bugün

Eskiden ingiliz gemicilerin, gemilerdeki fareleri yok etmek için uyguladıkları bir metot varmış.

Bir tane fareyi canlı olarak yakalayıp boş bir tenekeye koyarlarmış. Burada bırakılan fareye günlerce yiyecek verilmezmiş.

Aradan zaman geçtikten sonra yakaladıkları küçük bir fareyi, günlerce tenekede aç bıraktıkları farenin yanına atarlarmış.

Açlıktan gözü dönmüş halde tenekede hapsolan fare de hiç düşünmeden küçük fareyi yermiş.

Gemiciler, her gün küçük bir fareyi yiyecek olarak tenekedekine atma işlemini, onu 'yamyam fare' haline getirene kadar sürdürürmüş.

Bundan sonra sıra gelirmiş, kendi türünü yiyerek semiren ve güçlenen 'yamyam fare'yi gemiye salıvermeye!..

Artık o noktadan sonra gemicilerin payına, gemide serbest bıraktıkları 'yamyam fare'nin yaptığı katliamı izlemek düşermiş.

Diğer farelerin yanına rahatlıkla sokulan 'yamyam fare', düşman olarak algılanmadığı için zorluk çekmeden yakaladığı soydaşlarını afiyetle yermiş.

Böylece, ingiliz gemiciler az bir zahmetle tüm gemiyi farelerden temizlermiş.
Vaktiyle saf biri Hz. Hızır'ı görme derdine düşmüş.

Demişler ki, şu çölü aş, şu şehre ulaş; Hızır da oralardadır!

Bizimki çölü geçip bitkin halde şehrin pazar yerine varmış. Karşısına çıkan bir adam onun perişan haline bakıp

"Hayırdır" demiş, "nereden gelir, nereye gidersin?"

"Hızır'ı arıyorum" cevabını alınca da

"iyi de, görünce Hızır'ı tanıyabilecek misin?" diye sormuş.

Bizim saf "Vallahi o hiç aklıma gelmedi" demiş.

"Üzülme, ben sana tarif edeyim" demiş adam gülümseyerek; "Hızır benim gibi kara kuru bir ihtiyardır."

adam teşekkur etmiş ve Sonra birbirlerine aksi yönde yürüyüp gitmişler.

Bizimkinin aklı başına gelmiş, Hızır'la karşılaştığını anlamış...

Ama Çok geçmiş artık, çok!..
''Bir adam gördüm, bir kapının önünde oturmuş düşünüyordu.

Saçı sakalı birbirine karışmıştı.

Üstü başı perişandı.

Kafasını belli bir ritimle iki yana sallıyor, arada bir kimsenin anlamadığı bir şeyler mırıldanıyordu.

-Kim bu adam, diye sordum.

-O bir meczup, dediler ve anlattılar hikâyesini.

Şimdi önünde oturduğu o kapıyı çalmış günlerden bir gün.

içeriden bir ses 'Kim o ?' diye sormuş.

Ciddiye almış soruyu.

O günden beri cevabını düşünüyormuş.''
80'ine merdiven dayamış yaşlı anne ile onu ziyarete gelen (45 yaşında ve saygın bir işi olan) oğlu salonda oturuyorlardı.

Hal-hatırdan, çoluk-çocuktan, havadan-sudan sahbet ettikten sonra oğlu susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti.

O anda üzerinde oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir karga kondu.

Yaşlı anne kargaya gülümseyerek biraz baktıktan sonra oğluna sordu:

- Bu ne oğlum?

Oğlu şaşkın, cevapladı:

- O bir karga anne.

Anne kargaya biraz daha baktıktan sonra yine sordu:

- Bu ne oğlum?

Oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı:

- Anne, o bir karga

Karga hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor, başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara çeviriyordu.

Anne üçüncü defa sordu:

- Bu ne?

Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönmüştü:

- O bir karga annecim, üç oldu soruyorsun. Beni işitmiyor musun ?!

Anne dördüncü defa da sorunca oğlunun sabrı taştı ve sesini yükseltti:

-Anne bunu neden yapıyorsun?
Tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen hâlâ sormaya devam ediyorsun.
Sabrımı mı deniyorsun ?!

Anne -yüzünde hâlâ bir gülümseme- yerinden kalktı, içeri odaya gitti ve elinde bir defterle döndü.

Bu bir hâtıra defteriydi.

Oturdu, sayfalarını karıştırdı ve aradığını buldu.

Sevgiyle gülümseye devam ederek sayfası açık bir vaziyette defteri oğluna uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi:

''Bugün 3 yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanıbaşımızdaki pencerenin pervazına bir
karga kondu.
Oğlum tam 23 defa onun ne olduğunu sordu.
23 soruşunda da ona sevgiyle sarılarak, onun bir karga olduğunu söyledim.
Rahatsız olmak mı?
Hayır!
Onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle doldurdu''

* * * * *

''Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza iyi davranmanızı kesin olarak emretti.
Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara 'öf' bile
deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle.'' (isra, 23)

- - -

Tum anne olan uuserlerin Anneler gunu kutlu olsun *
erenlerden hakikat sırrına vakıf olan bir zat varmış... Bir de onun bildiklerine merak salmış bir genç.

