bugün

Filmografisi aşağıdaki gibi olan, simgesel anlatımıyla karşımıza çıkan, kimi zaman buhranlara kimi zaman huzura sokan, hiç replik olmasa da insanı daraltmayan müthiş filmlere imzasını atmış güney koreli yönetmen. Allah başımızdan eksik etmesin..

Filmografi

Dream (2008)
Breath ( 2007)
Time (2006)
The Bow (2005)
3-Iron (2004)
Samaritan Girl (2004)
Spring, Summer, Autumn, Winter... and Spring (2003)
The Coast Guard (2002)
Bad Guy (2001)
Address Unknown (2001)
The Isle (2000)
Real Fiction (2000)
Birdcage Inn (1998)
Wild Animals (1996)
Crocodile (1996)
yay,nefes rüya ve tabi ki boş ev kore dizilerinden sonra koreliler film yapabilir mi dediğiniz anda konuşmadan da neler anlatabileceğini gösteren yönetmen.
- kim ki duk var mı?
+ kim abi?
- kim ki duk. koreli yönetmen.
+ ?!!?
- boşver aslan. ordan sen bana bir "gladyatör" ver.

bizde yönetmen nuri bilge ceylan görüntü anlamında sinamada neyse ondaki potansiyelin daha iyisi vardır koreli yönetmen kim ki duk'da. üstelik seçtiği konular ilgi çekici gerçek karakterlerdir. kesinlikle özgün ve insan iç dünyasına damardan direk giren yormayan bir tekniği vardır. o kadar duru anlatır ki repliklere hiç ihtiyaç duymaz. sadece görüntüyle işi bitirir. örneğin boş ev (bin jip) filminde belki toplasan 10 tane dialog vardır ama film öyle sıkmadan akar gider. şaşırtır.
en iyi filmi ilkbahar yaz sonbahar kış ve ilkbahar olan güney koreli yönetmen. bin jip ve time filmleri de oldukça iyidir. Ancak soom, bence tam bir hayal kırıklığıdır.
uzak doğu'nun dinginliğine hayran kalma sebebi.

(bkz: #6132313)
koreli yönetmenin boş ev filmini izlerken baş rol oyuncusunun acaba konuşma özrü mü var diye düşünceler beynim de gark eden sıkıcı olmasına rağmen değişik filmleri olan sado-mazoşist özellikler de barındıran yönetmen.
ismi ki-duk kim şeklinde de yazılmış olan yönetmen...
karıştıranlar vardır. bu konuda iddialı olanlar vardır ama evet sadece kim ki duk olarak görmüyoruz bunu meydanlarda.
kore'nin akira kurosawa 'sıdır. boş ev, ciddi sinema dergileri tarafından yükselen kore sinemasının son 15 yıla dair en iyi örneğidir. yay'ın dvdsini görünce dayanamadım geçenlerde. cezbetti. kıssadan hisse, kurosawa hesabı kim ki duk filmleri de arşivin tepesini layıkıyla işgal eder. benden söylemesi.
kim kime dum duma
bkz: 2,3 kb.lık altyazı dosyalarıyla izlenebilcek filmler
Ressam kimliğinin film kadrajına yansıtan yönetmen,
Sinemaya ilk kez 30 yaşında gitmiştir.
her filminde insanı alıp götüren, duyarlılık ve sevginin sözsüz konuştuğu, bazen doğanın güzelliklerinin konuşmaya katıldığı, ruha işleyen, unutulmaz filmler yazan,yöneten, özel sanatçı.
varlığı için müteşekkir olduğum insan.
fedakar kız* filmiyle antalya altın portakal film festivalinde* tanıdığım
boş ev ve rüya filmiyle aşkı sessiz haykırışıyla mest olduğum
yay filmiyle şaşkına döndüğüm
ilkbahar yaz sonbahar kış ... ve ilkbahar filmiyle görsel ve ruhsal doyuma ulaştığım
özel, benzersiz yönetmen.
ilk kez "bos ev" filmiyle tanidigim, "yay" filmiyle ile beni dumura ugratmis yönetmen.

