bugün

çocukluğumuzda izlediğimiz meksika yapımı çocuk dizisi. trt de yayınlanırdı süper bi diziydi.
sercan badur ve nergis öztürk yeter de artar kadroya. 18 martta sinemalarda görebileceğimiz filmdir. dört gözle bekliyorum açıkçası.

--spoiler--
erdem, sevil ve çocukları edip ve sevgi’nin küçük bir kasabada süren yaşamları, sevil’in annesinin felç geçirmesi sonucu istanbul’a taşınmalarıyla değişmeye başlar.
aradan geçen on yıl içinde edip yatılı okula gitmiş ve evden uzaklaşmış, erdem ise hala her zaman ulaşmak istediği iyi bir yazar olma hayalinin peşindedir.
sevgi’nin ani bir şekilde değişen tavırlarını, içine kapanmasını ve mutsuzluğunu fark eden sevil evde yaşanan bazı olayları sorgular ve kapalı kapılar ardındaki karanlık sırrı keşfeder.
söylenemeyenler, çocuklukta açılan yaralar, suskunluklar bir gün çatlaktan sızmaya başlayınca oluşturduğu girdap da bütün aileyi paramparça eder.
erdem’in beklenmedik ölümü bu cehennemden kurtulmaları için yeterli olacak mıdır? yoksa ailenin her üyesi hayatları boyunca tek başlarına taşımak zorunda kalacakları gerçeklerle baş başa mı kalacaklardır?
--spoiler--
altın portakala film festivalin de en iyi senaryo ödülü almış film, türkiye de çekirdek aileler de yaşanan ensest ilişkileri anlatıyor..

(bkz: izlenmesi en zor film)

not : türkiyede ki ensest ilişkilerin yarısından fazlası çekirdek aile de öz babalar tarafından uygulanıyor ve her sosyo-kültüler ortam da yaşanıyor.
istanbul film festivalinin ulusal yarışma bölümünde yer alan filmdir. ensest ilişkileri konu alması bakımından zor gözüken bir filmdir. gidilmesi icab edilir.
bütün gün arkadaşınızla/sevgilinizle/eşinizle/akrabanızla gülüp eğleniyor, kâh hayatın mezbeleliğinden gem vuruyor, kâh işyerinden/okuldan memnuniyetsizliğinizi dile getiriyor, kâh birini çekiştirip dedikodu yapıyor, kâh bir kafede bir şeyler içip saçma sapan esprilere gülüyorsunuz.

sonra bir karanlığın içine giriyorsunuz. orada size bugün yaptıklarınızın ne kadar anlamsız olduğu yüzünüze tokat gibi vuruluyor. her şey bitip aydınlığa çıktığınızda, omuzlarınızda büyük bir ağırlık, yüreğinizde kocaman bir yumru, dilinizde ağız dolusu küfür ve gözlerinizde biriken yaşlar kalıyor. sadece Sevgi ve edip gibi binlercesinin haykırışları var kulaklarınızda. havanın soğukluğu işlemiyor bedeninize ve yanınızdaki her kimse bir yabancı gibi oluveriyorsunuz. bu kadar bilinmezken ya da göz ardı ediliyorken bu yediğiniz tokat çok acı geliyor. tekrar konuşmaya başlamak, gülüp eğlenmek ne zor. hep susmak ve eve gidip yorgana sarılıp ağlamak... bütün istediğiniz bu.

işte atlıkarınca böyle bir etki yapıyor insan bünyesinde.

mutlaka ve mutlaka izlenmesi gereken bir film. binlerce ailenin, binlerce çocuğun yaşadığı gerçekliği sizde yüreğinizde yaşayacaksınız.
ayrıca filmin resmi sitesi için;

http://atlikarincafilmi.com/

--spoiler--
"insanlar yaptıklarınızı unutur, hissettirdiklerinizi asla..."
--spoiler--
başrol oyuncusu nergis öztürk'ün ekşi sinema'ya verdiği röportaj için:

http://eksisinema.com/201...3/roportaj-nergis-ozturk/
yönetmeni ilksen başarır'ın ekşi sinema'ya verdi röportaj için:

http://eksisinema.com/201.../roportaj-ilksen-basarir/
Başka dilde aşk'tan mütevellit beğeneceğimize kesin gözüyle baktığımız film.
mutlaka yüzleşmemiz gereken bir sırrımızı anlatıyor. hepimizin en gizli sırrını.

ama seyretmek cesaret istiyor, biraz hazırlanmak gerek.
insanlar yaptıklarınızı unutur, hissettirdiklerinizi asla.