Delikanlı hayli gelip gidip yaşlı adamın hizmetinde bulunurmuş...

Bir gün ihtiyar adama ısrarla sormuş:

— Hocam bana şu hakikat sırrını öğretseniz... Bunca yıldır yanınızdayım ama hâlâ öğrenemedim hakikati !.

Yaşlı adam kırmak istememiş delikanlıyı...

— Evlat bu iş sana hayli yorgunluğa patlar...

— Olsun Efendim... Ne gerekse yaparım!.

— Peki öyleyse yarın gel, sana bir emanet vereceğim... Onu Mısır'da Niyazî Efendiye götüreceksin...

O da sana bu sırrı verecek...

Kabul mü? Yapabilir misin?

— Elbette... Kesinlikle!.

Ertesi gün sabah namazından sonra damlamış delikanlı ihtiyarın yanına.

ihtiyar adam bir sahan uzatmış delikanlıya, kapağı kapalı.

— Bunu bir bohçaya sar ve kesinlikle kapağını açma!.

Götür Niyazi Efendiye ver!..

Ama bak uyarıyorum, sakın kapağını açıp emanete ihanet etme!..

— Söz, Efendim! Kesinlikle açmayacağım kapağını!..

Delikanlı almış kapalı sahanı, sarmış bir bohçaya, almış azığını düşmüş Mısır'ın yoluna!..

Bir-iki gün yol gittikten sonra kurt kemirmeye başlamış içini. Acaba sahanda ne var ki, ta Niyazî Mısrî'ye yollanıyor?

'' Hem..'' demiş, kendi kendine; ''açsam kapağı nerden haberi olacak ki... Ben gene açmamış gibi davranırım. Onlar da bilmez!''

Dayanamamış, açmış bohçayı, kaldırmış yavaşça kapağı ki...

Fırlamış bir fındık sıçanı sahanın içinden ve kaçıp gözden kaybolmuş!.

Önce şaşmış delikanlı... ''Bir fındık sıçanı için mi yolladı beni ta Mısır'a'' diye... Sonra, ''vardır bir hikmeti'', diye düşünmüş...

''Neyse, ben gene açmamış gibi kapağı kapatır, bohçaya sarar götürürüm sahanı!'' Demiş...

Öyle de yapmış!.

Niyazi Mısri'nin yanına gelip emaneti teslim ettiğinde kapağı kaldırmış Niyazî Mısrî, sahan boş!.

— Evlat, Efendin boş sahan yollamaz... Ne vardı bunda?

Delikanlı biraz kem kümden sonra dökülmüş:

— Efendim içindekini merak edip sahanın kapağını açtım yolda, bu sahanın sırrı ne ola ki, diye; içinden bir fındık sıçanı atlayıp kaçtı!.. O yüzden de sahanı boş getirmek zorunda kaldım!!!

Niyazi Mısrî gülmüş...

— Evlat senin Efendin sana ders vermek istemiş...

Bir sahanın fındık sıçanı sırrını saklayamayıp kaçıracak kabiliyette olan birine hakikat sırrı nasıl emanet edilir ki!..

Hadi sen gene dünyana dön de, boyundan büyük konulara girme!
KURABiYE HIRSIZI


Bir gece kadının biri bekliyordu havaalanında,
Daha epeyce zaman vardı, uçağın kalkmasına.
Havaalanındaki dükkandan bir kitap ve bir paket
kurabiye alıp, buldu kendisine oturacak bir yer.

Kendisini kitabına öyle kaptırmıştı ki, yine de
Yanında oturan adamın olabildiğince cüretkar bir şekilde
Aralarında duran paketten birer birer kurabiye
Aldığını gördü, ne kadar görmezden gelse de.

Bir taraftan kitabını okuyup, bir taraftan kurabiyesini yerken,
Gözü saatteydi, "kurabiye hırsızı" yavaş yavaş
Tüketirken kurabiyelerini.
Kulağı saatin tik tak larındaydı ama yine de
engelleyemiyordu tik tak lar sinirlenmesini.
Düşünüyordu kendi kendine, "Kibar bir insan olmasaydım,
Morartırdım şu adamın gözlerini!"

Her kurabiyeye uzandığında, adam da uzatıyordu elini.
Sonunda pakette tek bir kurabiye kalınca
"Bakalım şimdi ne yapacak?" dedi kendi kendine.
Adam, yüzünde asabi bir gülümsemeyle
Uzandı son kurabiyeye ve böldü kurabiyeyi ikiye.
Yarısını kurabiyenin atarken ağzına, verdi diğer yarıyı kadına.

Kadın kapar gibi aldı kurabiyeyi adamın elinden ve
"Aman Tanrım, ne cüretkar ve ne kaba bir adam,
Üstelik bir teşekkür bile etmiyor!"
Anımsamıyordu bu kadar sinirlendiğini hayatında,

Uçağının kalkacağı anons edilince bir iç çekti rahatlamayla.
Topladı eşyalarını ve yürüdü çıkış kapısına,
Dönüp bakmadı bile "kurabiye hırsızı" na.
Uçağa bindi ve oturdu rahat koltuğuna,
Sonra uzandı, bitmek üzere olan kitabına.