filmlerinde diyaloglara pek yer vermez, vücut dili ön plandadir. duyguyu mimikler ve müzikle aktarir izleyiciye. agir agir akan ancak sonunda yüzünüze tokat gibi carpan bir tarz vardir calismalarinda.
yönetmen değil görsel şair, filmlerin de özellikle yaratıcılıkta doruğa ulaştığı filmlerde insanı kendi alemine çeker ve uzun süre filmlerinin etkisinden kurtulamazsınız. ilkbahar,yaz,sonbahar,kış ve yine ilkbahar bir başyapıttır.
filmlerinde inanılmaz bir dinginlik bulduğum güney kore'li yönetmen. olabildiğince az diyalog kullanarak çok şey anlatır. bin-jip, rüya(dream),ilkbahar, yaz, sonbahar, kış ve ilkbahar filmlerini izledikten sonra benim için her filmi izlenebilir yönetmen kategorisine girmiştir.
Konuşan Türkiyenin kısacık bir zamanda, ağzı olan konuştuğu için, Labarba yapan Türkiyeye dönüşmüş olmasının ilacı belki de suskunları anlayabilmek, susmayı öğrenebilmektir. Evde, okulda, vapurda, sokakta, tiyatroda, bağıra bağıra ve sanki dünyanın en müreffeh ülkesinin imtiyazlı vatandaşlarıymışız gibi kahkahalarla konuşmamızın altında yatan o toplumsal hastalığı teşhis ve tedavi etmek zorundayız. Akıl sağlığımız biz söz sıkarak zamanı öldürmekle meşgulken ellerimizin arasından kayıp gidiyor oysa. 3. sayfaların cinnet ve cinayet haberleriyle doğru orantılı bir gürültü toplumu oluyoruz. Susan Türkiye istediğimden değil elbet, boş konuşan Türkiyeden yorulduğumdan

Suskunluğu tercih etmiş, hiçbir yere bağlı olmayan, gittiği her yerde hep misafir, hep sürgün olan birinin en kolay yaptığı şeydir resim çekmek. Fotoğraf makinesiyle değil zihniyle çeker resimlerini. Dilini, kültürünü bilmediği sokaklarda gezerken sesleri, sözleri değil resimleri toplar cebine. Konuşarak tüketmez içindekileri. Egolarını, hırslarını, korkularını da ehlileştirmiştir o, bu sayede mümkündür susabilmek.

20 Aralık 1960ta Güney Kore;de bir taşra köyünde dünyaya gelen Kim Ki-Duk işte bu susan ama biriktiren insanlardan oldu. Çocukluğunun oldukça haşarı geçtiği biliniyor. Dokuz yaşındayken ailesiyle birlikte Seule taşınmış olmasıyla büyük şehir kavramıyla tanışmış oldu. Ailesinin ekonomik olarak güçsüz olması sebebiyle kısa sürede meslek sahibi olması gereken Kim Ki-Duk büyük şehirde tarım eğitimi verilen bir okula gönderildi fakat onu bu okula yönlendiren ekonomik sorunlar büyüyerek devam ettiği için okulu tamamlayamayarak ayrıldı.

