bugün

´ Asaletim sadece aşkının tapınağına girdiğimde olacak içimde.Bir gün yıkılırsa bedenin başka ülkelerin çamurlu evlerinde:Bil ki bütün denizleri ayaklarına dökeceğim.
Eğer sevgin azalacaksa gittikçe çoğalan aşkımdan, Bırak avcılar çıkarsın kalbimi yerinden! Sök at ne varsa: çamura bulanmış sevdaları, bu dağların ceylanlarını, kana susamış kontları ve senden arta kalan şu cılız bedenimi! Yok et benim olmadığım bütün şatoları. Görebileceğin bir şey kalmasın benden kalan...´
görsel
görsel
Bölümde geçen karakterlerden bahsedeyim.
Can Manay: Ülkenin en ileri gelen insanlarından biri. Üniversite de öğretim görevlisi, Psikolog, TV de program yapımcısı ve moderator.
Bilge: Üniversite de Psikoloji bölümünde Can Manayın Öğrencisi.Hayatı Yaşam Şartları ve Şansı Pek iyi olmayan lakin kafası çok iyi çalışan bir karakter.
ETi: Can manayı Can manay yapan kişi mentoru yani klavuzu.
Bu bölümün girişi şu şekilde gerçekleşiyor.
Can Manay Bilgenin diğer öğrencilerden farklı bir potansiyelinin olduğunu anladıktan sonra kendisinin asistanı olmasını ister ve bilgenin bu asistanlığa uygun olup olmadığı için bir kaç testen geçmesi gereklidir.
Evet efenim sözü Kitabın yazarı olan Azra hanımefendiye Ve karakterlerine bırakıyorum.
Bilge bu Test için kendisine bildirilen yere gelir ve test olacağı binaya giriş yapar.
Binanın önünde, içeriye erken girip girmemekle ilgili kendi kendine muhakeme yaptı.
Randevusuna çok erken gelip kendisini çok da hevesli göstermek istemiyordu ama daha önce
adını bile duymadığı bu yerle ilgili bilgi toplamaya da ihtiyacı vardı, binaya girdi. Kendisine
söylenildiği gibi binanın ikinci katına çıktı. Asansör bembeyaz dekore edilmiş ve yumuşak
ışıklandırılmış kata açıldı. Sanki bu kat, binadan tamamen bağımsızdı. Kendini neden tanıdık
bir yerde hissettiğini düşündü Bilge. iki kapıdan soldakine girmesi gerektiğini biliyordu ama
randevu saatine daha vardı ve içeri girme konusunda tereddüt ettikten sonra asansöre geri
dönmeye karar verdi. Asansöre dönerken bu yerin neden tanıdık geldiğini anladı. Duvar, Can
Manay’ın ofisindeki duvarla aynı dokudaydı. Aynı pürüzsüz, parlak duvar, aynı yarım dairesel
fırça darbelerine benzeyen izleri taşıyordu üstünde. Duvara bakarken kendi göz hizasında bir
yazı gördü. Yazıyı anlaması kolay olmadı çünkü 12-14 punto civarında, duvara kazınarak
yazılmıştı. iyice yaklaşıp yazıyı okudu. ‘Hz. Muhammed’ yazıyordu. Bu yazının hemen üstünde
duvarın bir ucundan diğer ucuna kadar, tek sıra halinde daha da küçük bir puntoyla yazılmış
bir yazı sırası olduğunu gördü. Soldaki kapıdan başlıyor ve sağdaki kapıya kadar sürüyordu,
‘Hz. Muhammed’ üstteki uzun yazının hemen altında, duvarın ortasında kalıyordu. Yazının
duvarla aynı dokuda ve renkte olması, bakıldığında görülmesini zorlaştırıyordu ama Bilge
dokunarak yazının duvardaki oyuğunu hissetti. Soldaki kapıya tekrar yürüyüp duvardaki küçük,
uzun yazıyı dikkatle kelime kelime okumaya başladı.