Çantasına elini uzatınca, gözleri açıldı şaşkınlıkla.
Duruyordu gözlerinin önünde bir paket kurabiye!
Çaresizlik içinde inledi, "Bunlar benim kurabiyelerimse eğer;
Ötekiler de onundu ve paylaştı benimle her bir kurabiyesini!"
Özür dilemek için çok geç kaldığını anladı üzüntüyle,
Kaba ve cüretkar olan, "kurabiye hırsızı" kendisiydi işte.
Bir gün bir derviş, bir kucak dolusu elma ile bayırlar aşan bir genç kıza rastlamış...

Bozkırın sıcağında yorgunluktan al almış kızın yanakları...

'Nereye gidersin? Ne doldurdun kucağına?' diye sormuş derviş.

uzak bir tarlayı işaret etmiş kız : 'Sevdiğim çalışıyor orada... Ona elma götürüyorum.'

'Ne kadar cok ? Kaç tane goturuyorsun ? ' diye soruvermiş derviş.

Kız şaşkın : 'insan sevdiğine götürdüğü şeyi sayar mı hiç?' demiş...

Usulca koparmış elindeki ''TESBiHi'' derviş...
bir gün birisi...*
Platon'dan...

- - -

Yer altındaki bir mağarada yaşayan bir takım insanlar olduğunu düşün.

Bu insanlar sırtları mağaranın girişine dönük oturmaktadırlar.

Elleri ve ayakları bağlıdır ve yalnızca mağaranın duvarını görebilmektedirler.

Arkalarında yüksek bir duvar vardır.

Yine bu duvarın arkasında insana benzer bir takım görüntüler, duvarın üzerinde bir takım değişik cisimler tutmaktadırlar.

Bu cisimlerin arkasında bir ateş yandığı için cisimlerin gölgesi mağaranın duvarlarına yansır.

Mağarada yaşayanların gördüğü tek şey de bu "gölge tiyatrocudur".

Doğduklarından beri bu şekilde oturdukları için, var olan tek şeyin gölgeler olduğunu sanırlar.

Şimdi mağaradakilerden bir tanesinin bu esaretten kurtulduğunu varsayalım.

Bunu öncelikle duvardaki gölgelerin nereden geldiğini kendi kendine sormaya başlayarak, sonunda da zincirlerini kopararak başarır.

Arkasını dönüp duvarın üzerinde tutulan cisimleri görünce ne düşünür sence?

ilkin, bu çok güçlü ışıktan gözleri kamaşır.

Gördüğü keskin hatlı cisimlerden de gözleri kamaşır, çünkü o ana dek yalnızca cisimlerin gölgelerini görmüştür.

Duvarın üstünden atlayıp ateşin yanından tırmanmaya başlar ve mağaranın dışındaki doğaya çıkınca gözleri daha da kamaşır.

Ancak gözlerini biraz ovuşturduktan sonra her şeyin ne kadar güzel olduğunu görüp şaşkınlığa uğrar.

Hayatında ilk kez renkleri ve keskin hatları görmektedir.

Gerçek hayvanları ve çiçekleri de görür.

Mağaradaki cisimlerin bunların kötü birer kopyasından başka bir şey olmadığını anlar.

Ancak şimdi kendisine tüm bu hayvanların ve çiçeklerin nereden geldiğini soracaktır.

O zaman gökyüzündeki Güneş'e bakıp, mağarada gölgeleri görmesini sağlayan şeyin yanan ateş olması gibi, doğadaki tüm çiçeklere, hayvanlara hayat veren şeyin de Güneş olduğunu anlayacaktır.

Şimdi, halinden son derece memnun olan mağara adamı doğaya koşup yeni kazandığı özgürlüğünün tadını çıkarabilir.

Ancak o, hâlâ mağarada olanları düşünüp geriye döner.

Döner dönmez diğer mağara adamlarını, duvarlarda gördükleri gölgelerin gerçek şeylerin yalnızca birer benzetmesi olduğuna ikna etmeye çalışır.

Ama ona kimse inanmaz.

Duvarı gösterip, gördükleri şeylerin var olan şeyler olduğunu söylerler.

Sonunda onu bir güzel döverler...
kuşçu dan...

adamın biri durup duruken kör olmuş

doktor doktor dolaşmış ama çare bulamamış

doktorlar ''biz bu işi anlamadık'' demişler. ''gözlerinde bir sorun yok ama göremiyorsun.''

adamcağız kalkmış dünyayı dolaşmış derdine derman aramış.

bi yerde ona demişler ki ;

''bak efendi, sen bu derdinden kurtulmak istiyorsan ; hayatta hiç bir derdi olmayan birini bulacaksın, onun gömleğini gözlerine süreceksin ve gözlerin açılacak.''

adam yollara düşmüş yine

dertsiz birini aramış durmuş

sonra demişler ki ;

''falanca dağda bir çoban vardır, dünyada hiçbir derdi de yoktur''

adam düşmüş çobanın yoluna

bulmuş çobanı demiş ''senin hiçbir derdin yoktur doğrumu ?''