Ardından bir fabrikaya işçi olarak giren Kim Ki-Duk 20 yaşına kadar bu fabrikada çalıştı. Çalışma hayatı boyunca kendi geldiği sınıfa, içinde bulunduğu şehre ve iş arkadaşlarına dair ne varsa biriktirdi. 20 yaşında Deniz Kuvvetlerine katılarak fabrika ortamından çok daha başka bir ortamı solumaya başladı. Kolayca uyum sağladığı askerlik beş yıl sürdü. Ülkenin her yerinden ve birbirinden farklı kültür ve sınıflardan gelen askerlerin oluşturduğu orduda beş yıl çavuş olarak görev yaparken tüm bu insanları ve ilişkileri de kaydetti zihnine.
Nihayet Fransaya gidecek bir uçağın biletini karşılayabilecek kadar para biriktirdikten sonra hep hayalini kurduğu sanat eğitimini alabilmek için Fransaya uçtu.
Burada üç yıl boyunca sokak ressamlığı yaparak geçimini de sağlayan Kim Ki-Duk ani bir kararla ülkesine dönerek senaryo yazmaya başladı ve iki senaryosu birden bir yarışmada ödül alınca doğru karar verdiğini anlamış oldu. Ve filmler birbirini izlemeye başladı. Ancak hiçbir şekilde sinema eğitimi almamış, hiçbir sette reji asistanlığından başlayarak yavaş yavaş yükselmemiş olan bu genç yönetmenin kendini kabul ettirmesi de tam da bu sebeplerden ötürü oldukça zor olacaktı.Ancak kabul edilmesini güçleştiren bu özellikleri onu meslektaşlarından ayıran özellikleri de oldu kısa sürede. Tamamen kendine has bir anlatı üslubu olan Kim Ki-Duk; sinema macerasına kendi yaşamından ve deneyimlerinden beslenerek 1996 yılında kağıda döktüğü Crocodile ile başladı.Kendi renkli hayatından beslenerek yazıp yönettiği ikinci senaryo ;Wild Animals da yine kendisi gibi Koreli bir asker ve Pariste başarısız bir ressam arasındaki dostluğu kaleme aldı.Üçüncü filmi Birdcage Inn de ise; cinselliğin, birbirini tanımayan iki insanın anlaşma çabasında önemli bir yapı taşı olarak öne çıkartılması ve renkli sinemasal atmosferi ile gözlerin kendisine çevrilmesini sağladı.
Kim Ki-Duk anlaşılmayı değilse de yeteneğini kabul ettirebilmeyi büyük ölçü de dördüncü filmi olan The Isle ile başardı.

Pek çok filminde görülecek olan nesnelerin metaforlaşması en belirgin haliyle bir olta olarak çıktı bu filmde seyircinin karşısına.

Aynı zamanda hayattaki ve insan ilişkilerindeki karşıtlığı hikayelerinin merkezine başarıyla yerleştiren bu genç yönetmen The Isle ile kadın erkek ilişkilerindeki farkına varılmayacak seviyelerde bile olsa hep var olan sadomazoşist yöne çevirdi kadrajını. Sevgi ve nefretin, efendi ve köle ilişkisinin, kaçmanın ve kovalamanın başarılı bir resmini çizdi. Bu başarısı filmin Venedik Film festivalinde gösterilmesiyle ödüllendirilirken, Kore sinemasının 60lı yıllarını var eden önemli yönetmenlerden Yoo Hyun- Mok ona yeni bir isim kazandırdı imgelerle konuşan yönetmen.

Düş ile gerçeğin iç içe geçtiği ''Real Fiction'' da metafor bir el kamerası olurken baş karakter Na üzerinden hantallaşmış, yozlaşmış toplumun, güçsüz bireyi nasıl ezdiğine tanık oluruz. Toplumun birey üzerinde yoğunlaştırdığı şiddet sonunda bireyi de şiddet ile cevap vermeye zorlar.Bu filmde de başkarakterin başarısız bir ressam oluşu başta olmak üzere pek çok yönelişinden yönetmenin hayatından çok ciddi bir beslenmeyle oluşturulduğunu görmek mümkündür. Belki de Kim Ki-Duk oldukça zor geçen hayatında alamadığı tüm intikamları Naya aldırarak aynı zamanda ruhunu da arındırma yolunu seçmiştir.

2001 yılında çektiği ''Address Unknown'' zaten anlaşılması biraz güç olan yönetmenin Korede sevilmemesine de katkı sağladı.

