bugün

seriatin kestigi parmak

hayat akışında yavaş yavaş bir şekilde olgunlaşıyoruz değil mi hepimiz. ufaktan ufaktan bilinç kazanıyor, hayata karşı belli başlı reflekslerimizi hazırlıyor, ve bunları tabiat ediniyoruz. "teheey kaçın kurasıyız olum biz" oluyoruz parça parça. masumiyetimizden uzaklaşıyoruz. yalanlarla dolu bir dünyayı kabulleniyor, ve buna karşı önlemler alıyoruz. kendimiz gibi insanların hilelerine karşı tetikte duruyor, yine kendimiz gibi etten kemikten vücut bulmuş insanlara hileler, tuzaklar kuruyoruz. kendimiz gibi birinden eziyet çekiyor, yine kendimiz gibi birilerinin yoluna taş koyuyoruz. sorunlarımızı bizler var ediyoruz. bir sınava girildiği zaman en iyi olan kazanıyor, ve ondan düşük seviyede olanları gerisinde bırakarak kendi arzusuna, veya kendi arzusuna en yakın seçeneğe kavuşuyor. Çizgimizi doğru çiziyoruz kendimizce. Ve kendimiz de dahil olmak üzere herkese yalanlar söylüyoruz. Yalanlarla devam eden bir hayata alışıyoruz…

*****
Yalanlarla devam eden bir hayata alışıyoruz… bir çocuk parkta çalışan işçinin yanına yaklaşıyor ve, "amca bu kaydırakları niye söküyorsunuz?" diye soruyor. işçi amcası ona: "yapacaz yapacaz… burayı da altınpark gibi yapacaz güzel kızım" diyor. Kız çocuğu sevinerek arkadaşlarının yanına gidiyor ve onlara aynı şeyi söylüyor. Hep birlikte sevinmeye devam ediyorlar. biraz sonra kızın annesi parkın kenarından geçiyor, aynı kız annesine bağırıyor: "annee buraya altınpark tan yapacaklarmış, işçi amca öğyle dedii" diye. anne anlıyor yalanı, işçi de söylediği yalanın farkında. Kadın ile işçi arasında gizli bir anlaşma yok. yalancılar kendi gibileri tanıyor hemen. sadece çocuk farkında değil olayın farkettik mi? Anne de aynı yalanı sürdürüveriyor hiç sektirmeden…

birileri de bizlere yalan söylüyor belki. biz farkında olmuyoruz, kendi sorduğumuz sorunun cevabını almanın kıvancı içerisinde hayatımızı güzel güzel yaşıyoruz. birilerine yalan söylüyoruz, onların hayatını da "güzelleştiriyoruz" kendimizce. Zerre zerre koparak, dağılarak, bir daha asla yerine konmamacasına içimizdeki pür saflık kayboluyor, ve biz bunu gerçekten düşünmüyoruz bile.

*****
içimizdeki pür saflık kayboluyor, ve biz bunu gerçekten düşünmüyoruz bile... bir kadın parkta kediler köpekler kuşlar böcekler arılar sıcakta -yazık- yanmasınlar içsinler diye bir kaba su koyuyor. "iyi" kalpli çünkü. hayvancağızları düşünüyor. "iyi" bir şey yapıyor. hepimiz takdir ediyoruz. toplumdaki genel "iyilik" kavramına uyuyor çünkü bu yaptığı. demiştim değil mi "iyi" bir şey yaptığını. demişimdir kesin…

ertesi günlerden birinde o kadın o kaba suyu koymayı unutuyor, veya başka bir işi çıkıyor, aksatıyor yani o suyu. parkta devamlı oynayan, ve o kabın o kadın tarafından doldurulduğunu gören bir kız çocuğu var. kadın doldururken sormuş zamanında: "teyze niye oraya su koyuyorsun? o suyu güneş alıyormuş. abim öyle dedi. güneşe mi su veriyorsun? Ehehehe…" cevabı basit ve yeterli olmuş kadının: "çünkü bu bir iyilik". evet iyilik.

Ama burada azıcık durun ve kırmızı topa bir bant daha yaptıralım: kadının o kaba su koymadığını gören kız çocuğu eve koşup bir şişe suyla o kabı dolduruyor. önceki soru cevap hadisesini duyan ben, çocuğu yanıma çağırıyorum. "neden su koydun oraya?"...

