bugün

mathieu kassovitz in 1995 yapımı paris in gettolarını konu alan filmidir.
bob marleyli açılış... usta oyunculuk... değişik ve güzel çekim teknikleri... az kadın*...bol ödül...ustaca yerleştirilmiş mizah... "dünya sizindir", değil "dünya bizimdir"... "buraya kadar herşey yolunda"... güzel film!
fransa'daki varoş ayaklanmalarını çok önceden farkedip filme almış, kenarın keskinliği üzerine dokunaklı ve sarsıcı bir filmdir.
filmin baş 4 karakteri de, gerçek hayattaki isimleriyle filmde başgöstermişlerdir.
fransa'daki göçmen isyanına 10 yıl önce parmak basan film.
--spoiler--
le monde est à vous
--spoiler--

(bkz: burnin and lootin tonight)

(bkz: vincent cassel)
(bkz: said taghmaoui)
catida yapilan mangal keyfi sirasinda 10 yaslarindaki velet belediye baskanina:

-heey le maiiree! nique sa mère au maire!

3 kafadar paris te bir cafenin tuvaletlerinde, bir ihtiyar cikar:

-quand il me tend la main, il tombe son pantalon. quand il remet son pantalon, il me lache la main!

diyaloglari ile gulduren filmdir. ayrica said e saldiran skinhead ler arasinda kacamayan matthieu kassovitz in ta kendisidir.

yazin gelen eksi: * begenemedin mi? seni guldurmediler mi?

editin kendisi: cousin hub ve vinz in 13-14 yaslarindaki bir arap bebesi ile, müge sitesine hakim bir yerde, zaman öldürürken yaptiklari sohbet, hikayenin baslangici olan catismalarin ana nedenini icerir diyebilir miyiz? o can sikintisi nelere kadir? peki neden canlari sikiliyo bunlarin? sömürgenin cocuklari, bugünün fransiz vatandaslari o bebeler, yasitlarinin sahip oldugu olanaklardan uzak, büyük sehir sinirlarinda tastan kaleler ile top oynuyolar. bu fransa dünya sampiyonu olmustu 3 sene sonra, simdi hatirladim. kabil zidane, ada bebesi henry, thuram. belediye baskanina kufreder tabi. filmin cekildigi banliyönün bebesi. tutmuslar oynatmislar. sansa bak! hakkini da dogacladigi bu küfür ile vermis. sohbetin sonunda "neyse ben kebap yemeye" diyip gitmesi ayrica gülümsetir beni.
guldurdugu kadar dusunduren, ozgurlukler ulkesi denilen bir ulkede ne kadar tutsak hayatlarin var oldugu anlatan muhtesem bir film.
türkiye'de protesto ismiyle gösterime girmiş film.
Fransa'da gettolarda yaşayan gençlerin hayatından kesitler sunulan, içinde ırkçılığa ve sosyal sınıf farklılıklarına yapılan göndermelerin de bulunduğu, siyah beyaz çekilen film.
(bkz: Burnin and lootin)
"tanrı kakanı yapmanı istiyorsa bağırsaklarından da o itiyordur.." diyaloğunun geçtiği, replikleri çok ve boğucu ama bir o kadar da realist bir "bir günlük film"...
Kimi filmler vardır; tek derdi, gerçeği doğrudan insanın yüzüne çarpmaktır. izleyiciye fantastik bir dünya sunmaz ya da ağdalı diyaloglarla etkileme amacında değildir böyle filmler. "Al işte, gerçek bu! Ne kadar kaçmaya çalışsan da, ne kadar şimdiye kadar her şey yolunda desen de, düşüyorsun" der. Düşüyorsun ve yere çakılıp parçalarına ayrılacaksın.

Ayrılık tohumlarını kimler attı bilinmiyor, mühim olan şu ki; ayrılığın daha da derinleşmesi için taraflar ellerinden geleni yapıyorlar. Araftakiler ise, iyi niyetleriyle kalıyorlar sadece. Akıntıya karşı kürek bile çekemiyorlar, öylece gitmekten başka şansları yok. Gerçek bu, bir insan çok şeyi değiştirebilir kanunu burada geçerli değil. Gerçek olan, çığ gibi büyüyen, nefretin ve hoşgörüsüzlüğün artması.
Bu gerçek, seyircinin yutkunmasına bile engel oluyor işte.

