bugün

--spoiler--
ister istemez Scarlett johansson hayranlığını tavan yaptıran, yaratıcı ve bir o kadar bağımsız bir film. birşey bulmak için girmeyin filmin içine. ya da filmin içine giremediyseniz eğer, sadece o karakter olun. önün geri dönmek için birkaç günü olan, hayalden uyanmak için gün sayan 2 kişiden bahsediyoruz. her ikisi de isteği herşeye sahipler. kariyer, para, iyi birer eş. belki de bu kadar uyumdan mutlu değiller.

filmde güzel bir gönderme var, asıl adamımız, evlidir, aynı zamanda tek gecelik bir ilişki de yaşar ama yine de mutluluğu yasak bir aşkda bulur. olması en uçsuz bucaksız bir olguda.

ve o en son sahne. hepimizin bir an için yaşadığımız o sahne. çevremizde fiziksel olarak binlerce vücudun hareket halinde bulunduğu ama bizim donup kaldığımız sahne. yönetmeni hiç kuşkusuz kutluyorum
--spoiler--
konusu japonya'da geçen bir romantik amerikan filmidir. bill murray ve scarlet johansson başrollerdedir. izlenesi bir filmdir.

--spoiler--
iş vesilesiyle japonya'da olan ve yabancı ortamda, "sevdiklerinden" ayrı olan orta yaşın sonlarında bir evli adam ve evli bir genç kadın, otelde birbirleriyle tanıştıktan sonraki diyaloglarıyla yalnızlıklarını aşmaya çalışırlar. arkadaşlıkla romantik aşk arasında ince bir çizgide gidip gelirler.
--spoiler--
dingin su filmi.
koyda, körfezde gibi izledim ben sakin bi şekilde.
gayet de güzel geldi.
tavsiye edilir.
fazlasıyla donuk bir scarlett. güzel de değil. çekmiyor da... scarlett'i bu hale getirebiliyorsa bir yönetmen ya olağanüstü başarılıdır ya da olağanüstü başarısız. filmin diğer elementleri bas bas bağırıyor: 2. şık. baba coppola üzgün.

evet muhterem izleyiciler, bir overrated filmimizin daha sonuna geldik. gözler şimdi dünya kupası finalinde. ispanya - hollanda finalinde bakalım sırıtan taraf kim olacak?
(bkz: bill murray)
(bkz: aşmış oyunculuk)
film izlenmelidir ben de hayli sevmiş olsam da filmin biraz fazla abartıldığı kanısındayım. ilk sahnede göze çarpan scarlet ablamızın nadide poposunun sinema estetiğini layıkıyla vermesi akla gelmekte. kapı çalındığında murray abimizin yanındaki hatun hissedildiğinde yaşanılan kırılganlık ve yüz ifadesi akıldan çıkmamakta. anlık monotonluklar- yalnızlıklar ve beklentilerin içselleştirilmesi filmi leziz yapıveriyor.
bir de bill murray abimiz var ki sormayın, es geçmeyin.
zaman kaybı.
'anlam' adına bir şeyler hatırlamak istersiniz, çünkü zaman zaman unutursunuz. bazı filmler size bunu hatırlatır.

lost in translation arşivimden atamadığım bir filmdir, çünkü zaman zaman ihtiyaç duyarım. kaybettiğim bir şeyleri bulmak adına.

not: japonya'yı gördük, yetti. daha da gitmem.

not2 : adam gibi yazamamışım. filmin verdiği dinginlik olsa gerek. kesin öyle.
yeni gidilen şehirde ne bir arkadaş ne tanıdık bi yer vardır. herşey geride kalmıştır ve denk gelip filmi izleyince ağlayası gelir insanın.
film bir kültürün içinde yalnız kalan iki kader ortağının yollarının kesişmesini ve kısa zamanda kurdukları değişik ilişkiyi anlatıyor. oldukça duygu yüklü bir filmdir yalnızlığı çok güzel işliyor sessizlikle
kitleler içinde yalnızlık ve kültürler arasındaki uçurumu. scarlett johansson öyle bir şey ki anlatmaya sözler yetmiyor tek filmle bile kendisini izleyiciye aşık edebilir bu kız. japonya'yı kötülüyor gibi
durmamalı birbirine uzak iki kültürün arasında fark olarakta görülebilir. filmin adı bana göre fazla özel olmuş benim isim önerim: lost in culture olurdu. soundtrack için: just like honey.
etkileyici ve başarılı filmdir.