+"çünkü oraya su koymak iyi bir şey."

tecrübe edilmiş, ölçülüp biçilip hesaplanmış bir iyilik değil onun yaptığı. "pür iyilik". tanımsız iyilik. bunu görünce farkediyoruz ki yetişkin bir birey olarak bizler, ben, sen, o kadın, ne kadar oraya su koyarsa koysun, ne kadar hayvancağızı düşünürse düşünsün, tanımlanmış iyilik kavramının dışına çıkamıyor aslında. karşılıklı ilişkiler tanımlayıp kendimizi bunlara mecbur bırakıyoruz...

*****
karşılıklı ilişkiler tanımlayıp kendimizi bunlara mecbur bırakıyoruz... birimizin oğlu, bayramda kendisine harçlık veren dayısına teşekkür etmeyi unutuyor. önce "öp bakayım dayının elini, şimdi de teşekkür et çabuk!" diyerek çocuğumuzu utandırıyor, sonra da "öğrenecek yavaş yavaş dayısı" diyerek kendimiz utanıyoruz.
bakkala git de 2 ekmek al gel bize dediğimiz çocuk bize "yok ya ben oyun oynuyom şimdi, başka zaman alırım" dediği zaman, "üstüne de kendine bi limonata al" diyerek o çocuğun dünyasının ilk lidyalısı oluyoruz. bir şeyler vermeden bir şey alabilmeyi, bir şeyler almadan da bir şeyler verebilmeyi unutturuyoruz ilk iş olarak çocuklarımıza. çocuklarımızı büyütüyoruz. kendimiz de büyüyoruz git gide aslında...

*****
kendimiz de büyüyoruz git gide aslında... her şeyin aslına ermeye başlıyoruz, anlamaya başlıyoruz, çözümlüyoruz duyduklarımızı, gördüklerimizi. ortak kanaatlere yaklaşıyoruz git gide. ilk başlarda önemsenmeyen fikirlerimiz, zamanla önemsenmeye başlıyor, memnun oluyoruz. çünkü genel yargılara uygun hale geliyoruz. Tasdiklendikçe sayısı artıyor "topluma malolmuş" düşüncelerimizin. Toplumun tornası her zaman işliyor gizliden gizliye.

kendimizi ispat ettiğimizi sandığımız her an, aslında insanların bakış açılarında güzel olan, beğenilen, takdir gören hareketlerimize olumlu ketler vuruyoruz. sınırların dışına çıkanlarımız da oluyor tabi, hiç olmuyor değil. onlar da var aramızda. onlar da "toplumun takdir gösterdiği şeylerin" dışına çıkıyor aslında sadece. yani hazır bir tanımın dışına çıkıp başka bir tanımın içine girerek "aykırı" oluyor aykırılarımız. her aykırıyı da beğenmiyoruz bu arada. aykırı olmanın da sınırları çizilmiş. anlamadığımız bir muhalefet istemiyoruz. üstesinden gelebileceğimiz muhalefetlere kapımız açık sadece... sadece cevabını verebileceğimiz soruların sorulmasını istiyoruz. sadece çözümü elimizde olan sorunlarımızı kabulleniyoruz. diğerlerine itirazımız var.

üç beş çocuk binanın önünde "yakan top" oynuyor. topu atan kişi sayısı 2, toptan kaçan sayısı 3-4. atılan topu tutmaya çalışıyor ortadakilerden birisi. "can" kazanacak. ama topu atan çocuk yere değdirdiğini söylüyor ortadakinin. o sırada "can" almaya çalışan çocuğun babası çıkıyor evden, elinde bir leğen "pide-lahmacun içi" ile birlikte, "urfalı hacı kadir lokantası"na gidip pide yaptıracak haftasonu gelen misafirleri için. kız babasına bağırıyor: "baba bunlar benim hakkımı yiyolaar". babası hem küm bişeyler diyerekten geçiyor yanlarından. babasına şikayetlenen çocuk da unutuyor şikayetini, baba da unutuyor hiç takmadığı çocuğunun sesini. büyükler küçüklerin dünyasına dahil olmuyor, küçükler büyüklerinden sadece kendi hayallerine yardım etmelerini istiyor.