“Allah meleklerini tenselliği olmayan bir idrakten, hayvanlarını idrakı olmayan bir
tensellikten, insanlarınıysa idrak ve tenselliğin birleşiminden yarattı. insanın idrakı
tenselliğini aşarsa, insan, meleklerden bile daha iyi olabilirken, tenselliği idrakını aşmış bir
insan hayvandan bile kötüdür. -Hz. Muhammed”
Bilge okuduğu şeyi anlamak için bir adım geriye çekilip düşündü. Müslüman olmasına
rağmen Hz. Muhammed’in bu sözünü hiç duymamıştı ama şimdi okuduğunda, bilgelikle
söylenmiş bir sözün, bilinçsiz beyinlerde nasıl da yanlış yorumlanabildiğini, bir felsefenin
nesiller boyu nasıl da özünden uzaklaşabildiğini düşündü. Gerçek bilgelerin üç beş kişi
tarafından tamamıyla yanlış yorumlanarak deforme edilmiş felsefelerini sürüler halinde takip
eden, hayvandan beter insanlarla doluydu dünya. Tenselliğin yasaklandığı bir toplumda
idrakın bireyselleşememesi çok normal değil miydi?
Sözü bir kez daha okudu. Hz. Muhammed’i tanıması gerektiğine karar verdi, okulda din
derslerinde kendine anlatıldığı şekliyle değil, bilgeliği ve felsefesiyle anlamalıydı diye
düşünürken asansörün kata geldiğini fark etmemişti bile.
Aniden asansörden inen orta yaşlı kadın, yüzü duvara dönük dikilen Bilge’yi gördüğünde
hafifçe tebessüm etti. Bilge, kadının asansörden çıkışını fark edip hemen toparlandığında,
kadın çoktan soldaki kapıya yönelmişti. Kadının ardından içeri giren Bilge, kapının önündeki
sekreter masasına yanaştı, masa boştu. Kadın bekleme bölümünün boş sandalyelerinden birine
yerleşirken, Bilge ayakta, masanın önünde beklemeyi tercih etti. Randevusuna hâlâ yarım
saatten fazla vardı ve ortamda bekleyen kadından başka kimsenin olmaması rahatlatıcıydı.
Sakince kadına dönüp, “Sizin randevunuz kaçta?” diye sordu.
Kadın kendisiyle konuşulduğunu fark edip kolundaki saate bakarak tereddütle, “Yarım
saatten fazla var. Ben biraz erken geldim sanırım.” diye cevap verdi. Bilge iyice rahatlamıştı.
Gülümseyerek kadının karşısına otururken, kendini sohbet havasında hissediyordu. “Ben de.”
dediğinde kadın sakin bir tonda, “Ben son zamanlarda geç kalmaktansa erkenci olmak iyidir
diye düşünüyorum, ya siz hep erken mi gelirsiniz?” dedi.
Bilge dudaklarını bükerek düşündü. Aslında her zaman erken gelirdi, geç kalmamanın
birinci koşuluydu bu ve hayatı ufak tefek tembellikleri kaldırabilecek kadar esnek değildi.
Cevap verdiğinde kendi kendine karar veren birinin tonlaması vardı sesinde, “Evet, aslında
ben de erkenciyimdir hep.” dedi.
Kadın eline bir dergi alırken, konuşmaya, “E bu iyi bir şey, hiçbir şey kaçırmıyorsunuz
demek.” diyerek devam etti. Bilge sadece gülümserken, elindeki dergiyi karıştıran kadın
masanın üstünde duran dedikodu magazinlerinden bir tanesini de Bilge’ye uzatıp, “ister
misiniz?” diye sordu. Bilge hayır anlamında kafasını sallarken sakince, “Yok, sağ olun. Asla
okuyamıyorum bu dergileri.” dedi.
Kadın kafasını dergiden hiç kaldırmadan, “Neden?” diye sordu. Bilge soruya anlık da olsa
şaşırmıştı. “Tanımadığım, tanımak istemediğim bir sürü insanla ilgili bir sürü haber, hangi
partiye gitti, ne giydi gibi... Kısacası çok sıkıcılar.” dedi. Bilge dergiyi okuyan kadının
alınabileceğini o an düşünüp hemen aceleyle, “Tabi bazı insanlara kafalarını dağıtmaları
açısından iyi gelebilir de, sadece bana hitap etmiyor.” diye ekledi. Kadın bakışlarını
karıştırdığı dergiden kaldırmadan, “Siz ne yaparsanız kafanızı dağıtmak için?” diye ilgisizce
sordu. Bilge, “Bilmem, değişir... Kitap okurum.” dedi kendi kendine gülerek. Kadın, “Kafa
dağıtmak için? Kitap daha çok yormaz mı insanı?” dediğinde, Bilge, “Yorulmak da kafanızın
dağılmasına yarayabilir.” diye cevap verdi.
