilenmiş. bu hayatında bir dönüm noktası bir anlamda, siyasi kitap verilmiyormuş o dönem sadece roman okunabiliyor hapiste bir anlamda( siyasi roman da verilmiyor tabii), acaba siyasi kitaplar verilseydi bu kadar bir dostoyevski yorumu-sineması ortaya çıkar mıydı? bazen sınırlamalar insanı zenginleştirir, hele sanat söz konusu ise ( ahh ahh oulipo akımı, yine çıktın karşıma).

not: masumiyet ve kader filmini izledikten sonra, mısırlı doktor-feminist-yazar neval el seddavi'nin ''sıfır noktasındaki kadın'' kitabını okumanızı kesinlikle öneririm, metis yayınlarından çıkmaktadır.
içerik bulunamadı.
insan neden sanat yapar, film çeker?

birinci ve saf yanıtı; kalıcı olma isteğidir. bu isteğin sebebinin; film çeken insanın unutulmuş, yok olmuş, hiçlenmiş hayatının, anılarının arasında saklandığını düşünür zeki demirkubuz.

ona göre bu; varlığını ispatlamaya, yaşadığını diğerlerine inandırmaya çalışan insanın dramıdır!

bilinçli ya da bilinçsiz, insanı; öldükten sonra yok olma, unutulma korkusu sarar.
hikayelerinin öneminden çok,
"ben vardım, yaşadım" olgusunu anlatma
içgüdüsüne dönüşür. böyle bakınca dilsiz ve hayvanımsı bir yaratığın, nasıl van gogh a, dostoyevski ye, tarkovski ye dönüşebildiğini, zaman denilen unutma öğtücüsüne direnebildiğini daha iyi anlar.

ancak bu "kalıcı olma hakkı" nın, sadece onu isteyenlere, bunu sorun edenlere! verildiği de bir gerçektir.

demirkubuz un film yapmasının bir başka sebebi de özgürleşme çabası ve isteğidir.

ona göre; insanın en kötü kader!lerinden birisi de; getirildiği ve orta yerine bırakıldığı dünya nın yasaları yapılırken o! na söz hakkı verilmeyişidir.
kısa hayatı boyunca önüne konulan "ya sev ya terket" seçeneğinin çilesini çeker o.

peki nedir o na düşen?

kurulmuş, kabullenilmesi gerekenin tutsağı olmayı mı kabul edecek ya da gördüğünün, anladığının, düşündüğünün ve hayal edebildiğinin peşine mi düşecek?

işte bu vicdani duruştur!

yaşamak; yapılması emredilen bir görev gibi durur önümüzde. ta ki, bir gün içimiz sızlayana "öteki" itiraz edene değin.

vicdan kıpırdayıp, "heyy, ben burdayım" deyince çile ve yalnızlık başlamıştır artık. herkesin ak dediğine kara demenin bedeli ödenir.
sanatçının popüler, kabul gören, uzlaşan değil; reddeden, bozguncu, düzen karşıtı, cezalandırıcı, muhalif yanı burdan gelir.

"biz" dururken ben demek, olanın değil, olması gerekenin peşine düşmek, gerçekler dururken hayal etmeye kalkmak, resmi olanın karşısında sivil olmak; muhalefettir.

ondan sonra gelsin tuhaf, sıkıcı şüpheli öyküler, zihni saran garip düşünceler, sıkışmış kalbin fırçaya, kaleme vizöre uzanma isteği...

minicik ve çaresiz bedenimizin yıkmaya gücünün yetmediği "kurulu gerçek" hayallerde yıkılmaya başlanır.

zeki demirkubuz; film çekmenin, sanat yapmanın bütün anlamının; bu bir tür kişilik bölünmesi gibi görünen sayıklamaların, "davranış bozukluğu" ve "irrasyonel eylem" olduğunu düşünür.
ya da alp zeki heper in dediği gibi;

" sinema aşktır, düştür, gerçeği bozup, yeniden kurmaktır"