bugün

jean luc godard'ın yönettiği ve jean paul belmondo ile anna karina'nın başrollerinde olduğu a bout de souffle benzeri bir anlatıma sahip güzel bir film. 1965 yılı yapımı ve renklidir. yine güzel diyaloglar, samimi oyunculuklar. godard'ın a bout de souffle ile başlayan deneysel sinema anlayışı gerçekten ezber bozmuş.

birkaç saniye jean seberg'i de görebiliyoruz.

http://www.imdb.com/title/tt0059592/
türkçe altyazısını divxplanet'te bulabilirsiniz, evet kendi öz çevirimdir. hatta eksik kusur gören arkadaşlar bana ulaşabilirler.

a bout de souffle'nin biraz daha oturaklı hâli diyebiliriz film için. bir de, oldukça fazla sanatsal gönderme var. şöyle de bir alıntı ekleyelim filmden:

"Gelişmeye Yunan felsefesi ile başladık, daha sonra bu gelişme Rönesans ile devam etti. Şimdi ise, Kıç devrine girmiş bulunmaktayız."
yeni bir yazar, hoşgelmiştir.
sözlüğün 7. nesil yazarlarından,

yeni yazar, iyi yazar..umarım hep yazar, hoşgeldin usta..
(bkz: pierre loti)
yazıların da karşılaştığım:
tuvalet penceresinden kacan kadin.
27 kasım 2010.
cihangir.
gibi
fenerbahçe nin şampiyonluğunu engelleyen futbolcu
27 kasım 2010
yukarı ayrancı
gibi sondan eklemeleri pek anlamadığım ama hoşlaştığım entryleri olan yazar.
özelden mesaj atasım var sana hadi tanışak babında.
jean luc godard imzalı, jean paul belmondo ve anna karina’ nın oynadığı 1965 yapımı renkli film. bande a part ve le petit soldat gibi bazı durağan filmlerinin aksine, godard pierrot le fou’ da belki de en kompleks kurgularından birini kullanıyor. yine kadın-erkek ilişkisinin yüzeyde görünen problemi teşkil ettiği filmde diyaloglar, müzikler ve çekimlerin çok hızlı akışı ve kolaj stili çekilmesiyle filmi takip biraz güçleşiyor.

---olası spoiler ibaresi---

filmde varlıklı eşi ve çocukları ile konformist yaşamından sıkılan pierrot’ nun, (ya da filmde hep dediği gibi ferdinand’ ın) tanıdığını düşündüğü ama aslında tanımadığını öğreneceği marienne ile kendilerini olayların akışına bıraktıkları yolculukları izleniyor. bu anlamda bir nevi yol filmi olarak değerlendirilebilecek pierrot le fou, alt fonda iletişimsizlik ve birbirini anlamanın imkansızlığını öğrenmeye doğru giden bir yapı kazanıyor.

filmde okumaya ve kelimelere düşkün pierrot’ nun aynı bir roman gibi kendince ayırdığı chapter’ lara göre ilerlerken, zamanla kelimelerin yetersizliği ve görüngüyü anlamlandırmanın imkansızlığı, yalnızca görünen imajın bireyde bıraktığı izlenim yolu ile kısıtlı bilginin alınabileceği işlenir. bu noktada godard, başlangıçta pierrot karakterinin katıldığı davetteki yabancılaşmasını çeşitli renklerdeki filtreler ile hapseder.(markalardan konuşulan reklam içerikli sahnenin kırmızı filtre ile imlenmesi, akabinde sinema ile ilgili diyalogda normal görüntüye geçiş, realite ile yapaylığı ayıran bir bakış olarak yorumlanabilir.) samuel fuller’ ın dilinden sinemanın yani görsel iletişimin anlamını irdeleyen pierrot, bulunduğu ortama ait olamama hissi ile uzaklaşıp kendi benliğini yaşamaya girişir. (başlangıçta pierrot’ nun sarf ettiği ‘’ gelişmeye yunan felsefesi ile başladık. sonrasında rönesans geldi. şimdi ise kıç devrine girmiş bulunmaktayız.’’ cümleleri karakterin bakış açısı açısından önemlidir.)

yine aynı kontekste arabadaki gece çekiminin bilinçli yapay ve basit oluşu, arabanın camlarından yansıyan aynı renkli filtrelerin geçilen yol ışıkları olarak sunulması karakterlerin içinde bulundukları duygusal karmaşayı yönetir…

filmin ilerleyen bölümlerinde bir çok suç ve cinayete karışan, birbirlerine nasıl bağlı olduklarını ise kendileri de çözemeyen pierrot ile marienne, (bir anlamda natural born killers arketipi olduğu çıkarılabilir. ya da belli bir esin söz konusu olabilir.) birbirlerini tamamlayan kopartılmış diyaloglar, kesik tablo görünümleri ve havada asılı duran kelimeler ile bilinç akışı şeklinde kendilerini ve filmin akışını yönetirler. tabi bu içeriklerin hızı ve birleştirmenin güçlüğü, pierrot le fou’ yu izleyicilerin farklı yorumlayıp, farklı algılayabilecekleri açık bir film yapar. elbette bu da godard’ ın önceki filmlerinde de sık sık yaptığı ve filmde vurguladığı, görüneni tam olarak anlamanın imkansız oluşu ve iletişimsizlik sorunsalını filmin çekimi ve senaryosuna yansıtarak filmi semantik olarak birleştiren çok başarılı bir oyundur.