Kaçınılmaz olan şey de gerçekleşti.
önemli olan düşüş değil, yere iniştir..

bu cümleyle başlayan, yerimden kalkmadan izlediğim, herşeyiyle mükemmel bir film.

filmin bir sahnesinde zilde cassel soyadını görünce, acaba deyip oyuncu isimlerine baktığımda oyuncuların filmde de gerçek hayattaki isimlerini kullandıklarını öğrendim.

bir yerden bulun ve izleyin bu filmi..
-şort giyseymişim keşke, burası iyi havalanıyor.
kin, düşmanlık, nefret...
serseriligin, sahte erkeklik gosterilerinin, esit yasam standartlarina sahip olmayan kisiler arasindaki nefretin irkinin olmadigini gosteren crime-drama turu izlenesi film. dunya toplumlarinda gittikce buyuyen bir tehdit halini alan ic catismalari gormezden gelmeye devam etmenin dogurdugu-doguracagi sonuclarin izleyiciye gozune sokma derecesinde guzel anlatildigi filmdir ayni zamanda.
eger filmleri izleyeni icine cekme gucune gore siralayacak olursak bu film ust siralarda yer alir,almalidir. cunku filmi izlerken kendinizi okeye 4.gibi hissedip esas ucluyle takiliyor,onlarla kufrediyor,her an kendinizi icinde bulabileceginiz bir sokak kavgasindan siyrilmak icin nefes nefese kosuyorsunuz. sonra da durduk yere adrenalin seviyenizin bu denli artmasina sasiriyorsunuz.
filmin siyah beyaz cekilmis olmasi filmde islenen suc ve siddet temalarinin vurgulanmasi acisindan ve kahramanlarimizin hayatlarinda barindirdiklari bunca olumsuzlukla eszamanli olarak, hayatin baska renklerini algilayamayacak olmalarini sembolize etmek acisindan yerinde bir secim olmus.
benzer bir yerinde secim icin (bkz: tzameti)
buna ek olarak cidade de deus filminin "brezilya'dan gelen la haine" olarak anilmasinin da filmin basarisinin baska bir gostergesi olarak kabul edilebilecegini belirtmekte yarar var.
Buraya kadar her şey yolunda, buraya kadar her şey yolunda ........
avrupa sinemasının en çarpıcı örneklerinden. "çarpıcı örnek" çok klişe bir terim ama bu film bütün klişe terimleri hak ediyor. başından sonuna suratımdan tebessüm eksik olmadan izlediğim, bu olayda ki kişiler, kurumlar ve yaşananlar tamamen gerçektir filmi. özellikle banliyöde ki sahnelerden birisinde apartmanda ki dj'nin "c'mon kill the police" şarkısında edith piafın non je ne regrette rien parçasından sözlerle yaptığı mix çok orijinaldi. fransa banliyölerinde gerçekleşmiş olayları tarihi 10 sene ileriye sararak anlatmış yönetmen mathieu kassovitz. fakat film ile ilgili üzüldüğüm tek nokta yönetmenin bir daha bu şekilde bir iş ortaya koyamaması.
http://galeri.uludagsozluk.com/g/la-haine/
sistem-otorite eleştirisini yer yer basit gerçeklere (gerekçelere) dayandırarak yapması bilinçli.
zengin-yoksul, alt-üst fransız gibi.

karakolda gördükleri keyfi muamelenin toplumda yansıması yok (gittikleri partide olay çıkarıncaya kadar dışlanmamaları buna işaret ediyor).

sırf finali için dahi çok şey söylenebilir, piç olmadığım için özet geçiyorum.
-- spoiler --
soru: patlayan silah, kime ait?
cevap: farketmez.
-- spoiler ---
(bkz: la monde est a nous)
Said'in Le monde est a vous yazısını spreyle Le monde est a nous olarak değiştirmesi filmdeki bütün teranenin özetidir.

görsel
sınıf farkının ve getto yaşantısının aynası olan film.

-----spoiler-----

la haine.

yazıya filmin kısa bir künyesiyle başlamak doğru olacaktır. film 1995 alman-fransız ortak yapıdır. yönetmeni matthieu kassovitz'dir. kendisinin ilk filmi değildir, bu yapıttan önce birkaç küçük işli film çekmiş ve oynamıştır. ama asıl ününü bu filmle elde etmiştir, 1995 cannes film festivali'nde en iyi yönetmen ödülünü elde etmiştir la haine ile. ayrıca fabuleux destin d'amélie poulain'ın da yönetmiştir kendisi. oyuncular ise filmde gerçek isimlerini kullanmışlardır, vinz - vincent cassel, hubert - hubert kounde, said - said taghmaoui.