--spoiler--
insanların kişisel yalnızlıklarının betimlenmesinin yanı sıra, modern japon kültürüne alaycı eleştiriler getiren filmdir. sanki film boyunca japonlara "siz bu değilsiniz" mesajı yollanmaya çalışılıyordu.

lost in translation bir diğer açıdan dev metropollerde de yaşasalar, büyük kalabalıkların bir parçasıda olsalar, zengin veya ünlüde olsalar, pek çok insanı kuşatan "yalnızlık" hissini çok iyi anlatıyor. pek çok kişinin kendinden bir parça bulması oldukça olası bu filmde.
--spoiler--
yalnızları oynar film. yalnızlığın en dip noktasına kadar iner biri genç biri yaşlı olsada hayatta ne kadar yalnız olduğumuzu gösterir bize. çevrenizde ne kadar insan olduğunun öenemsiz olduğunu anlatır. bi bakıma da kendinizi yaşamda içimizde o yalnız adam buradadır işte tam olarak.
film 50 li yaşlarında muhtelemen orta yaş krizine girmiş evli ve çocuklu ama böyle olmaktan bir hayli mutsuz bir aktör ile filmden anladığımız kadarıyla yale university* felsefe mezunu 20 li yaşlarındaki fotoğrafçı eşi nedeniyle tokyo'ya gelen bir bayanın yollarının kesişmesini anlatıyor.

adamın evli ve çocuklu olup bundan memnun olmaması çok ilgimi çekti ve evlilikten daha da uzaklaşmamı sağladı zira o çocuk olduktan sonra* hiçbir şekilde geri dönüşü yok ben sıkıldım çekip gideceğim gibi şeyler yok.

35 milyon nüfusuyla tokyo dünyanın en kalabalık şehri kalabalık içindeki yalnızlığı yaşamak için en uygun yer.

zaman zaman japonların eski rahiplerinin törenlerini, kültürlerini ve o japon tapınaklarını, havuzlarını gösterirken sanki japonlara da eski kültürlerinin yeni, sanal, überteknolojik kültürlerinden çok daha iyi olduğu anlatılmak istenmiş.

izledikten sonra scarlett johansson'a olan ilgi aşka, tutkuya dönüşüyor içimden bu nasıl insan? evrimin bir sonraki basamağı mı? diye geçirmedim desem yalan olur. scarlett kalabalık arasında sarı saçlarıyla parlıyor.

ikinci defa izleyişimden sonra göruyorum ki sadece scarlett'in oynaması bile izlememe yetecekken inanılmaz başarılı bir erkek oyuncu bill murray ile karşılaştığımı fark ediyorum.

filmde bob ile charlotte arasındaki ayrılış sahnesinde hep bob'un charlotte'un kulağına "come with me" dediğini düşünürüm.

bob ayrılırken tokyo'da charlotte'ın yine yalnız kalacağını biliyorsunuz...

filmden müzikler:
http://www.youtube.com/wa...Fm8&feature=endscreen
http://www.youtube.com/watch?v=dPly3e12ca8

bob'ın ne fısıldadığını çözmüşler sanırım: http://www.youtube.com/watch?v=xgkZHHKSYzQ
fena değil bir film'dir.ana akım hollywood sineması içerisinde senaryo uygulaması bakımından farklı özelliklere sahip filmdir.
kültür şoku ile gelen yalnızlığı işleyen, Michelangelo Antonioni tarzında çekilmiş bir film.

yurtdışında bir süre yaşamış insanların ortak şekilde muzdarip olduğu dertleri çok iyi işlemişler. bu filmi geçen sene bu zamanlarda izleseydim, ne bu lan şaka mı filan diyebilirdim.

ayrıca finansal açıdan bakıldığında büyük bir başarıdır, zira 4 milyon dolar bütçeyle çekilmiştir, 120 milyon dolar kadar da gişe yapmıştır.***
Kimsenin aslında neresinin iyi olduğunu söyleyemediği film. Bir konuya açıklık getireyim filmin sonu güzel gerisini bende bilmiyorum.
yabancı ülkelerde veya alışkın olunmayan ortamlardaki kaybolmuşluk hissini en güzel aktaran filmdir. hayatımda azımsanmayacak yeri olan bu hissi başarıyla yansıttığı için en sevdiğim filmlerden biridir desem yeridir. bill murray oyunculuk olarak döktürmüştür scarlett johansson ise kamera çatlatıcak kadar güzeldir film boyunca zaten o zamanlar çok ünlü değilmiş 19 yaşındaymış film çekilirken düşünün artık. sofia coppola'nın şimdilik başyapıtıdır ileride daha iyisini yapar mı bilinmez.

amerikan sinemasının içinde fazla bağımsız kalan yabancılaşmışların, kaybolmuşların filmi.

