bugün

entry'ler (1127)

planet of the kürts

2002 yapımı bir film.
konusu şöyle, türklerin madene gönderdiği dört işçi, vardiyaları bittiğinde yeryüzüne çıkmaya hazırlanırken bir kaza olur. aralarından biri solunum yetmezliği dolayısıyla ölür. kalan üçü, uyandıklarında başka bir ülkeye çıktıklarını sanırlar.
bu fazla gelişmemiş topraklarda dertlerini anlatabilecekleri türkçe bilen bir türk arayışı ile dolaşmaya başlarlar.
en sonunda bir grup türk'e rastlarlar. bu türkler, geri bırakılmış, tarihlerine sıkışmış, geleceği hiç umursamadan hayatlarını sürdüren, kör ve sağır bir türk kabilesidir.
ortalık sakinken, bir anda eşeklerin sesleri duyulur. "biji biji" nidaları eşliğinde molotoflar yağmaya, kürtler de soykırıma başlar. üç madenciden biri olan doğan, orada can verir. latif ile cüneyt'i ise canlı ele geçireceklerdir.
cüneyt ne kadar uğraştıysa da kendini kürtlere ifade edemez, bu sırada latif çoktan benliğini unutmuş, mankurtlaşmıştır.

efendime söyleyeyim, filmin sonunda cüneyt kürtlerin elinden bir şekilde kurtulur ve kürtlerin zindanlarında tanıştığı saf bir türk güzeli ile yerleşebilecekleri bir yer aramaktadır. bu sırada, cüneyt gördüğü bir yıkıntı ile kahrolur. bu yıkıntı ise, harap edilmiş, parçalanmış, müthiş zarar görmüş bir atatürk heykelinden başka bir şey değildir.
cüneyt olduğu yere çöker, "ülkenin amına koydunuz!" nidaları ile ağlamaya başlar.
* *

esenler metro istasyonu

hayatın ciddi manada anlamsızlaşabildiği tek noktadır. tek derdiniz hayatta kalabilmek olur. zaman yavaşlar, tüm metronun içerisinde kavimler göçü tadında "ortalara doğru ilerleme" başlar, o andan sonra da kimse eskisi gibi değildir.
ve tüm bunlar son bulduğu halde kapının dışında kalmış o tek abiden "ortalara doğru ilerlesenize yea" cümlesiyle beraber kapı üç kez açılıp kapandıktan sonra son kez kapanır, metro devam eder, hayat devam eder.

çilekeş oldum amınaköyim.
ebesini siktiklerim, metrodan soğuttunuz adamı, 5 dakikada bir geliyor zaten siktiğimin aracı, bu neyin sıkıntısı lan?
ayrıca her durakta maksimum 30 saniye bekleyen araç, esenlerde iki dakikaya yakın duraksar.

forever

divxplanet'te dokuzuncu bölümünün altyazısı üç gündür çıkamamış dizi. fakat dizilab'ta çevirilimiş. hala çıkmasını beklemekteyseniz gidin izleyin.

(bkz: reklamlar)

ttnet

sözde 16 mbit internet sağlayabilen internet sağlayıcısı. müthiş.

ayda 70 lirayı bayılıyorsun, 30 mudur, 50 midir nedir, bir akk'yı da koyuyor.
neyse konumuz bu değil.
bu zeki kardeşlerim, bana bir haftadır iki haftadır en fazla 200 kb/s internet sağlayabiliyordu. arayınca da "ehehehe efendim adil kullanım kotasının amına koymuşsunuz lütfen siktirin gidin" falan yapıp başlarından savıyorlardı zaten. tamam dedim, ayın birine ne kaldı ki, dedim...bekledim anasını satayım. dün düzelmedi, zaten evde de değildim fazla umursamadım. fakat bugün işi iyice abartmış durumdalar.
şu anda en az 1.4 mb/s sağlaması gereken internet 30(otuz) kb/s'yi zor görüyor.
virüs taramaları yaptım. "bir kardeş internetime mi bağlandı acaba ihihhi" iyimserliğinde wifi şifresini dahi değiştirdim.
fakat işin garibi gece 1'e doğru 300'ü falan görebiliyorum lan.
internette aratınca da 2003'te falan açılan forum konularını gördüm anasını satayım.

