bugün

silah sanayisini ayakta tutmak.
Dünyanin çivisi çıkmıştı. Din ortaya çıkinca daha da çıktı.
din, insanın dünyaya geliş amacının yani nasıl bir hayat sürmesi gerektiğinin onu yaratan rabbi tarafından belirlenen kurallarıdır.
uyan hem dünyada hem ahirette mutluluğu yakalar.
bu tür soru soranların dem vurdukları "dünyadaki kötülükler" bahsine gelince;

allah(c.c) derki:

"insanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır."(rum:30 - diyanet meali)

ve

" Eğer yüz çevirirlerse (bilesin ki), biz seni onlara bekçi göndermedik. Sana düşen, sadece tebliğdir. Gerçekten biz insana katımızdan bir rahmet tattırdığımızda ona sevinir; ama elleriyle yaptıkları işler yüzünden onlara bir kötülük dokunursa, o zaman da insan pek nankördür."(şura:48 - Diyanet meali)

vesselam...
insanların dünyayı anlamlandırma, toplumları sorunsuz şekilde işletmesi için kurulmuş saçma kurallar bütünüdür. bir amacı var tabi, boşuna kuruldu demiyoruz ama artık gereksinim yok çünkü ilkel aklın kalıntıları kendini aşmış vaziyette. uhrevi safsatalar ise hiçbir zaman bir şeyleri açıklamış değildir.
Bir deistin doğumuna hoşgeldiniz.
iktidar olmak?
Çok zeki insanların ya da insan topluluklarının kontrolü ele almak için çıkardıkları furyalar. Neden zeki? Çünkü insanların duygusal yapılarını çoook öncelerden çözüp zayıf noktalarından vurmuşlar. inanacak bir şey vermek dünyada gördüğüm en iyi kontrol hamlesi. Devamı çorap söküğü. Bana kalırsa yahudi planı din mevzuu. Yahudilik de din değil mi diyen bu başlığı terketsin. O bir ırk. Ama saygı duyuyorum bu kadar büyük toplumları bu şekilde yönetebilmek için o dönemde bu kadar mükemmel bir plan yapmak üstün zekadır. Hem de asırlar sürecek bir plan. Önünde eğilirim.
Allah bir şeyi yaratırken hayırlı neticeler vermesi için yaratmaktadır. Kainattaki düzene baktığımızda hiç bir eksikliğe ve başıbozukluğa rastlanmamakta ve kainattaki düzeni gören her akıl sahibi Allah'ın büyüklüğünü tesbih etmekten kendisini alamamaktadır.

Ancak insanlar, kainatta yaratılan bu hayırlı şeyleri kendi iradeleriyle şerre çevirebilmektedirler.

Mesela ateşin yaratılması hayırdır. Ancak bir insan gidip elini ateşin içine sokarsa, ateş o insan hakkında şer olmuş olur. Halbuki Allah ateşi, insanlar onunla ihtiyaçlarını görebilsinler diye yaratrmıştır. Ancak o insan kendi iradesiyle elini ateşe sokmuşsa artık, "Allah neden bu ateşi yaratmış, neden bu ateş benim elimi yaktı, Allah neden buna müsade etti?" gibi bir iddiada bulunmaz. Çünkü Allah'ın kainatta koymuş olduğu kanunlar vardır. Ona riayet edersen menfaat elde edersin, riayet etmezsen zarar görürsün. Bu misaller çoğaltılabilir.

insana gelince, Kur'an-ı Kerim'in ifadesi ile Allah insanları kendisine ibadet etsinler diye yaratmış ve kötülüklerden, fuhşiyattan, azgınlıklardan uzak durmasını emretmiş ve buna uymayanları şiddetli bir azabla cezalandıracağını buyurmuş ve yüz binden fazla peygamber göndererek insanları her hususta ikaz etmiştir.

Ancak vazifesini yapmayıp ve bu emirleri dinlemeyip hiçe sayan insanlar, elbette bu yapıklarının cezasını çekecektir.

Allah'ın bu dünyada kötülüklere direkt engel olmaması ise, imtihan dünyasında olmamızdandır. Bu dünya bir imtihan salonudur ve yanlış yapana da doğru yapana da müsade edilmiştir. Eğer yanlış yapanlara müdahale olmasaydı bu imtihan salonunun bir anlamı olmazdı.