neil armstrong’ un aya ilk ayak basan insan olmasının öncesinde, 1965’ de nice’ de geçen film, rus ve amerikan teknolojik gelişmelerini politize eden birkaç yorum ve marienne ile pierrot’ nun minimalize canlandırdıkları pearl harbour mizanseni (pierrot’ nun denizci, marienne’ in ise japon kızı oynamasından ben böyle bir sonuca vardım. atom bombası şeklinde de yorumlanabilir.) dışında fazla politik içeriğe sahip değil.

zaman zaman müzikale kayan anlatımlar ile yine bir suç filmi ile aşkı yan yana getiren godard, kolaylaştırılmış bir hayat görüntüsü ile ve kahramanlarının oyun oynarcasına suç işlemeleri ve bunu umursamamaları ile onları reel dünyadan tecrit eder. burada araba ile giderlerken, godard klasiği seyirci ile iletişime geçme(‘’ne yapıyorsun?’’ sorusuna marienne ‘’seyirci ile konuşuyorum’’ yanıtını verir.) hadisesi ile de (arabayı patlattıkları sahnede marienne’ in film çekmiyoruz burada! diye haykırması da ayrıca öneme haiz tabi.) bu gerçekdışı öykünün kendi gerçekliği ve alt-yan metinlerde yatan algısal gerçekliğine seyirciyi müdahil edip, mevcut probleme ortak etme girişimidir. zira godard, ne kadar filmin kurgusunun dışına çıkılması gibi görünse de, izleyicinin kendini filme ait hissetmesi için hep bu tarz oyunlara başvurur…

kelimelere ve dolayısı ile kitaplara düşkün pierrot’ nun ağzından baudelaire, faulkner gibi bolca edebiyatçının isimleri dökülürken, kafasındaki kitapta bir bölüme de rimbaud’ nun cehennemde bir mevsim şiirini vermesi filmdeki güzel detaylardan.

film anlamsal olarak tüm ideoloji ve yargıların ötesinde salt yaşamı yaşamayı ve bu şekilde gerçeği görmeye çalışan ve dahi bunu bilinçdışı yapan marienne ile, kelimeler ve onlara yüklenen anlamlar ile hayatı okşamaya çalışan, dil ile anlama ulaşmaya çalışan pierrot’ nun ilginç birliktelikleri, birbirlerini asla tam olarak anlayamamaları ve nihayetinde kopmalarını anlatır. bu noktada pierrot ayrı kaldıklarında ‘’marienne’’ kelimesinden kopuk anagramlar türetip anlamlar yüklerken, marienne ise görünenin ötesine geçmeyi gereksiz görür ve oluş’ u olduğu şekilde kabul ya da ret yönelimindedir. bu farklılıkları pierrot’ nun sadakat, aşk gibi duygusal yahut içinde bulundukları durumun tehlikelerini değerlendirme gibi düşünsel bir sorgulamaya iter. onun aksine marienne ise sahip olduklarını yargı gütmeden hissetme ile kendi ‘’zabriskie noktasında’’ zamandan yoksun gibidir. onun tam olarak hissettiklerini anlamaya çalışan pierrot, marienne ‘’güzel bir gün’’ derken ‘’sadece onun güzel bir gün diyen imajına sahip olabileceğini’’ anlar. buradan da birbirlerini asla anlayamayacaklarını fark ederler.

yine filmin sonlarındaki bir melodiye kafayı takan ve onu anlamlandırmaya çalışan adamın kendini mahvedişi ile problemin farklı boyutlarını işaret eden godard, pierrot’ ya marienne’ i öldürdükten sonra ‘’ söylemek istediğim, ne önemi kaldı ki?’’ dedirterek kelimelerin kifayetsizliğini tekrar belirtir. anlamasına rağmen hala hayat ile sanatı anagram olarak takas eden pierrot, marienne ile hayatta gerçekleştiremediği tam olma hissini ölümde arayarak önce onu sonra kendini öldürür. fakat ölümlerinde bile aynı farklılık vardır. marienne tıpkı hayat algısı gibi spontane, ani ve ‘’biçimsizce’’ ölürken, pierrot kendi planı ile bunu başarır ve ölümü ile ilgili ‘’şanlı bir ölüm’’ nitelemesini yapıp son anda vazgeçmeye çalışır, ama başaramaz. marienne ile pierrot’ nun son sözlerindeki sonsuzluğa sahip olma ve ‘’abartma gördüğün sadece deniz ve güneş’’ cümlelerinde birbirlerini tamamlamaları ise film boyunca geçen ayna görüntüsü gibi özdeş olma halini, anlamlardan münezzeh tutulan ölümde bulabileceklerini imler.

