bugün

bir politik subayın güncesi

29 ekim 2023

sabah saat 6'da çalan saatin sesiyle uyandım. banyoya girip bir duş aldım ve kendime geldim. odamda bir gün önceden hazırladığım tören üniformamı giydim. siyah politik subay üniformamın gümüş kurt başlı yaka işaretleri ışıl ışıl parlıyordu. 2015 yılında kazandığımız politik zaferde gösterdiğim başarıdan dolayı verilen madalyam ile 2017'deki terörle mücadele zaferi anısına verilen madalyam da sol göğsümde parıldıyordu. ancak bu madalyalar sadece birer semboldü. benim asıl madalyalarım, yıllar süren mücadelemiz esnasında aldığım yaraların izleriydi. kendimi aynada şöyle bir süzdüm. her şey tamamdı. tabanca kılıfımdan tabancamı çıkardım. yerli silah sanayimizin gururu olan pusat 1071 model tabancam tertemiz ve doluydu. mekanizmasını kontrol ettim ve emniyetini kapatıp tekrar kılıfına koydum.

mutfağa yöneldim, kendime bir çay hazırladım. buzdolabından kahvaltılık bir şeyler çıkarıp yemek masasına götürdüm. kapının önüne günlük gazeteler bırakılmıştı. ülke genelinde toplam 4 gazete faaliyet gösteriyordu. eskiden olduğu gibi dış mihraklarca finanse edilip, milletimizi yalanlarla zehirleyen onlarca gazetenin yerine, onlara gerçekleri anlatan 4 gazete vardı artık. bunlardan birisi politik zaferimiz öncesi yayın hayatına başlamış parti gazetemizdi. diğer 3 tanesi ise vatansever müteşebbisler tarafından çıkarılan gazetelerdi.

gazetelerin manşeti günün anlam ve önemine dairdi. bugün cumhuriyetin kuruluşunun 100. yılıydı ve bugün sabaha kadar ülkenin dört bir yanında kutlamalar yapılacaktı.

gazetelerin hepsinin ilk sayfasında dün gece benim sorumluluk bölgemde icra edilen, yasak yayınlarla mücadele ekipleri'nin yaptığı operasyonun haberi vardı. operasyonda nazım hikmet ran isimli vatan haininin kitaplarını çoğaltmaya çalışan komünist bir örgüt çökertilmişti. örgütü ihbar eden kişi de 1993'de güneydoğuda iki bacağını kaybetmiş orta yaşlı bir gaziydi. kendisine bir teşekkür belgesi gönderilmesi için, ankara'ya haber verdim. örgüt mensuplarının yargılanmasına yarın halk mahkemesi'nde başlanacaktı. yeni rejimimiz 8. yılındaydı ama hala millet düşmanı anarşistler tek tük olsa da, karşımıza çıkıyordu. rejimimizin demir yumruğuyla ezilmekten başka seçenekleri yoktu.

birden eski günlerimi hatırladım. ülkenin liberaller tarafından yönetildiği, o zamanlar henüz parçalanmamış olan Avrupa birliği ve şu an iç çatışmalarla uğraşan abd tarafından milletçe köpek muamelesi gördüğümüz günler geldi aklıma. anarşistler o zamanlar istedikleri gibi at koştururlar, polisle çatışırlar, olay çıkarırlardı. polis tarafından zar zor tepelenirler ve yaptıkları eylemler yanlarına kar kalırdı. biz ise dava arkadaşlarımızla sessiz ve derinden hareket etmek zorundaydık. özellikle o dönemki liberal hükümet tüm vatanseverlere savaş açmış, "milliyetçiyim" diyen herkes hedef seçilmişti. her konuda devlete düşman olan anarşistler ise, milliyetçilere karşı devletle omuz omuzaydılar. biz de yayınlarımızı gizli saklı basıp, el altından dava arkadaşlarımıza ulaştırırdık. faaliyetlerimizin tamamı gizli olmak zorundaydı. yakalandığımız yerde devreye rüşvet girerdi. üç beş kuruş rüşvet ile, her işimizi halledebilirdik.

ne kadar ironik değil mi? yolsuzluk bir rejimin en büyük düşmanıdır. bir rejim ne kadar liberal ve özgürlükçü olursa olsun, eğer yolsuzlukla mücadele edemiyorsa, muhakkak bir halk ayaklanması tehdidine maruz kalır. diğer yandan bir rejim ne kadar baskıcı olursa olsun, eğer kadroları içinde yolsuzluğa geçit vermiyorsa, asla bir halk ayaklanmasından korkmasına gerek yoktur. bizim kadrolarımız ideolojimize sarsılmaz bir sadakatle bağlı oldukları için yolsuzluk denen mikrop, rejimimize bulaşmamıştı. yeni nesiller de bu bilinçle yetiştiriliyor zaten. o yüzden korkmamıza gerek yok.