Kadın ilk defa kafasını dergiden kaldırıp, “Ben zaten çok yorgunum, enerjimi toplamayı
tercih ederim. Sormamdan rahatsız olmazsanız, niye burdasınız? Önemli bir durum yoktur
umarım.” dedi. Bilge kadının yorgun suratının ne kadar huzur verici olduğunu düşünürken,
“Yok, rahatsız olmadım ve hayır önemli bir durum da yok. Bir asistanlık işi için girilmesi
gereken bir test gibi bir şey varmış, ona giricem.” diye cevap verdi. Kadın, “Çok enteresan.
Nasıl bir test?” diye sordu, şimdi tüm dikkati Bilge’deydi. Bilge, “Bilmiyorum, herhalde
Rosrchach ya da TAT gibi projektif testlerden ya da MMPI gibi çok yönlü kişilik
envanterinden biri.” diye cevap verirken kadının konuya hakim olmadığını düşünerek,
“Karakteri tespit edebileceklerini zannettikleri bir sürü saçmalık aslında... Ben psikoloji
öğrencisiyim de, bir psikoloğun yanına asistan olarak seçildim, daha doğrusu adayım şu anda.
Bu testle uygun olup olmadığımı saptayacaklar.” diye açıkladı. Kadın, “Enteresanmış. Peki
sizce uygun musunuz?” diye sordu. Bilge doğallıkla, “Evet.” diye cevap verdi. Kadın yine
dergiyi karıştırmaya başlamıştı ve, “Neden? Neden uygunsunuz yani?” diye sorduğunda Bilge,
“Psikoloji okuyorum, işe ihtiyacım var ve en önemlisi de bu istediğim bir şey.” diye cevap
verdi.
Kadın kafasını anladığını ifade eden bir şekilde sallayıp önündeki dergiyi karıştırmaya
devam etti. Sessiz bir şekilde geçen 10 dakikadan sonra Bilge hiç kıpırdamadan hâlâ yerinde
oturuyordu, gelen biri var mı diye kafasını koridora çevirirken kadınla göz göze geldiler.
Bilge sakince kadına, “Affedersiniz, burası hep böyle boş mudur?” diye sordu.
Kadın evet anlamında kafasını sallayıp dergisine geri döndü. Bilge girişten koridora giden
yola baktı ama keşfetmek için fazla riskli bir ortamdı bu, kafasını önüne çevirip sessizce
oturmaya karar verdi. Zaman geçmek bilmiyordu, sıkılmıştı ama beklemekten başka
yapabileceği bir şey de yoktu. Ayakkabılarının bağcıklarından birinin diğerinden daha uzun
olduğunu fark etti, eğilip ayakkabısını düzeltirken kadın aniden, “Ben asansörden çıkarken siz
koridorda n’apıyordunuz?” dedi. Bilge doğrulurken, “Ordaki duvarda bir yazı var, gördünüz
mü? Hazreti Muhammed’den bir alıntıyı duvara kazımışlar.” diye cevap verirken kadın ilgiyle
lafa girdi, “Hz. Muhammed mi?” Bilge, “Evet. Çok ilginç değil mi? Öyle küçük kazımışlar ki,
ancak çok yakından bakarsanız okuyabilirsiniz.” dedi. Kadın elindeki dergiyi kapatıp doğru
Bilge’ye bakarak, “Başka ne yazıyor?” diye sordu.
Bilge yazının ana fikrini hatırlıyordu ama kelime kelime hatırlamakta zorlanarak, “Tanrı
meleklere cinsellikten... Daha doğrusu tensellikten yazıyordu, evet tensellikten uzak bir
anlayış, hayvanlara anlayıştan uzak bir cinsellik vermiş, insanaysa ikisinin karışımını vermiş.
insanın zekası cinselliğini aşabilirse melekten bile daha iyi bir şey ortaya çıkarken, cinselliği
zekasını aşarsa da hayvandan bile daha kötü bir şey ortaya çıkar gibi bir şey yazıyor ama
benim söylediğimden çok daha güzel bir dille tabii.” diye cevap verdi. Kadın ilgili bir
şekilde, “Enteresan.” diyerek yorum yaptığında, Bilge, “Evet çok enteresan, önce hiç aklıma
gelmezdi psikolojik araştırmalar yapan bir klinikte bir peygamberden alıntı yapmak diye
düşündüm ama sonra, aslında çok mantıklı değil mi! içine doğduğumuz toplumun felsefesi
psikolojimizin de temeli, en azından ben öyle düşünüyorum. Siz Müslüman mısınız?” dedi.
Kadın, “Ne önemi var?” dedi dümdüz, kuru bir tonda.