''doğrudur'' demiş çoban ''çok şükür yoktur hiçbir derdim''

adam sevinmiş içi içine sığmaz olmuş

''ağam'' demiş ''çıkar gömleğini gözlerime süreyim gözlerim açılsın''

çoban ne dese beğenirsin, ''iyi ama beyim, benim gömleğim yok ki!''

çoban dertsiz olmasına dertsizmiş ama gömleğide yokmuş...
Meczubun biri camiye girer, belli ki namaz kılacak.

Ama oturmaz, meraklı ve şaşkın gözlerle etrafı süzer-dolanır..

Bir oraya, bir buraya her köşeye dikkatlice bakar ve hızla çıkar gider..

Az sonra sırtında bağlanmış odunlarla tekrar gelir camiye ve tam namaza başlamak üzere olan cemaatle birlikte saf tutar..

Ama sırtındaki odunlarla güç bela bitirir namazını. Eğilip kalktıkça yere düşen odunlar, çıkardığı ses vs. derken, tabii cemaat de rahatsız olmuştur bu durumdan..

Nihayet biter namaz, bitmesine ama her kafadan bir ses çıkar..

Herkes kıpırdanmaya, adama söylenmeye başlamıştır bile.. imama kadar ulaşır sesler, hafiften tartışmalar..

imam aynı mahalleden, bilir az çok garibin halini, şefkatle yaklaşır meczubun yanına ve der ki:

''Oğlum böyle namaz mı olur, sırtında odunlarla, sen ne yaptın? Hem kendini hem de çevreni rahatsız ettin bak, bir daha namaz kılmaya yüksüz gel olur mu?''

Bunu duyan meczub melül-mahzun, ama manalı bir bakışla sorar ''Âdetiniz böyle değil mi?''

''Ne âdeti?!'' der Hoca..

Cemaat da toplanmış, merak ve şaşkınlıkla olayı izlemektedir o sıra..

Der ki meczub bu kez:

''Hocam ben namaz kılmak için girdim camiye, şöyle kendime uygun bir yer ararken içeridekilere baktım, gördüm ki herkesin sırtında bir şeyler var. Zannettim ki adet böyledir, ben de şu odunları yüklendim geldim işte, neden kızıyorsun? Kızacaksan herkese kız, tek bana değil!''

Hoca şaşırır:

''Benim sırtımda da mı var?'' der..

''Evet'' der meczub, ''Hepinizin sırtı yüklü!''..

Cemaatte ise hafiften ''deli işte!'' manasına,bıyık altından gülüşmeler başlamıştır..

Meczub bu kez öne atılır ve tek tek cemaati işaret ederek, saf bir çocukça, heyecanla bağırır:

''Bak bunun sırtında mavi gözlü bir çocuk, bunda kocaman bir elma ağacı vardı..

Bunda kırık bir kapı, bunda bir tencere yemek, bunda kızarmış tavuk, şunun sırtında yeşil gözlü esmer bir hatun, bununkinde de

yaşlı annesi vardı!..''

Sonra iki elini yanlarına salar başını sallar ve umutsuzca;

''Boş yok, boş yok hiç!..'' diye tekrarlar.

O böyle söyleyince, herkes dehşet içinde şaşkınlıkla birbirinin yüzüne bakar!

Aynen doğrudur dedikleri çünkü;

Kimi doğacak çocuğunu düşünüyordur namazda, kimi bahçesindeki meyve ağaçlarını, biri onaracağı kapıyı, diğeri lokantasında pişireceği yemeği..

Biri açtır aklında yiyeceği tavuk, birinin sırtında sevdiği kadın, diğerinde de bakıma muhtaç annesi vardır.

''Peki söyle bakalım bende ne vardı?'' der, bu kez endişeyle Hoca..

O da der ki:

''Zaten en çok da sana şaştım hoca! Sırtında kocaman bir inek vardı!''

Meğerse hocanın ineği hastaymış,'öldü mü ölecek mi?' diye düşünürmüş namazda..

- - -

''Harâbât ehlini hor görme sakın, defineye mâlik viraneler var.''
Mesnevi'den...

Bir gün, bir bilge, kendi türleriyle uçmayı reddeden iki ayrı cins kuşa rastlar yol kenarında.

Hayli merak eder bu iki farklı yaratığın nasıl olup da kendi aileleriyle, ait oldukları yerlerde yaşamak istemediklerini, nasıl olup da bir 'yabancı'yı kendi kardeşlerine yeğlediklerini. Biri karga, biri leylek...

O kadar farklıdır ki kuşlar ihtimal veremez birbirlerini sevdiklerine, türdeşleriyle değil de birbirleriyle uçmayı yeğlediklerine.

Öyle ya, karga dediğin kargalarla uçmalıdır, leylek dediğinse leyleklerle.

Yaklaşır ve merakla inceler kuşları. Ta ki her ikisinin de topal olduğunu keşfedinceye kadar.