Dünyanın jandarmalığına soyunan ABD Emperyalizmi Vietnam, Irak, Afganistan, Somali vs ülkelere olduğu gibi Koreye de asker göndermişti ve film bu askerlerin yerleştiği bir Güney Kore kasabasında geçer. Bir Amerikan askerinden olan çocuğu ile yaşamak zorunda kalan bir kadın ve o askere yolladığı ama asla adresine ulaşmayan mektupların merkezde durduğu hikayede; bu kez bir köpek kasabının yanında çalışan ve bir ABD askerinden olduğu için horlanan çocuğun üzerinden eleştirir kendi toplumunun hoyratlığını.
Birilerini ötekileştirmenin aslında kendimizi başkalaştırmak ve başkalarına öteki kılmak olduğunu gören Kim Ki-Duk bunu oldukça cesur işler filmlerinde. Kuzey ve Güney diye ikiye bölünmüş acılı topraklarda tıpkı melez çocuğun annesi gibi Koreli bir genç kız da, yaşadığı hayattan kurtulmak için ABDli bir askere sunar bedenini. Filmdeki askerler ise bu gün Irakta, dün Vietnamda olan askerlerin pek çoğu gibi, neden orada olduğunu gerçek manasıyla bilemeyen, yabancı topraklarda emir ve paranoya ile ayakta kalmaya çalışan gencecik çocuklardır. Kore hükümetinin kendi askerlerine olan tavrının da özellikle seçilmiş iki yan hikâyeyle masaya yatırılması Kim Ki-Duk&un sinema anlayışının sadece güzel resimlerden ya da hayatın ve ilişkilerin soyut bir entelektüel eleştirisinden ibaret olmadığını da ispatlar. Kim Ki_Duk sineması son derece politiktir de.

Pek çok insanı rahatsız eden bu filmi 2001 yılındaki Bad Guy izler.

Bad Guy yine çarpıcı yaklaşımıyla özellikle The isle gibi feministlerin ağır eleştirilerine maruz kalır. Oysa film yine özenle kurgulanmış kişileri ve hikâyesiyle aşkı tüm çıplaklığıyla mikroskop altına alır. Asıl sorun filmde değil, seyircinin toplumun en alt seviyesinden bir Pezevenk olan adam ile bir burjuva kızının aşkından ne beklediğindedir. Hollywood başta olmak üzere tüm sinema endüstrisi tarafından temiz, tiril tiril, aşklara inandırılmış seyircidedir sakatlık. Benzer bir konuyla Pretty Woman filmini hatırlamakta yarar var. Julia Robertsta sever zengin ve yakışıklı Richard Gerei. Ama aşk ancak kadın fahişeliği bırakıp, Richard sayesinde sınıf atlarsa mümkündür. O pis hayattan kurtuluşla... Peki bir Pezevenk, pezevenk olmaya devam ederek nasıl sevecektir? Aradaki o sınıfsal ve kültürel uçurum nasıl aşılacaktır? Sert bir Cevap veriyor Kim Ki-Duk ve bu sert cevaba, aşkı kül kedisi masalları gibi zanneden seyirci hala hazır olmayabilir.
kore'nin nuri bilge ceylan'ı ... filmlerinde vermek istediği mesajı sıfıra yakın diyalogla bu kadar güçlü bir şekilde verebilen yönetmen çok azdır.
sessizlik içindeki derin konuların adamı yönetmen. bu bir başarı mıdır ? başarının ötesidir.
arirang filminde sergilediği performansla derin duyguların yönetmeni olmanın yanında derin isyanların ve yüzleşmelerin insanı ve aktörü olduğunu da göstermiştir.
6 filmini izleyebildiğim koreli yönetmen. birilerine hayran olabilecek yaşı vs. geçtikte beğendiğim yönetmenler kategorisinde kafalarda olduğunu söylemeliyim. tabi diğer filmlerini de izlemem gerekiyor. (bunun da farkındayım, farkındalık! hem de zevk alarak olacak o iş)
bilindiği üzere boş ev ve ilkbahar yaz sonbahar kış ve ilkbahar külliyatının belki de en olmuş çalışmaları. benim izlediğim filmler içinde de tepeyi bunlar işgal etmekte. mevsimlerin, yaşamsal döngünün aktarımı kadar yüksek görsellik tandanslı ilkbahar yaz sonbahar kış ve ilkbahar 'daki izole dünya ve diğer bundan hayli bağımsız geniş dünya ilgi çekicidir. zaten filmlerinde bir karşılıklılık tezini önemser. nefes 'teki ölüm mahkumuna verilen hayat dolu aşk mevcutken diğer aşk gene yan taraftadır. boş ev, son 10-15 yıl içinde yapılmış en dikkate değer filmlerdendir. hani brezilya gövde gösterisini nasıl tanrıkent 'le yapmışsa uzak doğu'dan da boş ev çıkmıştır. filmin sessizliği aslında çok sesliliğinden ileri gelmektedir. izleyen herkes söyleyebilecek bir şeyler bulabilir.karşılıklılık tezine binaen burda da evin bozulan eşyalarının onarımı söz konusudur. hani kullanılmıştır lakin karşılığı ödenmiştir. fedakar kız , daha ziyade ahlak olgusu üzerinden giderken, yay daha ziyade bağlanmayı göze sokuyordu. kim ki duk, insansal karmaşıklığa son derece takık olup insanın insana bağlanmasını tukaka olarak görür. bağlanma, şiddeti doğurur çünkü. rüya , bilinçaltına göndermeleriyle yapmak istemeyip yapılanların verdiği vicdan azabıyla dikkate değerdir.
valla filmlerinde yüzde yüz mantık aramamalı derim kendimce. biraz uzakdoğu'nun gelenekselliği, budizm teolojisi, insan ilişkilerinin karmaşıklığı ve karşılıklılık argümanı harmanlanmış ve bu materyallere acı sos niyetiyle ultra fantastik bir tarafta eklenmiştir. (görsellik üstünlüğüyle) sinemasının dili aşağı yukarı budur. oturup mantık hatası bulacağım diye kasıp izlenilirse filmlerinin büyüsünün de kaçacağını düşünmekteyim.
silver eye: ya sen bana birini android?
kanka: aa kim ki duk?
silver eye&kanka: puhahahahhahhaha