Sevap işleyenlerin başına güller saçılsaydı ve günah işleyenlarin başına da dikenler atılsaydı, artık bu dünya bir imtihan salonu olmaktan çıkacaktı.

Musibete uğrayan kişiye gelince, bu musibet netice itibariyle o insan hakkında rahmet olacaktır. Eğer günahları varsa onlara keffaret olacaktır. Günahı yoksa gelecekte işleyeceği günahlara keffaret olacaktır. Ayrıca başına gelen bu musibetler belki de onun cennete gitmesine vesile olacaktır. Yani Allah o musibetzede kuluna rahmetiyle muamele edecek, vereceği mükafatlar o musibeti hiçe indirecektir.

Bizler olayların içyüzünü bilemediğimiz için, zahiren kötü olan bir olayı hemen kötüye yorumlayıp "neden bu böyle oldu, neden şöyle oldu" diye itiraz etmekteyiz. Elbette bela ve musibet istenilmez. Ancak geldiği zaman da isyan değil sabredip şükretmek ve mükafatını düşünüp "kahrında hoş lutfunda hoş" diyebilmektir. Bu kulluğun üst mertebesidir.

Her musibet kahır değidir; her musibeti, her hastalığı yahut her felaketi mutlaka bir kahır tecellisi olarak görmemek lâzım.

Bir hadis-i şerifte de şöyle buyruluyor:

“Belâların en büyüğü peygamberlere, sonra evliyaya, sonra diğer has kullara gelir.” (bk. Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1:519;Hâkim, el-Müstedrek, 3/343; Müsned, 1/172, 174, 180, 185, 6:369)

https://sorularlaislamiye...nyadaki-kotuluklere-neden
yoruma açıktır.
bir psikolog, dinleri araştırmış, ve var oluş amacını anlatmak yerine şu cümleyi kurmuştur:
"dinler o ya da bu şekilde var oldu. benim tek emin olduğum şey, din var olmasaydı bile bizim onu icad etmemiz gerekecekti."
Allah insanları imtihan etmek üzere yaratmıştır. Bu imtihanın adalet anlayışına uygun olması için, imtihana tabi tuttuğu herkese iyi ile kötüyü fark edecek bir akıl, istediğini yapabilecek bir özgür irade vermiştir. Delilerin, çocukların ve iradesi dışında zorlanarak bir kötülüğü yapan kimselerin sorumlu tutulmamasının anlamı da budur.

Eğer Allah adam öldürmek isteyenin elinden tutup engellese, bir kız çocuğuna tecavüz edip öldüren kimseye mani olsa, ortada imtihan diye bir şey kalmaz. O zaman imtihanı kaybedecek kimse kalmaz. Bu durumda imtihanın bir anlamı kalmaz.

Bu sebeple, ortada aklı başında insanların özgür iradeleriyle yaptıkları kötülüklerin faturasını Allah’a çıkarmak yerden göğe bir haksızlık ve adaletsizliktir.

Adalet demek, aynı zamanda her şeyi dengede tutmak demektir. Evrenin milyarlarca bölümü, ünitesi, sisteminin harika bir düzen içinde, harika bir dengede varlıklarını sürdürmekte olduklarına göre, ortada Allah’ın sonsuz bir adaleti vardır.

Ayrıca, Hz. Âdem’den beri bir çok zalimi tokatlayan bir adaletin, bir çok masumu kurtaran bir merhametin varlığını gösteren binlerce olay tarihçe sabittir. Ancak bu dünyadaki imtihan sebebiyle ve bu dünyanın adaletin tamamen tecellisine kabiliyeti olmadığı için, bunun başka bir yerde tecelli etmesi gerekir.

Bu sebeple, haşrin varlığına en büyük delillerden biri olan Allah’ın adaletine saldırmak, pek yakında bizi de yakalayacak olan ölümden sonra o adaletin peçesinden kimse bizi kurtaramaz.

Haksızlığa uğrayanlara cennet gibi bir mükâfatın verilmesi bile onlar için bir bir huzur temin etmez manasına gelen itiraz ise ne ilmen ne aklen kabul edilen bir şey değildir.

Çünkü bugün haksızlığa uğrayan yüzlerce insan tıbbi bir terapi sonucunda iyileşiyorlar. Keza, bilerek veya bilmeyerek bir kimsenin sakat kalmasına sebep olan insanlar tarafından maddi bazı imkanlar sağlanmak suretiyle bir derece onların huzuruna katkı sağlandığı kabul edilmektedir.