--spoiler--
"everyone wants to be found"
--spoiler--

filmin harika bir incelemesi: http://cuboidal.org/lost-in-translation/
Başrolünde Scarlett Johanson ve bill murray'ın oynadığı film. Böyle su gibi akıp giden, ama aslında içinde birden çok olguyu barındıran, genellikle durgun ya da sakin bulunan bu nedenle pek fazla beğenilmeyen filmler vardır ya, lost in translation onlardandır. Aslında, çok yalın fakat sonuyla herşeyi anlatabilecek saf bir filmdir. Scarlett Johansonn'ın filmde yer alması filme, ayrı bir güzellik katar.
bir dil içinde kaybolmanın yanı sıra aslında hayatta kaybolmuş iki karakteri bir araya getiren filmdir. scarlett henüz çok gençtir ayrıca bu filmde. Minicik, ufacık bir kadın.

http://oznurdogan.com/201...nslation-bir-konusabilse/
Film öncelikle çok iyi bir açılış sahnesiyle geliyor. Orada içim bir ferahladı, huzuru bedenimde hissettim adeta. Ancak sonrasında beklemediğim bir gerçeklikle umduğumu bulamadım. Filmin anlatmak istedikleri çok yalın, sade, gösterişsiz bir dille anlatılmış. Ancak bana göre gerçekçi kalıbına oturtmak yanlış. Çünkü gerçekçilik çerçevesinden baktığımızda oradan bana pek el sallamadı. Bir iki sahne dışında tabii. Scarlett ve Bill'in oyunculuğuna da şapka çıkarmayanı dövüyoruz.

Japonya'da çekilme sebebi de zaten yalnız olan insanların hallerine daha da yalnızlık katmak. Evli olduğunuz insana da derdinizi anlatamayınca hal içler acısı oluyor. Bob ve Charlotte arasındaki ilişkide hep bir doruk noktası, ateşli bir birliktelik bekleniyor. Ama olmuyor, izleyici açısından beklenen patlama bir türlü yaşanmıyor. Çünkü izleyiciler hayatta yaşanmamış bir durum arıyorlar filmde. O noktada buluşamayınca sıkılma veya filmde kendini kaybetme hissi oluşuyor. Evet çoğu izleyicide böyle. Gerçekçiliğini vurgulayacağı ve beğendiğim kısımda bu. Aslında tek kısım bu bölümleri içermekte. Çünkü bazı bölümlere bakıldığında hiç de o sandığınız gerçekçiliği bulamazsınız. Ondan eser yoktur. Sürükleyici ya da akıcı bir anlatım da gerçekleşmezse o zaman sıkıntılı süreç başlıyor 'yapım' için. Benim için başlamaz, kapatır başka film izlerim. Filmin gerçekçi olduğunu söyleyenler genelde filmde kendilerini kaybettiklerini söylüyorlar. Zaten ulaşamadığınız bir gerçeklik var orada. Sizin arzulayıp da elde edemeyeceğiniz bir gerçeklik. Bu da gerçek olma çizgisinden kendini oldukça uzaklaştırıyor. O kadar yaş farkı olmasına rağmen Charlotte karakterinin yaşadıkları gerçek olabilir mi? Belki, bazı insanlar için. Peki Bob karakterinin yerinde olsaydınız bir öpücük ile olayı bitirirmiydiniz? Belki, yine bazıları için. Yani bu sapmalar ve ayrımlar gerçekçi olmanın hedefini bakış açısıyla yönlendiriyor. O yüzden bu filmi gerçekçi değil diye nitelendirip, beğenmeyenlere de çamur atmayınız. Özgün senaryo olayı çok farklı. Woody Allen'ın Midnight in Paris'i de özgün bir senaryo.. Anlattığı şeyi de akıcı olarak anlatıyor. Geçmişe bağlanma kaygısının ne kadar gereksiz olduğu masalsı bir dille anlatılıyor. O film daha gerçekçidir orası ayrı.