altın portakal film festivalinde en iyi senaryo ödülü sahibidir. daha cesurlarının çekilebilmesi için izlenmesi, desteklenmesi gerekir. teyzem veya berdelle kıyaslamak pek doğru olmasa da onlardan aldığı bayrağı biraz daha ileri taşımıştır.
filmde anlatılan hikayenin dışarılarda bir yerlerde yaşanıyor olduğunu bilmek bile yeterince rahatsız edici.
(bkz: atlı karınca)
açılmış bir daha kapanmamış kapı aralığıyla, akıldan geçenlerin anlık uygulanmayışıyla, ensest olgusuna olması gerektiği gibi kültür/ entelektüel tavırdan bağımsız yaklaşımıyla ve kişiselliği su götürmez monolog ifade şekliyle akıla buram buram zeki demirkubuz 'u getiren ilksen başarır 'ın 2. filmi.

film kieslowski'ye selam çakan bir köpek sahnesi ve birkaç tane daha zorlama sahne içerse de genel olarak sınıfı geçiyor. fakat şunu da betimlemeli ki, yönetmenin ilk filmine göre artılarından çok eksikleri mevcut!

filmdeki ego patlamasını yansıtan özgün tavır kişilik analizlerinin tam olarak yansıtılamaması ve dinsel bazı takıntılar dışında net bir argüman olmaması ister istemez tanımda yazdığım olguları filmin iskeleti yapıveriyor. bu tarz bir anlayışta film içi boşluklar doğuruyor.

başka dilde aşk 'la rüştünü ispat eden yönetmen için eli ayağı düzgün fakat akılda kalıcılığı zayıf cesurluğuyla izlenmesi gereken bir film atlıkarınca. ama yeni türk sineması için çok büyük bir kazanç değil kesinlikle.

zeki demirkubuz ve sinema anlayışını yetenekli yönetmen de rahatlıkla gözlemlemek hoş dursa da aslı varken fotokopisi ilgi çekmez misali bir anlatıştan 3. filminde kaçınması gerekliliğini düşünmekteyim.

yoksa demirkubuz ve onunla sinemamıza renk katan monolog tarzına lafım olmaz.filmin bazı karelerinde fazlaca eksik ve bağlantısız bir demirkubuz filmi izliyorum havası aldım ki sonunda beğenmekle beğenmemek arasında ciddi bir kararsızlık yaşadım. sırıtan finalinde olumsuz eleştirileriminde etkisinin olduğunu es geçmeyeyim.

10 üzerinden 7! 7.5 demek isterdi gönül. ama demesi zor!
bir turgut uyar şiiri:

Tel cambazı istiyordu ki dünya istediği gibi olsun. Bile bile aldanmaya vardırıyordu işi. Ama olmuyordu kendisi vardı.

önceleri terliydi avuçlarımdan kayıyordu
sonra sonra hem alıştım hem sevdim
dedim ki ne iyi bu kadındır gecenin yarısında
etleri var beyaz, gergin sıcaklığı var öp öp ısın
karanlık sokakları kötü lokantaları ısınmış rakıları
düşündüm göğsümden iki düğme çözdüm

gittim bir ormanı dört ucundan tutuşturdum geldim
burada bana göre bir şeyler vardı
oturdum

bu ellerimi nereye koysam yakışmıyor
dedim ki en iyisi kucağında dursun
şu kravatımı çiviye as gel
sigaramı yak birlikte at arabalarını düşünelim
sarı pirinçten pırıltılı koşumlarını düşünelim
bir zamanlar bilerek unuttugum 'küçük deniz sokağı'nı
denizi odun depolarını demli çayları
ben iyiyim bunlar da iyi şeyler sen nasılsın
kolların çıplak değildi ama hiç de zararı yoktu
bir gülünce tanıyordum sen değildin ne yapsam
elimden gelmiyordu

tanıyordum elimden gelmiyordu
yoksa ne guzel aldanacaktım

yabancılığın daha alımlıydı belki
ama seni bir ormanda yakalasaydım
ilk günlerin ilk çiçeklerin tadında
kandırdılar 23 lira 10 kuruşumu aldılar iki kadehe
90 kuruşu da ben tutup garsona verdim

sonunda şehre vardım gökyüzüne fişekler atıyorlardı
bir kalabalık vardı sarıydı utanmazdı geçkindi
böylesi daha yakışıyor bildiklerime
gün doğsun bir arınayım istiyorum
güneş tozlu caddeler kaygılarım beni bir arıtsın istiyorum
işte tam böyle istiyorum.
bir turgut uyar şiiri.
evet ama, o kadar değil.
bana, anlatmadığı şeyleri anlatıyor.