O zaman anlar ki, birlikte kaçar, birlikte uçar, birlikte yaşarlar beklenenlerin yanında tutunamayanlar...

O zaman anlar ki, sahip oldukları değil, sahip olmadıklarıdır kimilerini birbirlerine yakın kılan...

Topal kuşlar birbirlerinin 'arıza'larını bilir ve sömürmek ya da örtmek yerine kabullenirler öylesine.

En sahici dostluklar ortak varlıklar üzerine değil, ortak yoksunluklar üzerine kurulanlardır.

Aynı şekilde zengin , aynı şekilde mesut olanların ortak paydaları sabun köpüğü gibidir uçar, söner.

Ortak acı, ortak hüzün, ortak pürüzdür esas yakınlaştıran, yaklaştıran...
"şimdi onlar düşünsün!" dedirten öykülerdir.
Yeni evli bir çift balayına çıkmışlar. Bir gece sahilde yürümeye başlamışlar, ellerine taş alıp denize atıyorlarmış. Kadın denize atıyorum diye yanlışlıkla çalılara doğru atmış ve bir şişenin kırıldığını ve bir sesin geldiğini duymuşlar. Hemen oraya gitmişler ve kadın oradaki şarapçıdan özür dilemeye başlamış. Şarapçı adam ise:
- Özüre gerek yok. Ben bir cinim. Bu şişenin içinde yıllardır hapistim. Beni kurtardınız, benden üç dilekte bulunabilirsiniz! demiş.
Adam:
- Çok paramın olmasını istiyorum! demiş.
Şarapçı uzunca bir süre konsantre olmuş ve şöyle demiş:
- isviçrenin şu bankasında, sizin adınıza şu numaralı bir hesap açıldı ve hesaba; 1 milyar dolar yatırıldı! demiş.
Kadın, bir yat istemiş, cin yine konsantre olmuş ve:
- Bodrumun şu koyunda, şu adlı, şu boyda, şu özellikli yat, sizi bekliyor! demiş.
Adam, kocaman bir ev istemiş. Cin yine konsantre olup:
- Miami'de bir villa sizi bekliyor! demiş.
Karı, koca teşekkür etmiş. Tam ayrılacaklarken cin:
- Benim de sizden bir isteğim var! demiş.
Karı, koca kabul etmiş. Cin:
- Uzun süre kadınsız kaldım. Karınızla yatmak istiyorum! demiş.
Karı, koca düşünmüşler: "Ulan bunun kadar paramız, malımız oldu. Kabul etmezsek bunları kaybedebiliriz!" demişler ve kabul etmişler. Cin bir otel odasında işini bitirmiş ve balkonda sigarasını tüttürüyorken kadına sormuş:
- Kocam kaç yaşında demiştin?
Kadın:
- 37.
Cin sonra kadına dönmüş:
- Demek kocan 37 yaşında ve hala cin hikayelerine inanıyor!...
Hintli bir ermiş öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş.

Öğrencilerine dönüp

'insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?' diye sormuş.

Öğrencilerden biri 'çünkü sükûnetimizi kaybederiz' deyince ermiş 'ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız?' diye tekrar sormuş.

Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış:

'iki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.'

'Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır.

Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur?

Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur.

işte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.'

Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş:

'Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz'
zamanın birinde bir derviş varmış.

dervis her yaz seyahate çıkarmış.

çıkmadan evvel de berbere gider, tutup kafasını bir güzel usturaya vurdururmuş.

yine vakit gelmiş, gitmiş berbere, kafayı bir güzel kazıttırmış.

o sırada dükkana komşu esnafın çırağı olan densiz bir delikanlı girmiş.

baba ereni tanımıyor tabi.

kafayı da cascavlak görünce kendisini tutamamış. şöyle şak şak iki şaplak vururken hem de ''kabağa bak kabağa'' deyip, narasını atmış, hiç durmadan fırlamış gitmiş.

berber mahcup tabi.

koltukta oturan baba ereni tanıyor, biliyor.

özür falan dileyip ''kusuruna bakma'' diyor.

lakin baba eren bu durumu önemsemiyor, aldırmıyor bile.

neyse, biraz sonra yokuşun dibinden bir feryat kopmuş.

meğer bir at arabası nasıl olmuşsa gelmiş, o densiz delikanlıyı yere yığmış.

herkes gibi berber de oraya koşmuş, delikanlı artık yaralı mı ölü mü belli değil.

dönmüş baba erenin yanına;

''efendim'' demiş, ''ne oldu yani, toy bi delikanlı kabağa bak kabağa deyip iki fiske vurdu diye o'na beddua mı ettin?''

baba eren de demiş ki,

''berber efendi, kabağın bu işe dediği bir şey yok, ama, iş bostancıya dokunmuş bostancıya...''
Otlakların birinde bir öküz sürüsü yaşarmış.

Çevredeki aslan sürüsünün de gözü öküzlerdeymiş.

Ancak, öküzler saldırı anında bir araya geldiği zaman, aslanların yapacak bir şeyi kalmazmış.