en kısa zamanda amına konulması gereken bağcılar'da oturuyorum. aynı sorunu yaşayan varsa lütfen ulaşsın. yoksa kendimi sikeceğim.

türkiye

insanda dünyanın siklenmeyen bir köşesine gidip "türkiye 2" adı altında başka bir ülke kurma isteği uyandıran garip ülke. bağzı değerler olmasa yeminlen yapılırdı bu.
veya yapsak mı lan?

the devil and daniel johnston

daniel johnston'ın hastalığını, yazdığı harika sözlerin geldiği yerleri, gelişimini ve ailesinin, arkadaşlarının tepkilerini işleyen güzel bir belgesel.

--spoiler--
yobaz bir aileden geldiğinden baskı altında büyümüş, sanatçı kimliğini asla istediği şekilde yansıtamamış bir insandır kanımca. hele ki annesinin, babasının onun hakkında konuşurken söyledikleri cidden insanı üzüyor. mesela annesinin ilk söylediği şeylerden bir tanesi "daha küçükken onun farklı bir çocuk olacağını biliyordum" falan gibi şeyler. sanıyorsunuz "sanatçı ruhluydu benim oğlum, çok marjinaldi, aşırı yetenekli bir şeydi" falan demeye getiriyor. ama yok, bildiğin hasta görüyor çocuğunu. "farklı" derken, zihinsel bozukluğundan bahsediyor yani. insan üzülüyor.
adamdaki potansiyel inanılmaz zaten, keşke adam gibi bir çevrede yetişseymiş de bize bugün verdiklerinin çok daha fazlasını verebilseymiş.
--spoiler--

insanın abartılmış bir varlık olması

ortalama bir insanı ele alalım.
adı, atıyorum, selim olsun. gerçi bu detay gereksiz ama. olsun.
bu selim doğdu. yine atmaktayım, babasının adı tekin, annesinin adı da türkan olsun. görücü üsulü evlenmiş bunlar. hiç tanımamış birbirlerini. seçim şansları da olmamış. evlendiklerinde tekin 26, türkan 23 yaşındaymış. çeyizi kız tarafı, düğünü baba tarafı yapmış. beyaz eşyaların bir kısmını ortaklaşa almışlar. takılan takıların yarısı balayına, yarısı da ev masraflarına harcanmış gene.
tekin ve türkan, aslında iki çocuk istiyordu başlarda.
ancak sonradan vazgeçtiler.
doğacak çocuklarının erkek olacağını öğrendiklerinde adını selim koymaya karar verdiler.
selim, tekin'in dört sene evvel bir kazada hayatını kaybeden kardeşiydi.
türkan bir şey demedi.
selim büyüdü. ilk kelimesi anne oldu keratanın.
selim büyüdü. okula gitti.
ortalama bir öğrenciydi selim. zaten ortalama bir insandan da, ortalama bir öğrenci olurdu.
isimlerini hiç hatırlamayacağı arkadaşlar edindi. hiç hatırlamayacağı şeyler öğrendi. belki biraz da manipüle edildi, ama aramızda kalsın.
zamanı geldiğinde cinselliği keşfetti, ergenliğe girişini yaptı hayırlısıyla. kızlar onun için gözünde seviye atladı.
neyse, sonrasında bir sınava girdi, ne olduğunu anlamadan ortalama bir liseye girdi.
yine hiç hatırlamayacağı arkadaşlar edindi.
yine hiç hatırlamayacağı şeyler öğrendi.
belki biraz da manipüle edildi.
fakat ortalama bir öğrenciydi, ve lisenin sonunda girdiği sınavda da ortalama bir üniversitede, iki sene önce sorsalar "ne işim olur amına köyim" diye karşılık vereceği bir bölüme yerleşti.
çevresinde her zaman "bak, istediğin bölüm bu değilse bir sene daha çalış, istediğin yere yerleş" diyenlere de aldırmadı.
kimin kaybedecek zamanı vardı hem.
en fazla ne kadar kötü olabilirdi ki?
selim çalıştı, boğuldu, depresyonlara girdi.
sıçtın mavisiyle yüzlerce kez karşılaştı.
para sıkıntısı hiç bitmedi.
fakat üniversite de bitti.
üniversitede de ortalama bir öğrenciydi bu arada.
askere gitti ve geldi.
nüfuzlu bir akrabalarının sayesinde, yani küçük bir torpille iş bulması zor olmadı. fakat kolay da olmadı.
selim işinden zevk almadı, hatta nefret etti. ama çalıştı.
bunu bulamayanlar da vardı.
en azından düzenli para kazandığı bir işi olmuştu.
bir gün ailesiyle birlikte akşam yemeğinde, "ne zaman evleneceksin oğlum?" dendiğini duydu.
uygun bir eş bulunması zor olmadı.
işi vardı,
söylemesi belki ayıp ama kenarda biraz da birikmişi de vardı.
yaşı gelmişti,
aklı fikri yerindeydi.
adı tülay'dı gelin hanımın.
çeyizi kız tarafı, düğünü baba tarafı yaptı.
beyaz eşyaların bir kısmı ortaklaşa alındı.
düğünde takılanların hepsi balayına gitti.
tülay evliliğin beşinci ayına girmeden hamile kaldı.
9 ay sonra çocuk doğdu.
selim ve tülay, çocuklarının adını ne koyacaklarını bilemediler. fakat sonunda, tülay'ın anneannesinin adını koymaya karar verdiler.
tülay'a çocukluğunda zaman zaman annelik etmişti bu kadın.
çocuğun adı füsun oldu.
kimliklerde fisün diye geçti ama, çocuğun adı füsundu.
selim, tülay'la beraber füsun'u büyüttü, okuttu, evlendirdi.
yaşı bu arada 67'yi bulmuştu.
artık emekliydi. hobi olarak torun seviyor, boş zamanlarında bulmaca çözüyordu.
9 sene sonra vefat etti.
küçük bir cenaze töreni yapıldı onun için. tülay ondan sonra evlenmedi.