- gökdelenden düşen adamın ne dediğini duydun mu ? düşerken her kata geldiğinde kendine güven vermek için : "şimdiye kadar her şey yolunda", "şimdiye kadar her şey yolunda", "şimdiye kadar her şey yolunda"... nasıl düştüğün önemli değil. nasıl yere indiğin önemlidir. filmin genel konsepti açılış sekansında yönetmen tarafından seyirciye giydirilmiştir.

bu kısa girişin ardından gelen şarkı da giriş kadar manidardır. bob marley'den burnin and lootin. film paris gettosunda yaşayan, yaşamaya çalışan üç gencin bir gününü anlatmaktadır. bir yahudi olan vinz, arap olan said ve siyahi hubert. bir banliyö ve sadece fıkralarda birleşebilecek bir üçlü. bu üçlüyü bir araya getiren nedenlerin başında fakirlik var, öyle ki çatıda yapılan mangal partisinde said'in sosis almaya yetecek kadar bile parası yoktur ki o da araklar çünkü insan tabiatı aç isen karnını doyur der. bunun yanında ezilmişlik ve ötekileştirilmişlik yüzünden bu gençler okula bile gitmiyor, okulu yakıyorlar. sınıf farkının nedeninin ırkçılıktan öte olduğunu temel problemin para olduğunu söylüyor film.

film siyah beyaz olarak çekilmiştir, ki zaten böyle bir filmde renklere yer yoktur. bunun dışında çekim tekniği ile ilgili bir detaya daha değinmek istiyorum çünkü çok beğendim. nique la police*'li sahnenin çekim tekniği beni çok etkiledi, 95 yılında bunu başarabilmeleri takdire şayandır.

http://www.youtube.com/wa...di2li&feature=related

bir de taxi driver'a yapılan gönderme çok iyiydi, vincent cassel harika bir performans sergilemiş.

http://www.youtube.com/wa...tqmqa&feature=related

film derin bir sistem eleştirisi barındırmaktadır bünyesinde. arkadaşları abdel'in polis şiddetine maruz kalması bu üç genci çok etkilemiştir, özellikle de vinz'i. o da eğer abdel ölürse bir polis öldürerek durumu eşitlemek istiyor. böylece polisi öldürerek hem arkadaşının intikamını alacaktır, durumu eşitleyecektir hem de bulunduğu sınıfta saygı görecek, mevkisi yükselecektir. insanoğlunun iktidar hevesinin yaradılıştan beri devam ettiğini görmek zor değil, ha bir devleti kontrol etmek ha bir silahı. bu sırada filmde anlatılan günün öncesindeki gece bir isyan çıkmış ve polisin biri silahını kaybetmiştir ve bu silahı vinz bulmuştur. bir nevi burada silahın el değiştirmesi gücün, iktidarın öteki'lerin eline geçmesini simgelemiştir. yönetmen "bakalım ötekiler gücü kullanmada tereddüt edecek mi ?" sorusunun cevabını vermiştir film boyunca, ve vinz hubert'in kasıtlı kışkırtmalarına rağmen nazi taraftarı dazlağı öldürmeyecek, merhamet edecektir. ve ardından kendisi kurşunun hedefi olacaktır. filmdeki keskin ironilerden biri budur : cinayet işlemeyi kafasına koyan vinz'in öldürülmesi, diğeri ise bu yaşamdan kurtulmaya çalışan ve her daim bulunduğu yerden çıkan silahı yerine sokan hubert'in katil olması. iktidara sahip olanın gücünü dilediği gibi kullanabildiği bir dünyada yaşıyoruz, resmi makam olsun ya da olmasın silah kimde ise onun kuralları geçer. silah polisteyken işkence eder, hatta yanlarındaki çaylağa da işkencenin püf noktalarını gösterir, silah gettoda ise kardeşini döven polislerden intikam alma amaçlı kullanılacaktır. (pompalıyla polisin kolunun parçalandığı sahne )

üç genç paris'e geldiklerinde tuvalette çıkan amcanın anlattığı hikaye de filmi temellendirir. hikaye şöyledir :