Bu yüzden küçük hayvanlarla beslenmek zorunda kalan aslanlar, iyi beslenememeye başlayınca bir çare düşünmüşler.

Topal aslan yanına bir iki aslanı da alarak, beyaz bayrak çekmiş ve öküz sürüsüne yanaşmış.

Öküzlerin lideri Boz Öküz ve yanındakilere tatlı dille konuşmaya başlamış:

"Saygıdeğer öküz efendiler. Bugün buraya sizden özür dilemeye geldik. Biliyorum bugüne kadar sizlere zarar verdik. Ama inanın ki, bunların hiçbirini isteyerek yapmadık. Bütün suç hep o Sarı Öküz'de. Onun rengi sizinkilerden farklı ve bizim de gözümüzü kamaştırıyor, aklımızı başımızdan alıyor. Biz de barışseverliğimizi unutuyor ve saldırganlaşıyoruz. Sizle bir sorunumuz yok. Verin onu bize, siz kurtulun, yine barış içinde yaşayalım."

Boz Öküz ve heyeti bu sözler üzerine aralarında tartışmış ve teklifi haklı bularak, Sarı Öküz'ü vermişler aslanlara.

Bir tek yaşlı Öküz karşı çıkmış ''Vermeyin sarı öküzü, yoksa bu işin son gelmez'' demis ama kimseye derdini anlatamamış.

Bir süre sonra aslanlar yine aynı yöntemle gelip, bu kez Uzun Kuyruk'u istemişler:

"Gördünüz mü ne kadar barış severiz. Sizi de kararınızdan dolayı kutlarız. Ancak, şu sizin Uzun Kuyruk var ya, kuyruğunu salladıkça nereden baksak görünüyor ve aklımızı başımızdan alıyor. Size saldırmamak için kendimizi zor tutuyoruz. Oysa sizler normal kuyruklusunuz. Verin onu bize, bu konuyu kapatıp, barış içinde yaşamaya devam edelim."

Boz Öküz ve heyeti, Uzun Kuyruk'u teslim etmiş, yine yaşlı Öküz karşı çıkmış ama dinleyen olmamis.

Uzun Kuyruk, aslanların pençesi altında can vermiş.

Bu olay sürekli tekrarlanmış, her seferinde farklı bahanelerle.

Sonunda öküzler zayıflamış, aslanlar küstahlaşmış.

Artık, hiçbir bahane ileri sürmeden, doğrudan müdahaleye ederek,

"Verin bize şunu, yoksa karışmayız" demeye başlamışlar.

Birer birer aslanların pençesinde can verirken, Boz Öküz ve birkaç öküz kalmış geride.

içlerinden biri liderlerine, "Ne oldu bize, nerede kaybettik biz bu savaşı? Oysa, vaktiyle ne kadar güçlüydük" diye sormuş.

Boz Öküz, yaşlı Öküz'ün sözlerini hatırlayarak, "Biz" demiş, "Sarı Öküz'ü verdiğimiz gün kaybettik bu savaşı.."
Bir gün adamın biri, ismini cok duydugu bir sufiyi ziyarete gelmiş ve ona şu soruyu sormuş:

''Önyargılarımdan ve bağımlılıklarımdan nasıl kurtulabilirim?''

Üstad ona cevap vermek yerine ayağa kalkmış ve yakında bulunan bir sütuna kollarını dolayarak bağırmaya başlamış

''Beni bu sütundan kurtarın!!!''

Adam şaşkınlıkla bakarak şöyle demiş:

''Neden böyle yapıyorsunuz?

Ben sizin akıllı birisi olduğunuzu düşünerek ruhsal bir soru sormaya geldim.

Ama görüyorum ki yanılmısım,

sütunu siz tutuyorsunuz, sütun sizi degil! Bırakın gitsin!''

Üstad sütunu bırakmış ve dingin bir ses tonuyla şöyle demiş:

''Bu söylediğini gerçekten derinlemesine anlayabilirsen, aradıgın cevabı bulmus olursun.

Bağımlılıkların seni tutmuyor, sen onları tutuyorsun!

Bırak gitsin!''

- - - - - -

Kendini değiştirmeli insan...

Yaşananlara bakış açısını değiştirmeli...

Özeleştiri yapabilmeli kendine...

Önce kendini yargılayabilmeli...

Sonrasını BIRAK GiTSiN…
Bir Kızılderili hikayesi...

Yaratıcı bütün hayvanları toplayıp,

''Kendi gerçeklerini kendilerinin yarattığını farkedinceye kadar insanlardan bunu saklamak istiyorum, nereye saklayayım ?'' diye sormuş.

Kartal, ''Bana ver, Ay'a uçurayım''.

Yaratıcı, ''Hayır, birgün oraya gider bulurlar.''

Balık, ''Okyanusun dibine ne dersin ?''

''Olmaz, orada da bulurlar.''

Buffalo, ''Bana ver, büyük ovalara gömeyim.''

''Oraları da kazıp bulurlar.''

''O halde içlerine koy!'' demiş yaşlı köstebek.