Bilge sorusunun garip olduğunu düşündü ve sorduğuna pişman bir şekilde, “islam’la ilgili
bilginiz var mı diye merak ettim, yoksa bir önemi yok tabii.” dedi. Kadın, “islam’la ilgili
bilgim var.” derken sesindeki kuruluk gitmişti. Bilge, “Ben Müslüman‘ım ama benim islam’la
ilgili pek bilgim yok.” dediğinde, kadın gülümseyerek, “Peki nasıl oluyor da hiç bilgin
olmayan bir şey psikolojinin temellerini oluşturabiliyor?” dedi. Bilge kadının gülümsemesine
gülümseyerek, “Bilinçaltımın oluşması için bilgim olmasına gerek yok, yani ben bu toplumun
bir parçasıyım, bilgim olsa da olmasa da ait olduğum yer burası. Çocukluğumdan beri
izlediğim her filmde, günlük yaşantımda gördüğüm ilişki modellerinde, nesiller boyu hep aynı
temel atılmış. Cinselliğin toplumdaki yansıması, tamamen dinselliğin nasıl yorumlandığıyla
ilgili. Toplumsal cinselliğimiz dinselliğimizle kodlanıyor, yani seyrettiğimiz, okuduğumuz her
şeydeki içerikten bahsediyorum. Bizse cinselliğimizle güdüleniyoruz. içine doğduğum bu
toplum neye inanmamın doğru olduğunu düşündüyse ona inanarak yaşadım, inandığım şeyin ne
anlama geldiğini hiç bilmesem de. Yani evet Müslüman’ım, tüm duaları ezbere bilsem de
inanmamı istedikleri şeyin anlamını, özünü aslında bilmiyorum.” dedi.
Bilge’nin konuyu bir yere bağlayamaması kadının kafasını karıştırdı, elindeki dergiyi
bırakıp dikkatle Bilge’yi dinlemeye başladı. Bilge anlatmak istediği yoğun düşüncenin, ancak
onu uzun cümlelerle anlatabilecek kadar farkındaydı.
“Dış dünyaya verdiğimiz her tepkimiz, pozitif ya da negatif olsun, bilinçaltımızdan geliyor.
Bilinaçtımızsa, hiç hatırlamasak da, hayatımızın ilk yıllarında edindiğimiz deneyimlerden
oluşuyor. Aslında hepimizin içinde bir hayvan var, korktuğu zaman bizi yönlendiren,
sinirlendiğinde rasyonel düşüncenin önüne geçebilen, kontrol edilmezse çok tehlikeli olabilen
ama özünde bize güç veren ve bilinçaltımıza sahip bir hayvan bu. Bunun kocaman bir fil
olduğunu düşünelim. Güçlü, dev, asla unutmayan, hatta kinci...” Bilge kadının suratına dikkatle
baktı, anlaşıldığından emin olmak istiyordu. Kadın devam etmesi için kafasını sallayınca
devam etti. “Bu filin tek amacıysa hayatta kalmak. Hayatta kalma dürtümüz bu filden geliyor.
Peki hayatımızın geri kalan yıllarında öğrendiklerimiz, edindiğimiz deneyimler nerde
toplanıyor? Bilincimizde. Karar vermenin süreci, verdiğimiz kararı uygulamanın analizi,
karşımıza çıkan opsiyonlar üzerinde hangisinin bizim için daha tatmin edici olduğunu
seçebilmek... Hepsi bilincimiz tarafından rasyonel bir düşünceyle şekillendiriliyor.
Bilincimizin bu dev fili yöneten minik bir insan olduğunu düşünelim. Fil gücünde bilinçaltımız
ve insan zekasında bilincimiz... Biz buyuz. Peki sizce bir insan güç kullanarak üzerinde
oturduğu bu fili yönetebilir mi? Tabii ki hayır. Aynı bilincimizin bilinçaltımızı baskılasa da
yönetemeyeceği gibi... Tehlike hissettiğinde kendini kapatan ya da vahşileşen ama her zaman
güvende hissettiği yere koşan bu fil, sırtında oturan insana güvenmeli ki birlikte hareket
edebilsinler. Bu güven olmazsa ne olur? Çatışma içindeyseler, mesela fil yani ‘bilinçaltı’
büyüme çağında birtakım travmalar yaşamışsa ve tepesindeki insan, yani ‘bilinç’ filin
travmalarını görmezden gelip onu sadece gitmek istediği yere sürüklemek için tepesinde
tepiniyorsa, işte o zaman yaralı bir filin üstünde şımarıkça emirler veren bir karakter çıkar
ortaya. Tepkiselliğinin vahşiliğinde rasyonelliğini yok eden bu insan kendini sabote eder, neyi
niye yaptığını ya da niye öyle tepki verdiğini bilmeden, aklı olmasına rağmen kullanmadan,
aynı hataları, değişik olaylarda defalarca tekrar ederek yaşar.”