bir an gözlerimi kaldırdım. karşıda sehpanın üzerinde duran biricik sevgilimin fotoğrafıyla göz göze geldim. aşağılık komünistler, 2012 senesinin kışında, siyasi karargahlarımıza düzenledikleri bombalı bir saldırıyla onu benden almışlardı. sadece onu değil, karnında taşıdığı oğlumuzu, Yiğitim'i de benden almışlardı. parlak mavi gözleriyle bana bakıyordu. sırf ona kavuşmak için, o günden sonra her türlü tehlikeli görevi ben üstlendim. yönetimi ele almamızın hemen ardından başlayan terörle mücadeleye politik subay olarak emrimdeki gönüllü paramiliter kuvvetlerle katılmayı talep ettim. sonradan bu birliğin adı milli muhafızlar olacaktı. güneydoğu ve kuzey ırak dağlarında nasibim olan kurşunu bekledim gecelerce ama olmadı. nasibime düşen kurşunların hiç biri beni ona kavuşturmadı. belli ki daha yapacak çok işimiz vardı.

kafamdaki düşünceleri temizledim. gözlerimi tekrar gazeteye çevirdim. yine tüm gazetelerin baş sayfasında olan bir diğer haber, ırak'a atanan yeni askeri valimizin devir teslim töreniyle alakalıydı. vaktiyle süper güç olan abd'nin başına bela olan ve en nihayetinde sonunu getiren ırak'ta 2 hafta içinde hızlı ve parlak bir zafer kazanmıştık. aslında bu savaşı biz istememiştik. ancak kürt teröristlerin kuzey ırak'ta yuvalanmasına yıllarca ses çıkartamayan ve teröristlerle mücadele için sınır ötesine geçen türk askerini tehdit eden ırak hükümetine artık bir ders verme vakti gelmişti. zaten Amerikan işgalinden bu yana Kürtlerin elinde bulunan ırak hükümetini ortadan kaldırmamız ıraklı Arapların da hoşuna gitmemiş değildi. çok büyük bir direnişle karşılaştığımız söylenemez. Amerikan teçhizatlı, Amerikan askeri doktriniyle savaşan ırak ordusu birlikleri; karşımıza çıktığı çoğu yerde ya teslim olmuş, ya da kolaylıkla imha edilmişti. Irak'ı terk etmiş Amerikan ordusu, geride birkaç ufak birlik bırakmıştı. bunlar da bizim insafımıza kalmışlardı. bazı yerlerde askerlerimiz bunların kafasına çuval geçirmiş, bazı yerlerde anadan doğma soyup Kuveyt sınırına göndermişti. Amerika sadece türkiye'ye nota vermekle yetinmişti. sonuçta zafer bizim olmuştu ve ırak hükümeti ortadan kaldırılmıştı. ırak devlet başkanlığı koltuğunda oturan o kürt de şu anda kuzey ıraklı türkmenlere karşı işlediği insanlık suçları yüzünden yargılanmak üzere bekliyor. yağlı ilmeğin ucunda sallandığını görmek çok hoşuma gidecek.