''Tamam'', demiş Yaratıcı, ''En son bakacakları yer orasıdır!''
Bilge kişi, çölde öğrencileriyle otururken ''Gece ile gündüzü nasıl ayırt edersiniz?..'' diye sormuş...

- ''Tam olarak ne zaman karanlık başlar, ne zaman ortalık aydınlanır?..''

Öğrencilerden biri ''Uzaktaki sürüye bakarım...'' demiş,

''koyunu keçiden ayıramadığım zaman akşam olmuş demektir...''

Başka bir öğrenci söz almış; ''Ben...'' demiş;

- ''incir ağacını zeytin ağacından ayırabildiğimde anlarım ki sabah başlamıştır...''

***

Bilge kişi susup öğrencileri dinliyormuş...

Meraklanan öğrenciler;

''Peki siz ne düşünüyorsunuz Hocam?..'' diye sormuşlar...

Bilge kişi şöyle cevap vermiş:

- ''Yürürken karşıma bir kadın çıktığında güzel mi çirkin mi, siyah mı beyaz mı ayırmadan ona 'kardeşim' dediğimde,

yürürken karşıma çıkan erkeği zengin mi yoksul mu bakmadan milletine, ırkına, dinine aldırmadan dostum ve kardeşim saydığımda

anlarım ki sabah olmuştur, AYDıNLıK başlamıştır...''
http://www.afilifilintala...ar-madde-86-iyilesen-adam (bkz: emrah serbes)
Günlerden bir gün 'Bilge kral', huzuru en iyi şekilde resmedecek sanatçıya büyük bir ödül vereceğini ilan etti...

Yarışmaya çok sanatçı katıldı...

Günlerce çalıştılar, birbirlerinden güzel resimler yapmak için uğraştılar...

Sonunda eserlerini saraya teslim ettiler...

Tablolara bakan kral, iki tabloyu diğerlerinden ayırdı ve üzerlerinde düşünmeye başladı...

Aralarından sadece birini seçecekti... Karar vermesi gerekiyordu...

***

Resimlerden birinde, ''huzur ve sukunet saçan bir göl'' vardı...

Göl bir ayna gibi etrafında yükselen dağların huzurlu görüntüsünü yansıtmaktaydı...

Üs tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süslüyordu...

Resme kim baktıysa, ressam ''huzuru muhteşem resmetmiş...'' diyordu...

Diğer resimde ise dağlar vardı... Engebeli ve çıplak dağlar...

Üst tarafta öfkeli gökyüzünden şimşek çakıyor, yağmur boşalıyordu...

Dağın eteklerinde köpüklü bir şelale çağıldıyordu...

Kısacası resim hiç de huzur verici bir manzara çizmiyordu...

***

Fakat kral resme baktığında, şelalenin ardındaki kayalıklarda bir çatlak gördü...

Çatlaktan çıkan minnacık bir çalılık vardı...

Çalılığın üzerinde anne kuşun ördüğü kuş yuvası görünmekteydi...

Sertçe akan suyun orta yerinde anne kuş minnacık bir çalılığın arkasında yuvasını koruyordu...

Resmi gören kral, bu resmi yarışmanın birincisi ilan etmeye karar verdi...

Ödülü ona verecekti...

Yakınındakiler bilge krala sordular:

- ''Neden bu resmi seçtiniz kralım ?..

Huzuru esas öteki resim temsil etmiyor mu?..

Bu resimde şimşekler çakıyor, yağmur yağıyor, köpük köpük şelale akıyor...''

- ''Hayır...'' dedi Bilge Kral...

- ''Huzur; hiçbir gürültünün çıkmadığı, sıkıntı ya da zorluğun olmadığı bir yer demek değildir ki...

Tam tersine bütün bunların içinde, yüreğinizin sükun bulabilmesi sanatıdır...

Doğanın bu şiddetli koşullarında bile, gürül gürül akan şelalenin üzerinde kayalıklarda bir minnacık çalılığın arkasına yuvasını yapan anne kuş, yuvasını ve yavrusunu sukunetle koruyor...

O yuvada emek harcanarak sağlanan huzur, durağan sukunetinin sağladığı huzurdan çok daha kıymetli...''

(Yaşar Ateşoğlu'nun Bilgelik Öyküleri kitabından)
Bir gün okyanusta yol alan bir gemi battı. Gemiden tek bir kişi kurtuldu. Dalgalar bu adamı küçük ıssız bir adaya kadar sürükledi. Adam ilk günler kendisini kurtarması için Allah'a yakardı ve yardım bulurum umuduyla ufka baktı. Ama ne gelen oldu, ne giden...

Daha sonra rüzgardan, yağmurdan ve zararlı hayvanlardan korunmak için ağaç dallarından ve yapraklarından bir kulübe yaptı. Sahilde bulduğu, gemiden artakalan konserve, pusula vs. gibi eşyaları bu kulübeye koydu. Günler hep aynı geçiyordu. Balık avlıyor, pişirip yiyor ve ufku gözlüyor, kendisini kurtarması için Allah'a dua ediyordu.