Kadın, “Bu çok ilginç bir analoji.” dediğinde Bilge kadının gösterdiği saygının kaynağını
söylemek zorunda hissetti kendini. “Evet, ben de bir yerlerde okumuştum. ilginçten çok,
mantıklı.” dedi.
Kadın, “Peki bunun Hz. Muhammed’le ilgisi ne?” diye sordu.
Bilge, “Hz. Muhammed’le değil, onun söylediği şeyle ilgisi var. Bilinçaltımız içimizdeki
hayvanı, üstündeki bilinçse idrakımızı temsil ediyor. Hz. Muhammed’in dediği gibi, kendi
idrakı, içindeki hayvanı kontrol edebilen insan, kocaman filin gücüne sahip, ehlîleşmiş bir
zekadır. Fillerini anlayıp eğitmek yerine onları bastıran ya da cezalandıranlarla dolu toplum.
Düşünmeden hareket eden, ettiği hareketi düşünse de kontrol edemeyen, aynı dersi değişik
insanlarla onlarca kere alsa da tepkilerini geliştiremeyen, davranışıyla kendine zarar veren
herkes aslında bir bakıma kendi fillerini kontrol edemedikleri için, hayatları da kendi
kontrollerinden çıkmış insanladır. Filimizin birinci amacı hayatta kalmak olduğu için yaşama
karşı daima bir zaafı olacaktır. Tepesindeki insanın, yani bilincin göreviyse bu zaafı anlayıp
nedenlendirerek filin kendini zaaflarına karşı eğitmesinde ona yardım etmektir. Bilinç ve
bilinçaltı arasındaki dostluk ancak böyle doğar ve bu dostluk bütünlüğü oluşturur, ta ki bu ikisi
tamamen senkronize olup üstün insanı yaratana kadar ama tabii bu bir ütopyadır aynı ,Hz.
Muhammed’in sözündeki gibi meleklerden daha idraklı bir yaratık var olabilir mi bu
dünyada?..” Sessiz bakıştılar, Bilge içinde hissettiği yorgunluğu sesine taşıyan bir tonda kendi
kendine mırıldandı, “Maalesef fili eğitmek yerine öldüren insanlarız biz, kendi gücümüzü
hadım ederek idrakımızı da eziyoruz... idraksız bir güç ya da güçsüz bir idrak... Daha kötüsü
olabilir mi?”
Kafasını kaldırıp kadının ifadesiz suratındaki kaybolmuşluğu gördüğünde, konuyu buraya
getirdiğine pişman, “Sabah sabah çok konuştum, kusura bakmayın.” dedi. Kadın, “Yok,
enteresan şeyler söylüyorsunuz.” diye Bilge’yi rahatlattı. Bilge, “Siz de ne kadar çok
enteresan diyorsunuz.” dedi gülümseyip konunun daha sıradanlaşmasını dileyerek.
Kadın, Bilge’nin teşhisine gülümserken, “Kaç yaşında-sın?” diye sordu. Bilge, “Eylül’de
22 olucam.” diye cevap verdi. Kadın, “Psikoloji okumasaydın ne okurdun?” diye sorarken,
gerçekten ilgili görünüyordu ve Bilge düşünmeden, “Aşçı olurdum.” diye cevap verdi. Kadın
cevaba şaşırmıştı, “Aşçı mı? Enteresan.” dedi. Bilge kadının habire enteresan demesine yine
gülümsedi, kadın Bilge’nin gülümsemesinin anlamını anlayıp tebessüm ederken, “Niye aşçı?”
diye sorguladı. Bilge, “Öyle baklavalar, mantılar açan bir aşçıdan bahsetmiyorum, dengeli
beslenmenin tüm gerektirdiği şeyleri bilen, sebzeleri az pişiren bir aşçı. Ottan falan yemek
yapabilen biri. Kendi ihtiyaçlarımı kendim karşılayabilmeyi seviyorum. Aşçı olsam bayağı
işime yarardı.” dedi. Kadının saatine bakması Bilge’yi uyardı, Bilge de saatine baktı.