hayatınız belki birebir bu şekilde olmayacak ama bu çizgiden de kurtulamayacak.
irade denilen şey bir yanılsamadan ibaret.
doğadaki bir geyikten, bir ayıdan farkınız yok.
orman veya mağara yerine sizin meskeniniz şehirler, apartmanlar.
aslında tutsak değilsiniz, çünkü özgürlük diye bir şey yok.
abartmayın, hiçbir şeye bir anlam yüklemeyin.
yaşayın mümkünse, sonra da ölün.

sitting on the dock of the bay

gözü kapatıp dinlendiğinde arkaplandaki deniz sesleri, martı sesleri ile iyice moda sokan şarkı. bir şeyler hissettirmeyi başarabilen nadir şarkılardan.

sözlük yazarlarının en son izlediği filmler

hazır youtube'a eklenmişken, elbette ki sen aydınlatırsın geceyi'dir.

ölüm var

kirazlı aksaray metro güzergahında ilerlerken, hangi tarafa hatırlayamıyorum, karşılaşılabilinecek hatırlatma. bir boğaz düğümlenmesi oluyor. ciddi bir konu sonuçta.

cennetin çok sıkıcı bir yer olacağı

şöyle ki dünya üzerinde her zaman bir tık fazlası için çalışmış bir ruh, cennette her şey elinin altına geçtiğinde nasıl bir psikoloji etkisinde olacaktır?
aklım almıyor. kadın diyeceksin kadın gelecek, yemek diyeceksin yemek gelecek. peki sonra? sonra ne olacak ulan?
din benim için burada tıkanıyor işte. öteye gidemiyor.
ayrıca dünya üzerinde yaşanılan her şeyin önemsiz bir yansıma gibi gösterilmesi de iğrenç bir düşünce bana göre. hissediyorsun lan işte. karşındaki insana bir şeyler hissettirebiliyorsun. istersen üzüyorsun, istersen mutlu ediyorsun, istersen canını acıtıyorsun...onlar isterlerse bu sefer de senin canın yanıyor. gerçek işte.
yani mesela, henry ford'un oğlunun "ulan ne şımarttın beni be, bir isteğimi de geri çevirseydin, her şeyim var" tadında bir not bırakarak intihar ettiği söylenir. ne kadar doğru bilmem tabii.
ben şahsen, her şeyin elimin altında olduğu bir sonsuzluk hayal edemiyorum. evet hep bunu istedim. her şey bir parmak şıklatması ötede olsun istedim. herkes bunu ister.
ama hayal edemiyorum öyle bir şeyi.
birisi açıklasın, cennet böyle bir yerse bir yerden sonra bön bön dolanan bireyler olmaz mıyız? amaçsız, faydasız olmak bir eziyet değil midir ulan? bunun neresi ödül?