Şimdi hiçbir yönüyle kıyaslanamaz bir farkla ebedi bir cennet hayatını vermek, her türlü manevi yarayı iyileştirecektir. Bir saat içinde işkence yapılarak zalimce öldürülmesine mukabil, milyarlar sene en mutlu bir hayatı temin etmek, ölümsüz bir yerde sonsuza dek sürecek bir mutluluk temin etmek, şüphesiz bütün dünyadaki sıkıntıları unutturacak bir mükâfattır.

Kaldı ki, her şeye gücü yeten Allah cennete koyduğu insanlardan sıkıntı verecek bütün hatıraları silebilecektir. Bütün yaraları tedavi edebilecektir. Huzurun yeri olan cennette huzursuzluk unsurlarına asla yer vermeyecektir. Bu konuda bir çok ayet ve hadis vardır.

https://sorularlaislamiye...rmesi-nasil-aciklanabilir
imtihan geniş bir yelpazede sürmektedir. Bazen doğrudan kişi imtihana tabi tutulur ve ona göre başına bazı şeyler gelir. Bazen de başkasının imtihanından dolayı o da o imtihanın içinde bir figür olarak yer alır.

- Örneğin, bir adam bir adamı öldürse, buradaki imtihan yalnız katil olan adama yöneliktir. Çünkü öldürülen maktulün imtihanı diye bir şey söz konusu olamaz.

Bunun gibi, küçük yaşta, daha sorumluluk çağına gelmemiş bir kızın tecavüze uğraması onun imtihanı değil, mütecaviz olan o şerefsiz kimsenin imtihanıdır.

- Önemle vurgulanması gereken bir hakikat da şudur ki: hiç bir günah bizzat Allah tarafından imtihana konu edilmez. Çünkü Allah, küfre razı olmadığı gibi, günahların işlenmesine de razı değildir.

“Eğer inkâr edecek olursanız bilin ki Allah sizden müstağnidir, hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, ama kullarının küfre / inkâra sapmalarına razı olmaz.” (Zümer, 39/7)
mealindeki ayet ve benzerlerinde bu gerçeğe işaret edilmiştir.

Peki imtihan nasıl olur?

imtihan iyi insanlarla kötü insanları birbirinden ayırt etmek için yapılır. Bu sebeple, imtihanın eşit şartlarda adil bir şekilde cereyan etmesi için, imtihana tabi tutulan bütün insanlara akıl ve özgür bir irade verilmiştir. Bu özgür iradenin kullanılması insanın kendi sorumluluğundadır. Ancak imtihanın olabilmesi için onun olumlu ve olumsuz yanlarının olması gerekir. Çünkü kazananların yanında kazanmayanlarında olması gerekir. Bunun için Allah, örneğin konumuzda olduğu gibi, insanlarda şehvet duygusunu yaratmış ve onlara “sakın gayr-ı meşru yolda bunu kullanmayın” diye emretmiştir. imtihanın malzemesi: şehvet duygusu ve karşı cinslerin varlığıdır. Gayr-ı meşru bir şekilde bu şehveti tatmin etmek ise, bu imtihanın bir sonucudur.

Bu sebeple, diyebiliriz ki, bir küçük kıza tecavüz etmek imtihan değildir. imtihanın malzemesi olan şehvet duygusunu yanlış kullanan bir kimsenin elde ettiği olumsuz imtihan sonucudur.

- Tabii ki bu konuda erkek için söz konusu olan bu “şehvet imtihanı” olumsuzlukla sonuçlanmış ve o adam imtihanı kaybetmiştir. Ancak, bu imtihanın olumsuz yan etkilerinden o kız çocuk da etkilenmiş olabilir ve hayatında bazı zihinsel sıkıntılar çekebilir. Fakat, o da şunu düşünmelidir ki, rızası dışında başına gelen hiç bir günahtan dolayı kendisi sorumlu değildir. Ve başkasının kaybettiği bu imtihanın yan etkilerinden dolayı kendisine sevaplar yazılır. Belki bu olumsuzluk hayatının geri kalan kısmında daha dikkatli olmasını ve bazı günahlardan daha fazla uzak durmaya gayret etmesini sağlar. Bu da onu “bazı şerlerde hayır var” düsturuna mazhar eder.