Randevusuna sadece dakikalar vardı ama hiç kimse gelmemişti. Bilge ayağa kalkarken, “Ben
bir bakayım bu insanlar nerde?” dedi.
Bilge koridordan ilerleyip iki kere, “Affedersiniz!” diye seslendi ama cevap veren olmadı,
girişteki bekleme yerine geri döndüğünde kadın hâlâ yerinde oturmaktaydı. Bilge tam kapıdan
çıkacaktı ki, üzerinde laboratuvar önlüğüyle genç bir kadın kapıdan içeri girdi. Yüz yüze
geldiler. Önlüklü genç kadın direk sordu, “Bilge Hanım?”
Bilge her şeyin yolunda olduğunu düşünüp rahatlamış, “Benim, buyrun?” diye cevap verdi.
Genç kadın tebessümle onu içerdeki odalardan birine buyur ederken Bilge çantasını aldı,
koltukta oturmuş bekleyen orta yaşlı kadınla içtenlikle vedalaşırken elini uzattı, kısaca
tokalaştılar ve Bilge dönüp odaya girdi. Tam düşündüğü gibi, test masanın üstünde hazır
kendisini beklemekteydi. Biraz önce sohbet ettiği kadının, kendi geleceğiyle ilgili karar
vermesi beklenen kişi, Eti, olduğunu ancak aylar sonra onu Can Manay’ın ofisinde görünce
anlayacaktı.
Akıcıdır uzun oluşuna aldırmayin.


Melisa Kesmez - Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz
s.32-35
 
Dedim ki: "Kalbinin bir ucunu bir başkasınınkine teyellemek istiyor insan. Hepsi hepsi bu.”
Dedi ki: "Yaşlanıyorsun.”
Okuldan arkadaşım. Lise yıllığıma yazılmış onlarca "hep arkadaş kalacağız" sözünü tutmuş tek kişi. Hayat onca evirdi çevirdi, salladı, büktü, kırdı geçti, biz kopmadık. Her şey değişti, benim ona baktığımda gördüğüm, onun bana baktığında gördüğü yeniyetme aynı kaldı. Arka sıramda oturdu yedi koca sene. Onun bir yaz tatilinde insanüstü bir başarıyla beden eğitimi dersindeki boy sırasında en sondan en başa ışınlandığı, sesinin erkeklikle çocukluk arasında bir yerde tarazlandığı yıllarda girdi hayatıma. Benim memelerimin henüz çıkmadığı, ama Allah'tan umudun kesilmediği yıllar. Defterden yırttığımız sayfalara yazdığımız mektuplarla başladı arkadaşlığımız. Birbirimizden ödünç aldığımız kitapların arasına sıkıştırıp, değiş tokuş ettiğimiz dünyalarımızdı o yeniyetme mektuplar. Yok, aşık falan değildik birbirimize. Bilakis o başka birini seviyordu. Ben başka. Bizimkisi iki vurgun kalbin dayanışmasıydı daha çok. Ben hayatı bir erkeğin gözünden görmeye yelteniyordum onunla. O da benden kadınların neden bu kadar anlaşılmaz olduğunu öğrenmeye çalışıyordu. Ama çuvallıyorduk sıklıkla.
    Onun kalbi, sınıfın her konuda yaşından büyük demeçler veren, kuvvette muhtemel geleceğin feminist avukatı Neslihan'daydı. Benim kalbimse karşı sınıfta. Müzisyen bir çocukta. Okulun bahar şenliğinde sahnede iki akor basarak nazarımda 'rock star' nişanına layık görülmüş, şu ince uzun, az konuşan çocuklardandı. Kulağında mütemadiyen kulaklık, elinde adını hiç duymadığım yazarların kitapları. Kızların hepsi hastaydı ona. Deri ceketle gelirdi okula. Onu sabahları öyle görüverince koridorda, saçlar yataktan yeni kalkmış, hafif kambur, bir sessizlik çökerdi sanki dünyaya ya da bilmiyorum bir tek bana öyle gelirdi galiba. Gözümün önüne hâlâ, sahnede o gün Wish You Were Here'ın boktan bir versiyonunu çalan elleri geliyor. O zamanlar, kulaklar sağır elbet. O ne çalsa, benim için başyapıt. Şöyle bir geri atsa başını, parmaklarını gezdirse gitarın perdesinde, nasıl çaldığı umurumda değil, kulaklarımın uğuldamasına yetiyor.