kürt bölücülüğünü bitirmek aslında çok da zor olmamıştı. yıllarca devlet ve ordu arasında bir koordinasyon olmadığı için, devlet devamlı orduyu idare etmeye kalktığı için bu iş uzamıştı. yönetimi ele geçirdiğimiz 2015 yılında orduya tam yetki verdik ve koordineli hareket etme kararı aldık. ilk işimiz, teröristlerin yoğun eylem yaptıkları bölgelerde sıkıyönetim ilan etmek oldu. ayrıca idam cezası yeniden yürürlüğe konuldu. hemen ardından canlı yayında, bölücü başını idam ettik. arkasından hapishanelerdeki terör suçluları meydanlarda idam edildi. bu olay, tüm terör sempatizanlarını deliğinden çıkarttı ve çok işimize yaradı. kimin hangi safta olduğu belli olmuştu. istanbul'un çeşitli semtlerinde eylemler yaşandı. ama asıl kaynayan bölge, güneydoğu ve doğu anadolu'daki Kürtlerin yaşadıkları yerler oldu. yaşanan eylemleri en kanlı şekilde bastırdık. özellikle güneydoğu anadolu'da ben ve milli muhafızlarıma çok iş düştü. örgüt sempatizanı olduğundan şüphelenilen herkes yakalandığı yerde yargısız infazlarla ortadan kaldırılıyordu. avrupa'dan birkaç tepki sesi yükseldi ama kısa sürede kendi dertlerine düşüp, yıllarca destekledikleri Kürtleri kaderlerine terk ettiler. bölücüler bu kadar kararlı olacağımızı beklemiyorlardı. saldırılarına hız verdiler. özellikle istanbul'da kanlı eylemlere imza attılar. bu eylemler, türk milletini bizim safımıza daha da yaklaştırıyordu. işte bu sırada ayraç operasyonu için düğmeye basıldı. bu operasyon, güneydoğu dışındaki bölgelerde yaşayan Kürtlerin toplanması ve enterne edilmesini öngörüyordu. yine Kürtlerin yoğun olduğu doğu ve güneydoğudaki Türklerin de batıda belirlenen bölgelere yerleştirilmesi kararı alınmıştı. kimin hangi etnik gruba mensup olduğunu, daha yönetimi ele geçirmeden önce devlet içerisindeki bağlantılarımız sayesinde öğrenmiş ve arşivlemiştik. ayraç operasyonu planı da o zamanlar hazırlanmıştı. istanbul'un dört bir yanından kamyonlara doldurulan Kürtler önce Haydarpaşa garına getiriliyorlar, buradan da trenlerle iç anadolu'da belirlenen kamplara yollanıyorlardı. Kürtlerin vatandaşlıkları meclis kararıyla iptal edildi. Kürtlerin istanbul'dan çıkarılması yaklaşık 1 ay sürdü. askerlere zorluk çıkaranlar hemen sokak ortasında infaz ediliyordu. ne kadar enteresandır ki, bu devamlı isyan eden kavmin insanları topluca, koyun sürüsü gibi şehri terk etmişlerdi. uyuşturucu kaçakçıları, türkücüler gibi parası olan Kürtler ilk fırsatta yurtdışına kaçmışlardı. ancak kaçanlar, elimizdekilere kıyasla sadece okyanusta birer damlaydılar.

istanbul'daki para kaynakları ve bölgedeki Kürtlerin desteği ortadan kalkınca bölücü örgüt, eylemlerini durdurarak kuzey ırak'a kaçtı. lider kadrosu çoktan Suriye üzerinden avrupa'nın yolunu tutmuştu bile. kuzey ırak'taki kamplarda bir başına bırakılan ürkmüş militanlar, askeri operasyonlarla son adamlarına kadar öldürüldü. teslim olan teröristler de istihbarat tarafından sorgulandıktan sonra hemen infaz ediliyorlardı. bölücü örgüt fiilen bitmişti. tek tük münferit eylemler oluyordu ama etkisiz kalıyorlardı. zaten bu eylemleri yapanlar da hemen yakalanıp, gerekli cezaya çarptırılıyorlardı.

şimdi önümüzde daha büyük bir sıkıntı vardı: türkiye'nin her tarafından getirilip 8 ayrı kampa toplanmış 12 milyon kadar kürt. bunları sonsuza kadar burada tutamazdık. sırf beslenmeleri bile gereksiz maliyetti. dünyaya yaptığımız çağrıda hiçbir ülke Kürtleri mülteci olarak kabul etmedi. en sonunda kuzey ıraklı soydaşları istemeye istemeye onlara kapılarını açtı. 12 milyon kürt 2 ay içinde kuzey ırak'a gönderildi. körfez savaşı yaşanan kürt göçünün bir benzeri yaşanmıştı ama bu sefer ters yönde olmuştu bu göç. Türkiye artık gerçekten Türklerindi. diğer etnik gruplar, Kürtlerin başına gelenleri görünce seslerini çıkartmadılar. zaten onların asimilasyonu daha kolay gidiyordu. ayrıca bir zamanlar internette geyik yapan ırkçılar gibi saf ırk fantezilerimiz yoktu. devlete ve ideolojimize sadakat gösteren herkesi(Kürtler dışında) kabul etmiştik.