Sonuç olarak bu filmi izlediğiniz anda sade ve gerçekçi bir film olduğu için sevebilirsiniz. Ancak gerçekçi olan hayatlarımız da bile her zaman bir doruk noktası ve tempo olmuştur. Buna tabii ki anlatım tarzı da katılmalı. Film bana göre fazlasıyla sıradan. Coppola'ya sevgilerle.
evlere şenlik bir götün olduğu film. hala inanamıyorum o göt gerçek olamaz.
rita hayworth'ın gilda filmi ile bir kuşağa yaptığı etkinin aynısını scarlett johansson bu film ile bana yapmıştır belki de başka bir sürü insana yapmıştır.

bill murray'de mükemmel bir oyunculuk çıkartmıştır. müzikleri ve oyuncuları müthiş seçen sofia coppola'ya da buradan selamlar.
--spoiler--

“it’s about misunderstandings between people and places, being disconnected and looking for moments of connection. there are so many moments in life when people don’t say what they mean, when they are just missing each other, waiting to run into each other in a hallway.”

--spoiler--
tamamen kadın filmi. hetero bir erkeğe göre film değil.
naif bir film. ancak bana göre herkesin dediği gibi japon kültüründe bunalım yaşayan iki insanın buluştuğu bir film değildir. ne bob'un ne de charlotte'un japonya'yla ilgili pek bir sıkıntısı yok. asıl problemleri ikisinin de hayatta ne yapacağını bilememesi ve ilişkilerinde mutluluğu yakalayamaması. ikisi de birbirinde bu sıkıntıyı gördüğü için bu kadar derin bir bağ kuruyorlar. charlotte'un tapınağa gitmesi, kişisel gelişim CD'leri dinlemesi ve tüm şehri tek başına gözlemlemesi hep bir arayış içinde olduğunu görüyoruz. kazma kocası ise onu anlamaktan çok uzak.
özellikle karaoke sahneleri insana keşke ben de bu kadar içten eğlenebilsem dedirtiyor. kültürel şoku falan boşverin, eğer siz de hayatta devamlı bir arayış içindeyseniz keyifle izleyebileceğiniz bir film. peki bu arayış bir yere varıyor mu? bu gibi varoluş sıkıntılarını irdeleyen filmlerin çoğunda olduğu gibi muallakta kalan bir son ile baş başa kalıyorsunuz. bir yere vardığı yok.
Ne abartılacak ne de yerden yere vurulacak bir film değil Lost in Translation.Film,evli olmasına rağmen iki yalnız insanın arkadaşlığını ve birbirlerinde buldukları "yakınlık" hissini anlatıyor ya da bana öyle geldi çünkü Lost in Translation filmini izleyen herkes kendinden bir şey bulabilir ve kendine göre yorumlayabileceği bir film fakat her ne olursa olsun filmin ana teması "yalnızlık".Film ağır bir film yani filmi izlemeden önce ağır ve yavaş işleyen bir film olduğunu göze alarak izleyin ve kesinlikle heyecanlı veya sürükleyici bir film beklemeyin çünkü filmin ne öyle bir amacı ne de öyle sunduğu bir şey var,film kendi ülkelerinden uzak olan iki yalnız insanın hem dil sorunu hem yalnızlık sorunu çekmesini anlatıyor genel olarak.Ben izlerken sıkıldığımı söyleyemem zaten ben bu tarz yalnızlık temalı filmleri severim yani izlerken keyif alarak izledim.Fakat film bence farklı bir şey sunmuyor seyirciye yani yalnızlık temalı olmasına rağmen çok farklı bir şekilde anlatmıyor bu olayı zaten bence filmin en iyi yanı oyunculukları,Bill Murray ve Scarlett Johansson çok iyi karakterlerine uymuşlar ve gerçekten çok iyi oynamışlar zaten bu kadar iki iyi oyunculuk olmasa bence film etkileyicilik kısmında sınıfta kalabilirdi.Ayrıca filmin bazı müzik seçimleri de gayet başarılı olmuş ve filme etkileyicilik katmış.Yalnızlık temalı filmleri seviyorsanız ve Japonya'da geçen bu dil-yalnızlık karmaşasını da izlemek ve gerçek dünyanızdan biraz da olsa soyutlanmak istiyorsanız Lost in Translation'ı tavsiye edebilirim.

7/10