    Aklımızın devre dışı, sadece kalbimizin olduğu yıllar, bilirsin. Kalp "git" diyor, gidiyoruz. "Sev" diyor, seviyoruz. Teneffüs zilinin çalması yetiyor sırtımızın ürpermesine. Koridorda iki saniye de olsa yan yana durup bir çift laf etme ihtimali var ya o kızla ya da o çocukla. Elini tutmak, hafta sonu Kadıköy'de bir kafede buluşmak, sinemanın karanlığına saklanmak falan, işin o kısmına öyle uzağız ki. Bakmıyor bile bize o kızla o çocuk. Şikayetçi değiliz ama. Yoksunluğumuzu allayıp pulluyoruz aklımızın içinde, minik kağıtlara yazıyoruz kargacık burgacık, iyi geliyor. Gizliden gizliye seviyoruz üzülmeyi. Yeni mektuplar yazacak malzemeyi sağlıyor bize üzülmek. Genç Werther görse acır halimize. Öyle Şelale duygularımız. Hormonlar damarlarımızda köpük köpük dolaşırken, Cemal Süreya'yı keşfetmişiz bir de. Sevda Sözleri. insanın ergenlikte kendine hiç acıması yok. Kadıköy' de bir sahafta bulup almıştım kitabı. Her yere götürüyordum yanımda. Bütün şiirler ezber. Onun eli bir kızın, benim elim bir oğlanın eline değmemiş, Süreya bir güzel derman oluyordu erotik dokunulmazlığımıza. Aklımıza o vakitler ne olduğunu pek anlamadığımız ama yine de kapılıp gittiğimiz tuhaf şeyler getiriyordu. Birbirimizden utanma sıkılmamız da yok. Aynı takımdayız çünkü. Aynı tavanın balığıyız. Her Şeyi yazıyorduk mektuplara.
    Maternatiğim yetmedi hesaplamaya, "Kaç yıl oldu?" dedim. Durdu, düşündü, "25," deyiverdi. Gümüşlük'te denize sıfır bir masada oturmuşuz 25 yıl sonra, "iyi ki hâlâ var" diye geçirdim aklımdan.
    iki gün önce aramış, "Bodrum'a gidiyorum. Hadi atlayalım arabaya, birlikte gidelim," demiş. Bırakıp her şeyi kaçıvermişiz birkaç günlüğüne.
    Bakıyorum yüzüne, bitkin. Bir evlilik gömdü yakın zamanda. Onca yoğunluğuma rağmen bu zamansız kaçamağa hayır diyemeyişim ondan. Bana ihtiyacı olduğunu biliyorum. Saçlarındaki beyazların kahverengilere galibiyetine ramak var. Benim bedenimse yerçekimiyle savaş halinde. Onun tersine hiçbir şeyi gömmedim epeydir. Hiçbir şeyi doğurmadığımdan olacak. Ne bir evlilik ne bir çocuk. Merhabasız, vedasız geçti son birkaç yılım. iyi de oldu şimdi düşününce. insan bazen başlamasa ya hiçbir şeye. Dursa öyle.
    Kafamı çevirip denize baktım. Kaç tane içtik allasen? Efkâr çıkıp geldiğine göre gün boyu saklandığı yerden, aklım zamanda yolculuğa çıktığına göre, ben şahsen beş taneyi devirmiş olmalıyım çoktan. Onu bilmem.
    "Neslihan n'apıyor? Şu ortaokuldaki bilmiş Neslihan. Hiç haber aldın mı?" dedim.
    Şaşırdı önce, beni tanıyor, üzerinde durmadı zamansız sorumun.
    "Evlenmiş o da," dedi. "Kızı olmuş. Ev yemekleri yapan küçük bir restoran açmış Levent`te. Hikâyenin tamamı bu kadar.”
    “Avukat olamamış demek. Benim gitarcı ne yapıyor acaba?”
    "Onun da rock star olmadığı kesin. Belki Marmaris’te falan şu yazlık barlardan birinde MFÖ şarkıları çalarak yaşlanıyordur."
    "Bana yar olmadı ya, kimseye de olmamıştır umarım," dedim.
    "O kaybetti," dedi. Güldük.
    Güldürmeyi başardı beni yine. Benim gibi doğuştan kasvet sever birini, güldürmek kolay değil hiç, ama onun için kolay. Sohbetin ağlamaya en imkân tanıyan anında bile saçma sapan bir laf edip dağıtıverirdi bulutlarımı. iyi ki vardı gerçekten. Zor da olsa aklımı, benim çöp bacak gitarcıdan, avukat olamamış geveze Neslihan'dan alıp bugüne, denizle karanın birleştiği yere kurulmuş rakı masasına getirmeyi başardım. işin içine rakı girince, bir hal geliyor ya insanın üzerine, bıraksalar dünyayı ele geçirirsin, öyle kocaman bir cesaret doldu içime. Bu cesaret kısmını içimden mi yoksa dışımdan mı söyledim, bilemedim. Utandım biraz. 25 yıl sonra garip geldi onun yanında, ondan utanmak. Hiç hesapta yokken "Peki, biz ne yapıyoruz?" diye sordum.