Kürtleri kuzey ırak'a yolladıktan 2 ay sonra sınır birliklerimize ilk saldırılar başladı. hemen ardından da ırak'ı işgal ettik zaten. ırak'ta kürt devlet başkanının zulmünden bezmiş olan arap halk, ülkenin her yerinde Kürtlere saldırdı. müdahele etmedik. böylece Arapları da karşımıza almamış olduk. ancak bu kadar kanlı bir bilanço beklemiyorduk. çıkan olaylarda milyonlarca kürt öldürüldü. kalanlar da suriye'ye ve iran'a kaçtılar.

gazetelerde bir diğer göze çarpan haber de Azerbaycan ile devam eden müzakerelerdi. Azerbaycan'ın kısa süre içinde türkiye'nin himayesini kabul etmesi bekleniyor. sonunda turan'a yönelik ilk belirgin adım atılacak.

gazetelerin geri kalan sayfalarına da hızla göz attım. derken zil çaldı. şoförüm serhat, kapıda beni bekliyordu. binanın kapısından çıktığımda beni selamladı. o da tören üniformasını giymişti. selamına karşılık verdim ve arabaya bindim. törenlerin yapılacağı alana giderken yolda her yerin bayraklarla süslendiğini gördüm. insanlar çocuklarının ellerinden tutmuş, ellerinde bayraklarla tören alanına gitmek üzere metro istasyonuna gidiyorlar, otobüs duraklarında bekliyorlardı. herkeste büyük bir mutluluk göze çarpıyordu. yolda tören alanına doğru, marşlar söyleyerek, üzerlerinde üniformalarıyla uygun adım yürüyen milli gençlik kıtaları'na bağlı bir yavrukurt bölüğü'nün yanından geçtik. hepsi 10-14 yaş arasındaydı. bir zamanlar saçma sapan şeylerle vakit geçiren, popüler kültür kölesi olmuş gençliğimiz nasıl da evrim geçirmişti? artık hepsi adeta çelik birer heykeli andırıyordu. bu gençliği görünce, hiç bir şeyden korkmamıza gerek yoktu.

törenler saat 8'de başlayacaktı. şehitlerimiz için saygı duruşu, istiklal marşı, askeri birliklerin geçit resmi, şiirler, marşlar. ankara'da anıtkabir'de ve iki yanında türk büyüklerinin dev heykellerinin bulunduğu şeref yolunda törenler yapılacak. en son olarak çeşitli suçlardan yargılanarak idam cezasına çarptırılmış 100 vatan haininin ankara kızılay meydanı'nda yapılacak idamları izlenecekti. 100 yaşındaki cumhuriyetimiz için 100 değil 100000 hain asılsa, az gelirdi.

birden yol kenarında bir arbedeye tanık oldum. serhat'a durmasını söyledim. araçtan indim. askerler sivil giyimli bir grup genci karga tulumba kamyonlara sürüklemeye çalışıyorlardı. gençlerin attıkları sloganlardan anarşist oldukları belliydi. 5 kişiydiler. askerlerin başındaki uzun boylu teğmene ne olduğunu sordum. bu mutlu günümüzde terörist bir eylem yapma hazırlığında olduklarını söyledi. o sırada bir asker, anarşistlerden bir kızın saçını çekiştirerek yanımdan sürükleyip kamyona doğru götürüyordu. kız kah can acısından bağırıyor, kah askere küfür ediyordu. askere durmasını ve kızı bırakmasını söyledim. asker şaşırarak verdiğim emre itaat etti. kız yerden kalktı ve üstün başını silkeledi. sonrada gözlerini bana dikti. gözlerinin içine bakarak ona doğru yaklaştım. bana küfürler etmeye başladı. ben gözlerimi ondan ayırmayıp, tepki vermeyince sustu. mavi gözlerini gözlerime dikmişti. mavi gözleri birden yüreğimdeki yaramı sızlattı. ama bu mavi gözler bana sevgiyle değil, nefretle bakıyorlardı. üstelik hayatımın en büyük acısına bana yaşatan komünist fikriyata sahip bir fahişeye aittiler. gözlerimi ondan ayırmadan, sakince tabancamı kılıfımdan çıkardım. silahımı alnına doğrulttum ve tetiği çektim. çuval gibi yere yığıldı. arkadaşları bağırıp çağırmaya, küfürler etmeye başladılar. teğmene döndüm ve "bu vatan hainlerine nasıl müdahele edileceğini sana öğretmediler mi?" diyerek çıkıştım. "öğrettiler binbaşım" dedi. "o zaman öğrendiklerini tatbik et" dedim ve arabama yöneldim. arabaya binerken askerlerin anarşistleri duvarın önünde dizdiklerini gördüm. arabaya bindim ve serhat'a hareket etmemizi söyledim. biz hareket ederken, arkamızdan otomatik silahların sesleri duyuluyordu. cumhuriyetimizin 100. yılının anısına ilk hainler öldürülmüştü...