edit: dünyada her istediğim olmadığı halde yaşamak istiyorum çünkü o olmayan istediklerimin olma ihtimali var. umut denilen bir şey var yani. her istediğimin olması demek umut denilen bir şeyin de olmaması demek. o zaman neden devam etme isteğim olsun ki?

kış uykusu filmi

filmin isminin sonuna "filmi" getirerek tekrar o filmin başlığını açan bir sığır tarafından, "dünyanın en saçma, en sıkıcı filmi" diye eleştirilmiş film.

(bkz: kış uykusu)

ave maria

schubert'in versiyonu gözden yaş getirme özelliğine sahip.
"meryem'e selam olsun" tadında bir anlamı var. çeviri işinde çok iyi değilim, bilmiyorum. ama ingilizcesi "hail mary" işte.

mafia 2

harika görseller sunan oyun.
içerisinde gece veya yağmur içeren, kar içeren bölümleri ısrarla tekrar tekrar oynuyorum.

şöyle bir şey de var, oyun cidden çok kısa. 15 chapter var. ilk 5 chapterı giriş tadında işlenmiş, ne olduğunu anlamadan bitiyor.
5 ile 10 arasında bir hareketlenme oluyor ama zirveyi 11'de falan yapıyor oyun. sonra da bitiyor zaten. tadı damakta kalıyor harbiden. free ride koymamışlar bir de. ama sanırım mod gibi eklenebiliyordu.
dlc'ler var. ama aşırı derecede dandik dlcler. görevler tekrar ediyor, en fazla 3 4 tane ara video var. o kadar. sıkıcı yani.

görevler de aşırı kolay. ilk mafia'yı oynamışsanız bilirsiniz görevlerin zorluğunu. şahsen son bölümdeki müzede kafayı yiyordum, hile kullanma raddesine geldim, beceremedim. sonra geçtim ama. gayet de kolay oldu. 79 can mı ne vardı hatta.
neyse.
yani oyun kolay olunca, kendine "bu oyunu yapanın anasını sikeyim" diye küfür ettirmeyince, tadı damakta kalıyor harbiden.

gayet güzel performans alıyorsunuz oyundan. tek sorunu physx. bayağı bir ekran kartını ve işlemciyi zorluyor. bir de aa var, ama o benim pc'nin dandikliğinden.

müzikleri zaten inanılmaz, girişte demiştim harika görsellik sunuyor diye, müzikler de çok güzel destekliyor bu görselleri. empire bay inanılmaz bir şehir zaten. dolaşmaya doyamıyorum ulan!
neyse. 3 farklı radyo istasyonu var. delta, empire classic, empire central.
delta daha çok caz, r&b falan çalıyor oyunun 1945 bölümünde, 1951'de de blues'a, rock'n'roll'a falan dönüyor.
empire central da daha çok grupların şarkılarını falan çalıyor. yine caz ağırlıklı. 1950'lerde o da pop'a, rock'a dönüyor hafif.
empire classic de zaten adından da anlaşılacağı gibi 1920, 1930'lardan çalıyor başlarda. 50'lerde de dönemdeki akımdan o da hafif rock'n'roll'a dönüyor. pop falan çalmaya başlıyor. "bizim zamanımızda böyle miydi?" dedirtmiyor değil bazen. "ulan ne günlerdi" yapmaktan alamıyorsunuz kendinizi.