canımız sıkılıyordu.
kendi ülkesini bir nevi aptal yerine koyan uzak doğunun en önemli yönetmeni. ki haklı da..
http://m.sondakika.com/ha...eliler-anlamiyor-3799281/
pieta (acı) filmiyle yine bünyeyi allak bullak etmeyi başarmış çatlak yönetmen.

acı eşiği düşük kimseler filmin ilk 15 dakikasında seyretmekten vazgeçmezse, unutamayacağı bir sinema şöleni yaşayacaktır.

--spoiler--
Şiddeti bir şekilde filmlerine yedirmeyi adet edinmiş yönetmenin büyük tartışma yaratan bu son filmi, her anıyla seyirciyi etkilemeyi başarıyor. Katlanma eşiği düşük olan izleyiciye iyi gelmeyen Pieta’da sinemanın asıl amacının ne olabileceği üzerinde kişi kendisini bir muhakeme içerisinde bulabiliyor fakat en sonunda klişelerden ve tüm normlardan sıyrılarak, kendine özgün bir anlatım ile bu işi icra eden birine saygı duymaktan başka bir çareniz olmadığını anlıyorsunuz. Üstelik iş sadece saygı boyutunda kalmıyor, tüm bunlardan ötürü söz konusu yönetmenin zekasına hayranlığınız artmaya devam ediyor ve onun marjinal sinemasını ne kadar sevdiğinizi bir kez daha fark ediyorsunuz.

Michelangelo’nun da bir örneğini verdiği isa’nın ölü bedenini kucaklayan Meryem figüründen ismini alan Pieta, inanç ve merhamet kavramlarını da sorgularken bu şekilde dinsel atıflarda da bulunuyor. Kurtarılmayı bekleyenlerin öyküsünü, kurtarılmaya bekleyenlere anlatıyor. Duygusal şiddete maruz kalamayanlar ise bu başarılı tasvirden ne yazık ki mahrum kalıyor.
--spoiler--

http://blog.radikal.com.t...diyor-pieta-2012-aci-2740
ortaokulda mı ne ablam sayesinde bi filmini izlemiştim de başrol film boyunca konuşmadı diye çıldırmıştım. konuşsun şu adam artık diye. hayranı olduğum yönetmen kendisi. filmleri gerçekten izlenmeye değer. oyuncu için konusu için değil yönetmeni için izlenen filmler yapmakta kendisi.
filmlerinin gösterimi yapılacak usta, mütevazı mı mütevazı yönetmendir.

http://www.msgsu.edu.tr/msu/ana_duyuru/konferans.pdf