Bir gün tatlı su getirmek için yürüyüşe çıkmıştı, geri döndüğünde kulübesinin alevler içinde yandığını gördü. Duman dans ede ede göğe yükseliyordu. Başına gelebilecek en kötü şeydi bu. Keder ve öfke içinde donakaldı. "Allahım, bunu bana nasıl yapabildin?" diye feryat etti. O geceyi üzüntü ve keder içinde geçirdi. O kadar dua ettiği halde Allah'ın bu olayı başına getirmesinden dolayı sitemler etti.

Ertesi sabah erken saatlerde, adaya yaklaşmakta olan bir geminin düdük sesiyle uyandı. Onu kurtarmaya geliyorlardı!
"Benim burada olduğumu nasıl anladınız?" diye sordu bitkin adam, kendisini kurtaranlara.
Cevap onu hem şaşırttı, hem de utandırdı:

"Dumanla verdiğin işareti gördük!"
Kelebeleğin saatler boyu kozasında bir delik açarak, bedenini bu delikten çıkarmak için harcadığı çabayı izliyordu adam...

Bir süre sonra kelebek sanki ilerlemek ve çaba harcamaktan vaz geçiyormuş gibi geldi ona...

Sanki elinden gelen her şeyi yaptığını düşünüyor ve daha fazla yapabileceği bir şey kalmamış gibi davranıyordu...

***

Bunu gören adam kozasından çıkabilmesi için kelebeğe yardım etmeye karar verdi...

Eline küçük bir makas alıp, kozadaki deliği büyütmeye başladı...

Makas kozayı açınca, kelebek kolayca dışarı çıktı...

Fakat bir sorun vardı...

Kozasından erken çıkan kelebeğin bedeni kuru ve küçüktü...

Kanatları ise buruş buruştu...

***

Adam moralini bozmadı...

Bir süre daha izlemeye devam etti kelebeği...

Kanatlarının bir anda açılıp genişleyeceğini ve vücudunu taşımaya başlayacağını umuyordu...

Ne var ki bunların hiçbiri olmadı...

Kanatlar istendiği gibi açılmadı, buruşuk kaldı...

Vücudu hala kuruydu kelebeğin...

Bundan sonraki hayatını kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarla yerde sürünerek geçireceği belliydi...

Uçamayacaktı artık!..

***

Adamın iyi niyetiyle anlayamadığı şey şuydu:

"Kozanın kısıtlayıcılığını aşmak isteyen kelebek daracık bir delikten çıkmak için gösterdiği çabayla, bedenindeki sıvıyı kanatlarına gönderiyordu...

Kelebek bu sayede, bir taraftan kozayı açarken, diğer taraftan da bu kozayı açarken kanatlarına gelen sıvıyla uçabilecek noktaya geliyordu...

Kozayı açarken harcadığı çaba, aynı zamanda uçmasını da sağlayacaktı..."

iyiliksever adamın makasla kozadaki deliği büyütüp, kelebeği zamanından önce kozadan çıkartınca, kelebeği uçuracak doğal süreç kesintiye uğratmıştı...

Kozadan erken çıkmış, vücudu sıvı salgılayıp, kanatlarına gönderemişti...

Bu müdahaleden dolayı kelebek artık uçamayacaktı...

***

Evrenin kendi koyduğu kuralları ve bir işleyiş düzeni vardır...

Evrenin kurallarına ve işleyişine müdahale ederseniz, bu müdahaleniz sizin ve yakınınızdakilerin zararıyla sonuçlanır...

Evreni siz yönetemezsiniz...

Tersine evrenin aklı sizi yönetir...

Bir bebeğin, anne rahmine düştüğü andan, dünyaya geldiği ana kadar geçen bir süre vardır...

Bu süre geçerken, bebek de annenin karnında şekillenir ve dünyaya uyum sağlayacak hale gelir...

Üç aylıkken doğurmaya kalkarsanız bebeği öldürürsünüz...

Dışardan müdahaleyle kelebeği, kozasından çıkartmaya çalışırsanız, kelebeği sakat bırakırsınız...
adamın arabasının tekeri akıl hastanesinin yanında patlamıştı...

tekeri değiştirirken, talihsiz bir olay oldu ve bijonlar, yerdeki mazgaldan aşağı düştüler...

bijonlar gitmişti, onları düştükleri yerden alması imkansızdı...

çaresiz ne yapacağını düşünürken, duvarın üstünden onu izlemekte olan bir deli ona seslendi:

- ''ne düşünüyorsun kara kara?.. her tekerden birer tane bijon sök ve söktüğün bijonlarla o tekeri yerine tak... en azından bir lastikçiye kadar böyle gidersin...''

***

deli'nin söylediği doğruydu...

adam denileni yaptı ve diğer tekerlerden söktüğü bijonlarla tekeri taktı...

duvarın üstüne dönüp teşekkür etti deliye...

teşekkür ederken bir iltifat etmekten de geri kalmadı...

- ''ben de burada deliler kalıyor zannetmiştim...'' dedi...

deli cevap verdi:

- ''doğru düşündün... deliler kalıyor, aptallar değil!..''