çatışmalar da çok zevkli. dediğim gibi ilk oyunda cidden aşırı sövdüğünüz noktalar oluyordu. fakat bu oyunda öyle değil. zaten bir köşeye çökünce canınız doluyor. tek kurşun atıp şarjör değiştirebiliyorsunuz ve sadece tek kurşununuz azalıyor. ilk oyunda tek kurşun için bütün şarjörden vazgeçmek lazımdı, ki bu gerçekçiydi. neyse, malum yeni nesil oyuncu tipi falan.
araba sürme oyunun başında kanser ediyor. malum kar falan ortalık, yollar buzlu. azıcık döneyim derken bir bakıyorsunuz drift kralı olmuşsunuz, hey gidi.

diyaloglar en az ilk oyundaki kadar güzel. joe karakteri harika zaten. vito'dan daha çok sevdiriyor kendini. zaten vito'nun amına koyayım. ilk oyunda da paulie vardı bunun gibi. ama o bu kadar öne çıkmıyordu.

şahsen çizgisel bir oynanış sunan bir oyundan, free ride içermeyen bir oyundan, öyle çok aktivite beklemiyorum. sonuçta görevlerde hızlı hareket etmemiz gerekiyor genelde senaryo gereği. durup da bilardo mu oynayacaksın arkadaş? ne bileyim, bowling mi yapacaksın joe ile? film gibi geçiyor işte oyun. gereksiz olurdu bana göre. en fazla bir kere falan oynardım eğer olsaydı da.

oyunun sunduğu "collectible"lar da chapterları tekrar tekrar oynattıracak cinsten. evet, playboy dergilerinden bahsediyorum.
bu oyunu oynayana kadar bir insanın bu kadar güzel olabileceğini bilmiyordum. insanın gerçek hayatta da vintage playboy dergilerinden koleksiyon yapası gelmiyor değil.

neyse. evet onca sene sonra çıkan bir oyun olarak tatmin etmiyor fazla. süresi yetmiyor. tadı damakta kalıyor. aynı gerçekçiliği hissettiremiyor. ama sonuçta 1940'lardan, 1950'lerden bahsediyoruz. bunu vaat eden fazla oyun yok. karakterler de güzel. senaryo da güzel işlenmiş, sonu biraz havada kalmış gibi hissettirse de.
sonuç olarak "o kadar kusur kadı kızında da olur" diyorum. harika oyun lan. 12 kere falan bitirin en az.

taken by trees

arkadaş böyle şeylerin başlıkları neden açılmıyor lan uludağ sözlükte?
neyse.
victoria bergsman diye bir hanımın solo projesiymiş.*
isveçli kendisi. beyaz ten + kızıl saç gibi bir kombinasyona sahip.
2006'dan beri ortalıktaymış.
yaptığı tarza da genel olarak indie pop falan denilebilir galiba.

şöyle bir coverı var, ki çok güzel lan.

http://www.youtube.com/watch?v=9Yapcw6fuTk

omegle ın erişime engellenmesi

ayrıca newgrounds.com da engellenmiştir. evet, hani içerisinde flash oyun falan bulunan site.

mirror s edge

sıkamayacak kadar kısa oyun. uzun olsa bile sıkılır mıydım bilmiyorum şahsen, ama sıkılacak çıkardı kesin.

mafia the city of lost heaven

içerdiği ayrıntılarla, karakterlerle, diyaloglarla, atmosferle, silahlarla, arabalarla, tasarımlarla en iyi oyun olmayı hak eden, 2002 yapımı olmasına rağmen bugün, şu an bile kendini oynatabilen inanılmaz oyun.

mesela bir gece, patronun size verdiği görevi yerine getiriyorsunuz, köprüyü kullanacaksınız. fakat sessiz sakin şekilde ilerlerken birkaç arabayı yolun kenarında park halinde görüyorsunuz. "ulan ne ola ki?" derken bir bakıyorsunuz, adamın biri parmaklıklara çıkmış, atlayacak. etraftakiler de onu vazgeçirmeye çalışıyor. gerisi "vay amına koyayım."
oyun o kadar gerçek ki, sinir krizlerine girdiğiniz de oluyor. yolda gidiyorsunuz mesela. yanınızdan polis geçiyor. eliniz yanlışla mouseun tekerleğine çarptı ve colt 1911'inizi çıkarıverdiniz. işiniz yoksa bir de polisle uğraşın.
bir yere belli bir süre içerisinde gitmeniz lazım, gazı köklemişsiniz 110'la gidiyorsunuz. hop, sirenleri duymanız işten bile değil. kırmızı ışıkları söylemiyorum bile.
çatışma içerisindesiniz, 89 canınız falan var. tam rahatladınız, "tamam ya başka kimse kalmamıştır" diyerek koşarak ilerlemeye başladınız. kapının arkasından çıkan adam, elindeki pompalısıyla sizi uçuruveriyor. büyük ihtimalle öldünüz.