"önceleri terliydi avuçlarımdan kayıyordu
sonra sonra hem alıştım hem sevdim"

bir insan utanınca terler. terli bir ele dokunmak güç iştir. biri sever sizi, ellerinize dokunmak ister. ıslaktır avuçlarının içi. hem ıslaklığa alışmanız gerekir, hem sevilmeye. hem alışırsınız avuçlarının içindeki sıcaklığa, hem de sevmeye.

şiir böyle başlar, ve sevişilir sonra. bir küslük, bir dargınlık bir şey yaşanır işte ve rakı içip kafayı dağıtmak yerine, terlemiş göğsün içinde bir yerlerdeki ruhu ferahlatmak adına feda edilir iki düğme...
hem de sen, en terbiyeli gömlek giyen adamsındır, dibine kadar iliklidir düğmeler...

ruh belki içkiyle değil de, iki düğmeyle kafa buluyordur işte. bilinmez, ormana gidip bir şeylerin olacağına dair inançla, öylece oturmak gerekir.
öylece oturmak, bazen ne güçtür.

"bu ellerimi nereye koysam yakışmıyor
dedim ki en iyisi kucağında dursun"

bir arada mı kalalım, yoksa ayrı ayrı mı olalım? yaşadığımız güzel şeyler var, onlarla mı yaşayalım; yoksa ellerimin nerede duracağını mı düşüneyim yanındayken?

insan bazen ne yapsa olmuyor işte kendiyle oldukça.
gideyim, aya gideyim istiyorum bazen. ay belki iyi gelir. dünyanın hayrına inanmadığım oluyor, ayda hem kazara kafamı uzatsam, intihar da etmeden kendimi öldürmüş sayılırım.

"yabancılığın daha alımlıydı belki"

işte, hem sevmemiş olurduk birbirimizi hem de öldürmemiş.
ne güzel sıfır olurduk ama, eksilerle yapamıyorsak.

"kandırdılar 23 lira 10 kuruşumu aldılar iki kadehe
90 kuruşu da ben tutup garsona verdim"

insan öyle anlar yaşıyor ki, kızmadığı şeylerle kafayı yiyor.
hem turgut iki kadehle sarhoş olacak değildir. sarhoşluğu başka, kızgınlığı başka.

"gün doğsun bir arınayım istiyorum
güneş tozlu caddeler kaygılarım beni bir arıtsın istiyorum"

öyle güzel dertler var ki hayatta, trafikte kalmak gibi;
öyle özel olmayan dertler var ki hayatta, ayakta yolculuk yapmak gibi;
öyle olsun istenen dertler var ki hayatta, işe geç kalmak gibi;
insan istiyor bazen, öyle dertlerle daha çok yaşamayı.

"işte tam böyle istiyorum."
bir de buradan izleyin:
http://www.youtube.com/wa...f1Dec&feature=related
Korktuğum için binemediğim, ama hala merak ettiğim bir çeşit insansız ulaşım aracı.
bir turgut uyar şiiri, turgut'un, turgut'umun bir parçası.

"ben iyiyim bunlar da iyi şeyler sen nasılsın?"
ilksen başarır ve mert fırat'ın senaryosunu üstlendiği film. ikili filmi kurgularken, çok detaycı ve titiz davranmış. ayrıca sessiz çığlık nedir, buram buram görmek mümkün filmde. yaz günü içimi darlatsa da, hakettiği ilgiyi göremeyen filmlerden.

son olarak; mert fırat'ın seslendirdiği o güzel şiir.

benim kefenim mor,

tabutum ucuz bir günah teknesi,

gönderinde sevgimin çeyiz kanları,

utanç taziyemi tören edenlerin,

alnına sürülür nazarımda,

ölü şerbetiyim.

zehirli bir merasim suyu,

ağıtlarda dağıtılan,

yutulup ekşiyen

dağılan kadının yüzü,

sevgi utancının dibinde,

leşimin helalliğini tükürüyor,

ter kokan mezarımda.

sapsarı bir yük kadının yüzü,

kızılca kıyamet sevginin

nefret rengi, gözleri ölgün

ağlamıyor yüksünmüyor dahası!