    Gözlerini kaldırıp masadan yüzüme baktı. Durdu önce. Ne ima ettiğimi anlamaya çalıştı. Bıyığını düzeltti. Bu kadar alkollü olmasa bir bakışta ciğerimi okurdu ya, emin olamadı. Bir şey diyecek gibi oldu. Bekledim. Gülümsüyor mu? Bozuldu mu? Bilemedim. Sırtımızda Eylül yeli, iki 39, bakıştık. Kafasını denizden tarafa çevirdi. Güldü. Ben tedirgin bir şekilde, elimden bırakamadığım çakmağa takla attırıp duruyordum beyaz örtünün üzerinde.
    "Belki," dedi, verdiği es sonsuzluk kadar uzun geldi, "en başından beri burnumuzun dibinde duran bir şeyi ıskaladık biz." Başım dönüyordu, "Lakin her pozisyonu da gole çevirecek değiliz ya!"
Lafı biter bitmez, gök gürültüsüne benzer bir kahkaha kopardı. Peşinden garsona el sallayıp, hesabı istedi. Yağmur geliyordu.
Eğer insanlar cezalandırılmaktan korktukları ya da gerçekten ödüllendirileceklerini düşündükleri için iyi kalplilerse, gerçekten acınacak haldeyiz. -Albert Einstein.
görsel
Fahişe anılarım var diye mi bu sevilmemişlik?
Sen tanrı'sın!
Sev beni!

özlem ayşe çiçek - tanrıya mektuplar
evlerinden çıkan insanlar kızgın ve boğucu havayı teneffüs edince burunlarını tıkadılar. çocuklar da dışarıda idiler ama yağmurdan sonraki gibi koşuşup bağrışmadılar. erkekler ise çitlerin kenarında durup toz örtüsünün altında görünen yeşile ve mahvolan mısırlara bakıyorlardı. kadınlar da dışarı çıkıp erkeklerin yanına gelmişlerdi. tarlalara bakan erkeklerin yüzlerindeki aptalca ifade yerini öfkeli ve iradeli bakışlara terk etti.
ortada korkulacak bir şey olmadığını anlayan kadınlar rahatladılar.

sonra sordular:
-şimdi ne yapacağız?
erkekler cevap verdi:
-bilmiyorum.

ortada korkulacak bir şey yoktu. çocuklar da duygusal güçleri ile durumu sezmişlerdi.

kadınlar ve çocuklar erkeklerin metanetini kaybetmediği müddetçe hiçbir felaketin dayanılamayacak kadar büyük olmadığını biliyorlardı.

(gazap üzümleri çevirisi, sayfa 9 - mert yayıncılık)
insanlar, aldıkları malzemenin üzerinde yazılan her şeye tereddüt etmeden inanırlar. Markete gidip bakın. Her cips paketinin üzerinde; "Trans yağı yoktur." ibaresi vardır. istisnasız her marka cips firması bunu kullanmıştır. En ucuz çikolatada bile alacağınız kalori miktarına kadar belirtmişlerdir. "Süt veya koyun sütü!" yazmışlardır. Pantolondan, çoraba kadar içinde hangi malzemenin ne kadar kullanıldığı bile yazılmıştır. Ve insanlar buna da inanır. Kimin yazdığını tanımasalar bile. Tanrısal bir şeydir bu.
Görmeden inanarak marka değerini Tanrısallaştırmaktan bahsediyorum. Fakat işin garip tarafı nedir, biliyormusunuz? insanlar, tanıdıklarına inanma konusunda tereddüt ederler ve bir kanıt beklerler. Aldıkları üründen ne kadar bozuk çıkarsa çıksın o malzemeyi almaya devam ederler. Fakat tanıdıklarından sadece ufak bir hata yaparsa geriye kalanlardan ispat isterler. Sonuna kadar gerçeği söyleseler bile. Bunu dile getiremeseler bile!
Gidenlerin ardı sıra yakarışınız, geçmişiniz yüzünden bugüne ağlayışınız kadar değersizdir.