- Bu incelikler bilinmediği için -örneğin- küçük bir kıza yapılan tecavüz, o çocuğun bir imtihanı gibi algılama yanlışına düşülmektedir. Bu defa: “Küçük bir çocuğun ne suçu var, ne diye imtihana tutulmuş?” gibi altından çıkılmaz sorulara zemin hazırlanır. Oysa bizim söylediğimiz hakikat anlaşılırsa, bu gibi olumsuz sorular zihnimizde yer etmez, olanlar da gider.

https://sorularlaislamiye...rmesi-nasil-aciklanabilir
görsel
Allah'ın adaleti er ya da geç mutlaka tahakkuk eder, kimsenin yaptığı yanına kalmaz.

Öyle ise kimse gücüne, kuvvetine, zorbasına ve dayatmasına güvenerek kötülüğe yönelmesin. Unutmasın ki, Allah (imhal) eder, ama (ihmal) etmez. Yani mühlet verir, tövbe etmeyi bekler, ama asla yapanın yaptığını yanına bırakmaz. Bir de bakarsınız ki, gücüne kuvvetine güvenerek zulüm ve haksızlık yapanlar güvendikleri gücünü de kuvvetini de yitirmiş, yaptıklarının karşılığını görecek güçsüzlüğe düşmüşler, adalet yerini bulmaya başlamıştır.

Bu tespitimizi mesaj yüklü tarihî bir olayla da netleştirelim isterseniz.

Abbasilerin beşinci halifesi Harun Reşid, sarayının bahçesindeki bir gül fidanını çok beğenir. Yaprağı, kokusu, görünüşüyle dikkatini çeken gülü özel bakıma alması için bahçıvana emir verir:

-Bahçeye her geldiğimde bu güle bakarak dinleniyorum. Bunu özel korumaya al, suyunu sık ver, yapraklarını tezden dökmesin.

Bahçıvan üzerine titremeye başlar gülün. Ne var ki, bir sabah bahçeye gelen bahçıvan bakar ki, gülün dalına konan bir bülbül, ne kadar yaprak varsa hepsini de gagalayarak yere düşürmüş, tek yaprak bırakmamış gülün başında. Telaşla koşar halifeye:

-Sultanım der, üzerine titrediğimiz gülün yapraklarını bir bülbül gagalayarak yere dökmüş, tek yaprak bırakmamış gülün başında.

Tecrübe sahibi halife telaş etmeden cevap verir:

-Üzülme efendi üzülme, der, bülbülün yaptığı yanına kalmaz.

Rahat bir nefes alan bahçıvan işine döner. Bir gün bakar ki, bir yılan yaprakları düşüren bülbülü yakalayıp ağzına almış, yutmak üzere otların arasında kayıp gidiyor. Heyecanla yine halifeye gelir:

-Sultanım der, yaprakları yere düşüren bülbülü bir yılan yakalamış, götürürken gördüm. Sultan yine telaşsız:

-Merak etme efendi der, yılanın yaptığı da yanına kalmaz.

Bahçıvan yine işine döner. Bir ara bahçede çalışırken otların arasında yılanı görür. Hemen elindeki küreğiyle darbe üstüne darbe indirerek yılanı orada öldürür. Sevinçle geldiği halifeye de durumu anlatır:

-Sultanım der, bülbülü yakalayan yılanı ben de bahçede otlar arasında yakalayıp küreğimle öldürdüm.

Harun Reşid yine sakin:

-Bekle efendi bekle der, senin de yaptığın yanına kalmaz.

Nitekim çok geçmez bahçıvan da rakip gördüğü bir başka bahçıvanı döver, hatalar yapar. Yakalayıp halifenin huzuruna çıkarıp cezalandırılmasını isterler. Halife emrini verir:

-Atın bunu zindana!

Yaka paça zindana doğru götürülürken geriye dönen bahçıvan şunları söyler:

-Sultanım der, bülbülün yaptığı yanına kalmaz dediniz, onu yılan yuttu. Yılanın yaptığı yanına kalmaz, dediniz, onu da ben öldürdüm. Şimdi benim yaptığım da yanıma kalmıyor, beni de sen zindana attırıyorsun. Herkesin yaptığı yanına kalmıyor da senin yaptığın mı yanına kalacak? Demek sana da bir yapan çıkacak. Öyle ise der, gel sen bana yapma ki bir başkası da sana yapmasın!..

Bu değerlendirmeyi tebessümle dinleyen Harun Reşid, 'Doğru söyledin bahçıvan.' diyerek emrini verir:

-Bırakın bahçıvanı, çiçekleri sulamaya devam etsin. Derler ki:

-Yaptığı yanına kalır.