- güzelce sıçmak gibisi yoktur! tanrıya inanır mısınız? yanlış soru! tanrı bize inanır mı? bir zamanlar grunwalski adında bir arkadaşım vardı. birlikte sibirya'ya yollanmıştık. sibirya'daki çalışma kamplarına sığır vagonlarıyla gidilirdi. günlerce, tek bir canlı görmeden buzlu steplerde yol alırdınız. isınabilmek için birbirinize sokulurdunuz. ama sıçmak, kendini rahatlatmak zordu. bunu trende yapamazsın ve tren sadece lokomotife su almak için durur. grunwalski utangaçtı. beraber yıkandığımızda bile bozulurdu, onunla dalga geçerdim. neyse, tren durduğunda herkes raylara sıçmak için atlardı. grunwalski'ye o kadar sataşmıştım ki tek başına uzaklaştı. tren hareket etti, kimseyi beklemezdi, herkes trene atladı. ama grunwalski'nin bir problemi vardı: çalıların arkasına gitmişti ve hala sıçıyordu. sonra onu çalıların arkasından gelirken gördüm. elleriyle pantolonunu çekiyordu, treni yakalamaya çalışıyordu. grunwalski'yi tutmak için elimi ona doğru uzattım. ama her yetişişinde elini bırakınca pantolunu dizlerine kadar düşüyordu. durup toparlanıyor,
pantolonunu çekiyor, tekrar koşmaya başlıyordu. yetiştiğindeyse pantolonu tekrar düşüyordu.

- sonra ne oldu?

- hiçbir şey. grunwalski donarak öldü. iyi günler.

hikayede anlatılan grunwalski, sisteme karşı gelen bireydir ve tren de sistemdir. kısacası sisteme karşı gelip çalıların orada sıçarsanız, sistem de sizi içerisine almaz ve yok olmaya yüz tutarsınız. bizim gençler gibi önce gettoya düşersiniz, fakirlikten kurtulamazsınız ve sonunda grunwalski gibi ölürsünüz. filmde bir yer de daha bu işlenmiştir : parti sahnesi. sanat galerisine girdiklerinde etraftakiler gibi davranmayı reddediyorlar, her ne kadar bilgisiz olsalar da konuşmamayı yeğleyip çok dikkat çekmeden karınlarını doyurup çıkabilecekken bunlar etrafa sataşıp kendilerini belli ediyorlar, çalıların oraya gidiyorlar sıçmak için ama sonunda tren kalkıyor ve sergi sahibi bunları kovuyor.

arada hollywood'a selam çakıyorlar, üçlünün arabayı çalacakları sahne. arabaya giriyorlar ama 3-5 dakika boyunca ters kontak yapamıyorlar, halbuki hollywood'da öyle mi, arabaya girmesi ile arabanın çalışması arasında 4 saniyelik bir zaman dilimi var. filmde tebessüm ettiren birkaç sahneden biriydi, osuruk muhabbetiyle birlikte.

ve final..
hani boğaz köprüsü gibi yüksek bir yerden atlarsın suya çarptığında betona çarpmış hissi verir ya final de seyircide beton çarpmış hissi yarattı. bir sahne önce affeden ve sırf affettiğinden arkadaşının haklı olduğu varsayımına ulaşıp silahı ona teslim eden vinz, silahsız kaldığından bok yoluna gidiyor. finalden önceki sahnede üçlü otobüsle gettolarına döner, sahne tam biterken otobüsün ışıkları söner, aslında ne kadar kara bir final olacağının spolierını yönetmen vermiş burada. ve sonunda vinz üçlüye göre sıradan bize göre ise anormal bir günde ölürken humbert katil oluyor... buraya kadar her şey yolundaydı, ama yere iniş sert oldu, hatta çakıldı bizimkiler.

la haine, paris'te eiffel'i göremeyenlerin hikayesidir.

tik tak sesleri arasında : sanki bir toplum düşüyor ve düşüş esnasında sürekli kendi kendine : şimdiye kadar her şey yolunda şimdiye kadar her şey yolunda şimdiye kadar her şey yolunda şimdiye kadar her şey yolunda... nasıl düştüğün önemli değil...

-----spoiler-----
asıl hikaye filmin başında ve sonunda zenci elemanın anlattığı "50 katlı apartmandan düşen adam" gibi görünse de değildir. asıl hikaye çişini yapmış/rahatlamış amcanın anlattığı hikayedir.