kirleniyoruz yavaş yavaş. ve biz bunu ne umursuyor, ne de farkediyoruz. belki bir yazı okurken, belki bir şiir dizesinde, belki haberlerde göçük altında kalan yüzlerce işçiyi izlerken iyi insan oluyoruz. saniyeler sürüyor iyi olmamız. Ve yine saniyeler sürüyor bundan sıyrılmamız. ben bu yazıyı yazarken iyi olmak istiyorum, öyle iyi bir insan olarak kalmak istiyorum. Ancak yazı bitince "xxxxx kişisinden aldığım mesaj" ı düşünmeye başlıyorum. sonra da kaybolup gidiyor içimizdeki çocuk. ara ara, dalga dalga yaşıyoruz insanlığımızı. Dalgalar geldikçe ıslanıyor insanlık sahilimiz. Denizin seviyesini yükseltmek için bir yerlerimizdeki buzulların erimesi gerekiyor, biz ise buzlardan gayet memnunuz.

bünyelerimizi iyilikle değil, hayatta kalma, ayakta kalma içgüdüsü ile yoğuruyoruz. en baba yaşayanımız 80 yıl yaşıyor şu dünyada. 10 unu hiç bir şey bilmeden, 30 unu bişeylerin peşinde koşarak, 20 sini de bişeylerin peşinde koşarken düşürdüklerimizi toplayarak geçiriyoruz. ama biz yine de kazık çakıyoruz dünyaya. buralardan hiç gitmeyecekmiş gibi bertaraf ediyoruz engellerimizi, omuzlara basarak yükseliyor, manzaranın keyfini çıkarmayı dahi aklımıza getirmeden sadece tırmanıyoruz. bazılarımız aşağıdan bile bir manzara izlerken, biz sadece sırtımızda ter, kalbimiz pır pır, yükseliyoruz. kimimiz istanbul da Ümraniye’yi beğenmeyip istinye’yi istiyor, kimimiz ise mardin-eskişehir’de mezopotamya’nın başlangıcı olan kuru düz topraklarda deniz manzarasını kokluyor.

kendimizden başkası değil bize bu hayatı zorlaştıran. gelecek kaygısı diye uydurduğumuz bir yalanın peşinden her şeyimizi sırtlanarak koşuyoruz. ne rızkın allahtan geldiğine güveniyor, ne de tevekkülden dem vurmayı kesiyoruz. her şeye yetişiyor, hiç bir şeye yetişemiyoruz. çocukken “babalarımız gibi olmamaya” yeminler ediyor, baba olunca “benim yaşadıklarımı çocuklarım yaşamasın” demekten kendimizi geri bırakmıyoruz. ne yaşadığımızı, ne de çocuklarımızın yaşayacağını beğenmiyoruz.

ne yaşadığımızı, ne de çocuklarımızın yaşayacağını beğenmiyoruz.

ama ne fayda ki hepimiz ölüyoruz. çocuklarımıza daha güzel bir dünya bırakmak deyince: "8 dönüm arsa, 2 de daire bıraktım daha ne olsun allaha şükür" anlayışından ibaret bir neslin son sürümü olduğumuzu aslında hiç unutamıyoruz. Unutmamıza fırsat verilmiyor. bir sefer dahi düşünmediğimiz, -varlığından haberimizin dahi olmadığı- ancak hayatımızın tüm çizgisini belirleyen reflekslerimizin kökeni, yine bizim gibi bir insana, onu yetiştirene, ona eziyet edene, ona çektirene, onu bu hale sokana dayanıyor. geleceğe sadece olumsuz şeyleri bertaraf etmek gözüyle bakmaktan başka bir gelecek vizyonumuz yok.

burada yazıyı sonuca bağlayarak yazının doğasına aykırı davranmak istemiyorum. çünkü diyeceğim şey, benim hayatımın denkleminin sonucunda ortaya çıkmış bir şey olacak. ancak hayat hesap makinasıyla hesaplanmıyor. senin hayatında doğru olan, benim hayatımda yanlış olabiliyor. ve aslında bütün sorunların başını da işte bu paradoks teşkil ediyor.

selametle.

(bkz: sadece yazarına bir şeyler öğreten yazılar)

eğlenceniz daim,
sevgiliniz kuduruk olsun.

/seriatin kestigi parmak/

9345.