-Hayır, hayır der, kimsenin yaptığı yanına kalmaz. Daha ağır şekliyle ahirette ödemeye tehir edilir. Ama gafil insanlar bunun farkına varamaz da, yaptığı yanına kaldı sanırlar...

-Evet. Kimsenin yaptığı yanına kalmaz. Bunda hiç kimsenin şüphesi olmasın. Yanına kaldı sanılanlar daha ağırıyla mahşerde ödemeye tehir edilirler. Ne var ki, gafil insanlar bunun farkına varamaz da yaptığı yanına kaldı sanırlar.

Ne dersiniz, yaşananlar da bunu mu gösteriyor? Kimsenin yaptığı yanına kalmıyor da, keşke yapmasaydık mı diyorlar şimdi?

Velhasıl, Allah'ın koyduğu kanun değişmiyor, kimsenin yaptığı yanına kalmıyor.

"Fatebiru ya ülil ebsar!" ibret alın ey basiret sahipleri!

Cenâb-ı Hak Âdil’dir; yani adâlet sahibidir. Adâletle iş yapar, adâletle muâmele buyurur, haksızlık ve zulüm yapmaz. Allah ne hükümlerinde, ne emirlerinde, ne kahrında, ne gazabında, ne celâlinde, ne cezâsında zulmetmez; her işinde ve her fiilinde mutlak adâlet sahibidir. Âdil-i Hakîm olan Rabbimiz, adâletinin gereği olarak insana, sevaba ve cezâya esas olacak bir ihtiyar ve irâde vermiş, insanı irâdesinde hür bırakmış; ama mes’ûliyeti de omuzuna yüklemiştir.1 Âdiliyet tabirinin Cenâb-ı Hakk’ın hem ismine, hem fiiline, hem sıfatına, hem de şe’nine (mukaddes hâllerine) işâret ettiğini beyan eden2 Bedîüzzaman Hazretleri, zâlimin de mazlûmun da rûhunu alarak her ikisini de eşitleyen ölümden sonra; Allah’ın adâletinin zorunlu bir gereği olarak Mahkeme-i Kübrâ kurulacağını, hakkın yerini bulması bakımından Âdil isminin âhireti ve haşri ispat eden isimlerden olduğunu kaydeder.

http://www.fikih.info/dun...serde-adaletin-tecellisi/
Mahşer günü, büyük adâlet günüdür. Bir diğer ifâdeyle, adâletin eksiksiz tahakkuk edeceği büyük buluşma günüdür. Hükümlerini esasen dünyadan itibaren icrâya koyan ilâhî adâlet, Mahşer gününde artık son hükmünü koyar; o gün hak yerini tamamen bulur. O günden geriye, tartılacak bir husus, görülecek bir dâvâ, hüküm verilecek bir mesele kalmaz.

Kur’ân, mahşeri “ilâhî adâlete” vurgu yapan söz ve kelimelerle gündemimize çok sık taşır. “O gün tartıları ağır gelen kimse, hoşnut olacağı bir yaşayış içinde olacaktır. Mîzânı hafif gelenlerin ise sığınacağı yer hâviyedir, Cehennemin kızgın ateşidir”4 buyuran Cenâb-ı Hak, bir diğer âyette ise, “Kim zerre kadar iyilik yaparsa onun mükâfâtını görecek, kim de zerre kadar kötülük yaparsa onun cezâsını görecektir” 5 buyurmaktadır. Bu âyetler adâletin tam tahakkuk edeceğini, hiç kimsenin hiçbir davranışının görmezden gelinmeyeceğini, her davranışın muhakkak bir bedeli olduğunu ısrarla dile getirir. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti o kadar sonsuz ve geniştir ki, iyilikleri kötülüklerinden—sayı veya nitelik olarak—fazla olanlar affa müstahak olacaklardır. Yani Cenâb-ı Hak, onların kötülüklerini affedecektir. Bu ilâhî müjdeye, Bediüzzaman Hazretleri şu sözleriyle dikkat çeker:

“Cenâb-ı Hak, âhirette muhasebe-i a’mâl (amelleri hesaba çekme) düsturuyla, adalet-i Rabbâniyesini, hasenat (iyilikler) ve seyyiâtın (kötülüklerin) muvazenesiyle (karşılaştırılmasıyla) gösteriyor. Yani, hasenat râcih (üstün) ve ağır gelse mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat râcih gelse cezalandırır, reddeder. Hasenat ve seyyiâtın muvazenesi kemiyete (sayıya) bakmaz, keyfiyete (niteliğe) bakar. Bazı olur, birtek hasene bin seyyiâta tereccuh eder (üstün gelir), affettirir.” 6 Yine başka yerde “Bazan birtek hasene ile çok seyyiâtını örter” 7 diyen Bediüzzaman Hazretleri, hatta bir yerde “Cenâb-ı Hak, Settârü’l-Uyûb’dur (Ayıpları Örten’dir); hasenat seyyiata mukabil (denk) gelse, affeder” 8 diyerek, ilâhî lütfun ne kadar geniş olduğunu müjdelemiştir.

Allah’ın adâletinin tahakkuk yeri sadece mahşer değildir elbet. Yaşadığımız, nefes alıp verdiğimiz her bir günde de adâlet-i ilâhî’nin tecellîleriyle karşı karşıya bulunmaktayız. Burnumuzun kanamasından, başımızın ağrımasına ve işimizin ters gitmesine kadar her tecellînin, bir bakıma adâletin tahakkuku olduğu hadislerce de bildirilmiştir.

Öyleyse unutmamalıyız ki, Allah’ın adâleti dünyada da tecellî eder. ilâhî adâlet, yaşadığımız hayatı her boyutuyla kucaklar, bütün canlıları kuşatır. Halk arasında, “Eden bulur”, “Gülme komşuna, gelir başına”, “Ne ekersen onu biçersin” gibi sözler ilâhî adâletin gerek beşerî ilişkilerimizde, gerekse hayatımızın her kesitinde önemli bir yere sahip olduğunun göstergesidir. Üstad Saîd Nursî, Semûd, Âd ve Fir’avun kavimleri gibi geçmiş kavimlere gelen dünyevî musîbetleri Âdil isminin bir tecellîsi olarak zikreder ve bu musîbetlerin, o kavimlerin Peygamberlere isyânlarına mukâbil başlarına geldiğini belirtir.9

Adâletin tecellîsi bakımından dünya-âhiret dengesini elbette Cenâb-ı Hak kurar.

Enes (ra) bildirmiştir: Resûlullah (asm) şöyle buyurdu: “Allah hiçbir mü’mine bir tek iyiliğinde bile haksızlık etmez. iyiliğine karşılık dünyada bir çok nimetler verir. Âhirette ise ayrıca buna karşılık mükâfâtlandırır. Kâfirin ameline gelince: iyiliklerine karşılık dünyada rızıklandırılır. Âhirete kavuştuğunda ise, karşılık verilecek bir iyiliği bulunmaz.”10

Demek, Allah’ın adâleti dünya ile mahşerde bir bütün olarak tahakkuk etmektedir. Öyleyse adâletin tecellîsi açısından dünya ile mahşer, tıpkı bir terâzinin iki kefesi gibi birbirini tamamlamaktadır.

http://www.fikih.info/dun...serde-adaletin-tecellisi/
Ahirete iman.

Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve tutkulu bir oyalanmadır'. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi.(Ankebut Suresi, 64)

insanın dünyadaki imtihanının sonunda ya mükafat ya da ceza vardır. iyi davranışlarda bulunanlar, Allah'a iman edenler, Allah'ın hoşnutluğunu kazanarak sonsuz cennetle ödüllendirilirler; kötü olanlar, Allah'ı inkar edenler ve Allah'ın koyduğu sınırları çiğneyenler ise sonsuz azabı yaşayacakları cehenneme müstahak olurlar.

insan için yok olmak diye birşey yoktur. Sonsuz hayat yaratıldığımız andan itibaren başlamış durumdadır. Şu anda sonsuz yaşamın içindeyiz. Denenme süremizin sonunda, ölüm dediğimiz geçiş anından sonra, yeni bir inşa ile sonsuzluğun içinde yaşamaya devam edeceğiz. insanın bu yaşamının azapla mı, nimetler içinde mi geçeceği ise, dünya hayatında, Allah'ın sözü olan Kuran'a bağlılığı ile, Allah'ın hoşnutluğunu gözetmesine bağlıdır. Bütün bu sistem, kainat, dünya, insan ve insana yönelik yaratılan herşeyin sebebi, sonsuz yaşam olan ahirete yöneliktir. Allah, insanı bir amaçla yarattığını, bu dünyadaki kısa yaşamından sonra da ahirette Kendisi'ne hesap vereceğini şöyle bildirmektedir:

Bizim, sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızı ve gerçekten Bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız?(Müminun Suresi, 115)

Allah'ın, ortalama altmış veya yetmiş sene gibi, sonsuzluğun yanında bir 'an'dan farksız olan kısacık dünya hayatına karşılık sonsuz yaşamı vaat etmesi, çok büyük bir nimettir.

iman ve Allah'ın hoşnutluğunu aramak gibi, insanın yaratılışına en uygun, en çok huzur içinde yaşayabileceği yapıya sahip olmanın karşılığında, Allah'ın sonsuz iyi bir yaşam olan cenneti vermesi O'nun lütfundandır:

iman edip salih amellerde bulunanlar; onları, içinde ebedi kalıcılar olarak, altından ırmaklar akan cennetin yüksek köşklerine muhakkak yerleştireceğiz. Salih amellerde bulunanların ecri ne güzeldir.(Ankebut Suresi, 58)

Ahiret hayatı, Allah'ın sonsuz nimetlerinin sergilenmesi yanında, O'nun sonsuz adaletinin tecelli etmesi bakımından da önemlidir. insanların dünyada yaptıkları herşeyin karşılığının verildiği yer, adaletin eksiksiz olarak uygulandığı, merhametin de misliyle tecelli ettiği yer, ahiret olacaktır. Bir ayette, ahirette tecelli edecek olan bu mutlak adalet şöyle ifade edilir:
De ki: "Dünyanın metaı azdır, ahiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz 'bir hurma çekirdeğindeki ip-ince bir iplik kadar' bile haksızlığa uğratılmayacaksınız..."(Nisa Suresi, 77)

Gördüğümüz herşeyi yaratmaya kadir olduğuna şahit olduğumuz Allah, elbette ki ahireti yaratmaya kadirdir:

Gökleri ve yeri yaratan, onların bir benzerini yaratmaya kadir değil mi? Elbette (öyledir); O, yaratandır, bilendir.(Yasin Suresi, 81)

http://m.harunyahya.org/t...chapter/4024/Ahirete-Iman-
Dinin geliş amacı yaradanın adalet taksimini duyurmaktır. Doğru din hayatın ta karşılığıdır.
müslümanların garip hallerine şuanki zilletine bakıp da islamdan, dinden ve cenabı hakkdan ümit kesilmez. Elbetteki allah (c.c.) azizdir. Eninde sonunda dini mubiyni islam galip ve muzaffer olacak. Tüm dünyaya barış ve adalet hakim olacak. Fakat şu bir acı gerçektir ki, müslümanlar islamdan uzak yaşamanın cezasını ödeyip bitirdikleri zaman...
" Allah ın peygamberine savaşmaksızın kazandırdığı mallar Allah a, peygambere, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. O mallar zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın diye Allah böyle emretmiştir. O peygamber size ne verdiyse onu alın neyi yasakladıysa ondan da sakının "

Haşr 7.

Ayet güncellendiği zaman bal gibi de milli gelirin nerelere harcanacağı konusu ortaya çıkıyor.

Lakin günümüzde namazında, oruncunda; takkeli, cübbeli kişiler" ver Allah ın verdiğine vur Allah ın vurduğuna " adaletiyle; fakirden, yoksuldan, yetimden, yolda kalmıştan vergi alıp dev patronlara yatırım yapması için hibe veriyorlar. Biz ne yapalım?

iktisat ve hukuk ayetleri direkt mana da gerçek hayata "şak" diye otururken iş fıkıha ve tefsire girince mana kül oluyor.
Bu durum ise islam dünyasının daha çok sürüneceğini, ortaya birşey koyamadığı için tebliğde gerileyeceğini gösteriyor.
Diyanetin, tarikatların ve cemaatların tanımladığı din hayatı karşılamıyor, bizzat müslümanları hayattan koparıp ruhbanlaştırıyor. Meydanı gayrimüslimlere bıraktırıyor.
insanları kutuplaştırmak,
Farklı inanç grupları çevresinde dizginlemek.
Yönetimi basitleştirmek.
Ürkütmek.
Unuttuğumuz için yine başa döndük.
insanların sorgulama mekanizmasını yok etmek ve dönemin hakim otoritesine itaati saglamaktı.