---olası spoiler ibaresi bitti---

özetle iletişimin namümkünlüğü, kelimeler ve görüntülerin anlama yetimizdeki yetersizliği, salt görülen imajla ilgili izlenimlere sahip olunabileceğine yönelik epistemolojik problemlerin yanında; sadece aynı iletişimsizlik temasının diyaloglardaki kopukluk ve kurgudaki çapraşıklık ile mükemmel verilişi, hakim renklerle kurulan harika görsel anlatım, hayat çizgisi ile ilgili ormanda söyledikleri müzikal bölüm ve kumların içine gömülü sarılmış yatmaları gibi mükemmel görsel anlatımı için bile izlenebilecek godard şaheseri. tabi kurgunun kompleksliği ve filmin çok katmanlı yapısı nedeniyle çıkarımlarımda hatalar olabileceği, daha doğrusu kodları birleştirirken herkesin farklı noktalara ulaşabileceğini de belirtmek gerek.
filmin başlarında değişik renk filtrelerle çekmiş olduğu, kadınların sadece güzellikten, erkeklerin de sadece arabalardan bahsettiği sahneyle, 3 saat konuşsam anlatamayacağım şeyleri 1 dakikada anlatmış ve ağzıma sıçmıştır resmen.
çılgın pierrot diye türkçeye çevrilmiş sıkı bir fransız filmi. politik bir godard filmidir aynı zamanda. ikili ilişkilerde anarşizmi var etmiş, şiirsel tarafı ağır basmış. sahneler birbirini doğuran nitelikte. fransız sanatının o harika tasvirini, sahnelerden çıkarabiliyoruz. elinde kitabıyla yazara, bir film ismiyle bir şaire, bir karakterle oyuncuya mal ediyor. bir elinde sigarası diğer elinde kitabı belmando harika bir karakter. ılık suda saatlerce durmak ve bir şeyler düşünmek gibi. fazla etkileyici.
ilginç fakat dağınık bir Godard filmi.Açıkçası film beklentilerimin altında çıktı demeliyim,kötü film değil fakat kanımca Godard'ın izlediğim diğer üç filmine göre hem daha ağır hem daha yorucu bir film.Film aslında romantik film tadında başlayıp daha sonra felsefi bir havaya en son da biraz dramatik bir havaya bürünüyor.Aslında bence filmin en büyük problemi çok dağınık bir senaryosu olması yani filmdeki esas olay ne deseniz zor cevap verebilirim çünkü esas olaydan o kadar çok kopuyor ve hayata dair çıkarımlar yapılıyor ki filmde,bir an için esas olayın ve karakterlerin amacının ne olduğunu unutuveriyor sanki insan,o yüzden ben olay örgüsünü hiç beğenmedim filmin,bu yüzden de izlerken pek heyecanlanamadım,fakat olay örgüsünün böyle dağınık olması filmi tahmin edilemez kılmış,izlerken acaba şimdi ne olacak dedirtiyor film insana.Filmde karakterlerin özellikle başrol erkek karakterinin hayata dair çıkarımları etkileiyici keza kadın karakterin de cümleleri etkileyici diyebilirim zaten filmin çoğu kısmında bir şiirsellik tadı var bu da filmin temposunun düşmesine sebep olmuş bence.Her ne kadar filmin olay örgüsünü beğenmesem bile işte Godard o farklı tarzını filme serpiştirdiği için insan farklı bir şeyler izlediğinin de farkına varıyor,belki filmi çok beğenmedim fakat farklı ve zaman zaman da etkileyici bir tadı olduğunu söylemeliyim filmin.Filmdeki oyunculuklar çok başarılı fakat ben özellikle Anna Karina'ya bayıldım,hem o dans etmeleri hem konuşmaları hal ve hareketleri resmen kendine hayran bırakıyor filmde.Filmin sonu ise insanın içini burkan,şaşırtan ve "yapılır mı bu be?!" dedirten bir şekilde bitiyor.Godard'ın çekimleri yine etkileyici.Son olarak bana kalırsa film yorucu ve ağır bir film,fakat hikayesine rağmen yönetmeni sayesinde farklı diyebileceğim bir film olmuş bu yüzden de puanımı biraz daha fazla veriyorum.

6.5/10
görsel

Godard şaheserlerinden bir tanesi. Aklıma gelmişken iliştireyim.
" Sen bana kelimelerinle konuşuyorsun ama ben sana hislerimle bakıyorum. "

görsel
görsel
görsel

akıllara şu ikonik sahne ile kazınan harika bir jean luc godard filmi. başrollerde jean paul belmondo ile anna karina var.

2018 cannes film festivali'nin resmi afişinde de şu ikonik sahne kullanılmış, filmi oradan keşfetmem ise benim ayıbım.
Gündemdeki Haberler
güncel Önemli Başlıklar