birisi çıksa da kaplamaları, ışıkları, detayları falan daha bir geliştirse. Şöyle bir anniversary edition tadında bir şey çıksa mesela, harika olurdu. bir 10 defa daha oynardık, ama olsun böyle de oynuyoruz.

bir de, ikinci oyunda vito'yu değil de salieri'nin gençliğini görmek isterdim. veya sonraki oyunlarda.
hani tommy lokantada dedektife göstermek için cebinden bir resim çıkartıyor. 1920'lerde çekilmiş. patronu salieri'nin gençliği, salieri'nin patronu, don peppone ve en sağda salieri'nin en büyük düşmanı olarak bilinen morello.

görsel

meğerse bu ikisi, zamanında aynı adam için çalışan birer mafiosoymuş ve bayağı bir yakınlarmış.
işte, elinizde hazır hikaye var. 1920'lerin lost heaven'ı. yapın bir oyun. bir morello'yu, bir salieri'yi yönetelim. ikisinin de yükselişini, morello'nun zalimliğe doğru kayışını, salieri'nin güce, paraya olan açlığını işleyin. ulan getirin ben yazayım be! yeter ki yapın.

brothers a tale of two sons

ulan harika bir oyun ya. ico'dan, shadow of the colossus aldığım ne kadar tat varsa, hepsini anımsadım, tekrar tattım resmen. zaten starbreeze de bu oyunlardan etkilenmiş belli ki. çevre tasarımları, bulmacalar, diyaloglar(ki hiçbir şey anlamıyorsunuz) her şey bunu açıkça gözler önüne seriyor.
neyse.

mesela bazı insanlar oyun için kısa oluşunu, bulmacaların kolaylığını falan eksi olarak göstermiş. şahşi kanaatim, alakası yok.
oyunun hiçbir yerinde, azıcık dahi tecrübeniz varsa, takılmazsınız. yani ben bu oyunu oynarken bir yerde takılıp da "bir aratayım ya neymiş burası" falan yaptığımı veya saatlerce uğraşıp "yapımcının anasını sikeyim" dediğimi düşünemiyorum. oyunun bütün saflığı bozulurdu.
eğer uğraşırsanız bir gecede bitirip, etkisini önünüzdeki iki günde falan atabilirsiniz.

--spoiler--
başından sonuna kadar keyif aldım, önüme çıkan her şeyle etkileşime girip, görebileceğim bütün manzaraları görmeye, hiçbir şeyi kaçırmamaya çalıştım. bu cümleyi de spoilera giriş olarak yazdım ki, eğer spoilerı istemediğin halde buraya kadar okudusuysan daha ileri gitme diye. evet. neyse.
büyük kardeşe bir şey olacağını biliyordum. küçük daha ön plandaydı zaten. annesinin ölümünü falan karşılayışı daha çok işleniyordu. abisi daha bir gerideydi ama baskındı da açıkçası. uçkuruna yenildi zavallı.
keşke orada bıraksaydık da yerliler tecavüz ediverseydi o karadula.
ölümü ve küçük kardeşin onsuz devam edişi de çok güzel işlenmişti ayrıca büyüğün. yani gerek gömme sahnesi, gerek ağlama, gerek ise kuşun gelişi falan harikaydı.
sonrasında küçüğün yüzmesi, abisinin çektiği kolu çekişi, koca duvara tek başına tırmanışı falan inanılmazdı.
kontroller çok güzel dizayn edilmişti, gayet de güzel kullanılmıştı bu sahnelerde.
tek kelimeyle hariga.
--spoiler--

kardeş payı

amınaköyim boş anıma mı geldi nedir, bu ne lan? 14.bölümüyle yaş getirendir.