öpüyorum alnını yaralarından

iniltim sıvazlıyor bedenini

sevgi paramparça, paramparça.
--spoiler--
''Salonun ortasında beyaz atlas kumaşla kaplı bir tabut. Tabutun dört bir yanı çelenklerle doluydu. Tabutun içinde çiçeklerle arasında beyaz tül giysileriyle mermerden yontulmuş gibi bembeyaz kollarını göğsünün üzerine kavuşturmuş bir kız çocuğu yatıyordu. Ama darmadağınık sapsarı saçları ıslaktı. Çiçeklerden yapılmış bir taç vardı başında. Ciddi, artık sertleşmeye yüz tutmuş yüz çizgileri mermerden yontulmuş gibiydi. Ama rengi gitmiş dudaklarında donup kalmış hiçte çocuksu olmayan gülümsemede sonsuz bir hüzün, büyük bir yakınma vardı. Tanıyordu bu kızı; Tek bir tasvir tek bir mum yoktu tabutun çevresinde. Doğa da duymuyordu. Kendini suya atıp intihar etmişti bu kız. Daha ON DÖRTyaşındaydı. Ama paramparça bir yüreği vardı. Kendi kendini perişan etmiş,hakarete uğramış bir yürek. Bu tertemiz ruh hiç de hakkı olmayan bir utançla doğmuş, attığı son umutsuz çığlığı kimse duymamış, karanlık, ıslak bir gecede rüzgarın uğultuları arasında kaybolup gitmişti. Uyandı, yataktan kalktı, pencerenin önüne gitti. El yordamıyla sürgüyü buldu, pencereyi açtı, rüzgar amansızca saldırdı dapdaracık odaya. Kız hemen her seferinde yalvaran gözlerle bakıyordu. Ama adamın elleri durmuyordu. Kız kurtulmak istiyor ama işe yaramıyordu. Kız bunu hak edecek ne yaptığını anlamıyordu. Gördüğü babasının yüzüydü. Ama bunu ona yapan babası olamazdı.''
--spoiler--
görsel
dünya, reklamlarda ve filmlerde zihnimize işlenen mutlu aile tablolarıyla dolu değildir. acı, oksijen gibi her yeri sarmış durumda.
Filmi izlerken kendi kendinize Orhan baba'nın
hey gidi gidi koca dünya
gam yükü müsün,
söyle fani dünya söyle,
dert küpü müsün" şarkısını söyleyebilirsiniz.
Vakit kaybı olmayacak kaliteli bir film.
Tahta binek hayvanlarıyla arabaları dönerek hareket ettiren panayır eğlencesidir.
Dörtnal giderken birden durakalmış tahta atlar, yükselip alçalan renk renk ayılar, kibirli aslanlar, kanatlarını hoşgörüyle açmış kocaman kuğular… işte, gıcırdayan makinesi sanki laternanın hüzünlü şarkılarıyla döndürülüyormuş gibi görünen eski atlıkarıncaların binek hayvanları bunlardı.

Kaynak: http://www.yeniansikloped...tlikarinca/#ixzz2OP49vULx
çarpıcı bir film, gerçekçi bir hikaye. dünyada bu tip olayları yaşayan çok insan var fakat filmdeki gibi gün ışığına çıkmıyor bir türlü, bu yüzden bilinmiyor, gizli kalıyor.

--spoiler--
filmdeki felçli anneannenin çaresizliği benim en çok dikkatimi çeken durum. sevdiğin birine yardım edememek, her şeyi bilmek ama elinden bir şey gelmemesi. aslında birçoğumuz bu durumdayız. biliyoruz etrafta bu olayların yaşandığını ama hep susuyoruz. anneanne seyirci kalmayı ve çaresizliği temsil ediyor.

ensest olayı fragmandan belli edilmeseydi o zaman daha süprizli olabilirdi. babanın sapıkça tutumlarına yer verilmemiş, kapalı olarak geçilmiş. izleyicinin hayal gücüne bırakılmış. adamın bu konudaki fikirlerine, nedenine de çok yer verilmemiş sadece ''birbirimizi böyle daha çok seveceğiz'' gibi bir cümlesi var. ve tabiki sonundaki o güzel şiiri.

annenin olayı kabullenmek istememesi, bilmiyormuş gibi davranmak istemesi ama buna dayanamaması güzeldi.

çocuklar ise suçsuz olmalarına rağmen utanıyorlar, bu yüzden sessiz kalıyorlar bir çok taciz maduru gibi.

sonunda ise bir şekilde yapılanların acısının çıkartılması izleyiciyi rahatlatsada o insanların hayatları çoktan mahfolmuş oluyor.

--spoiler--

kısacası güzel filmdi.
filmi izlerken bol bol küfür ediyordum o baba kılıklı herife. aklım almıyor nasıl bir insan böyle bir şey yapabilir. allah düşmanımın başına vermesin dedirtiyor bu film. ama mutlaka izlenmeli. öyle de acayip bir film işte.