bugün

seriatin kestigi parmak

Uyanılmayacak uykularım olmuştur.

Uyandığım zaman daha çok yorulduğumu hissederek, uyumadan önce bıraktığım yerden devam etmeye alışkın, her sabah tekrar başlıyorum hayatımın gelmiş geçmiş en zor 22 saatine. Dünkü 22 saatten tek farkı, evvelsi günkü eziyetin üzerine 22 saat daha eklenmiş olması olan bugünkü 22 saatime nefret ile uyanıyorum. Sabah ezanı ile uyanıyor, önce köpeklerin havlamalarını kesmesini, sonra otobüslerin homurdanmalarının artışını duyarak kalbimin sıkışmasını gözlemliyorum. Sanki bu gün de geçmek bilmeyecek, tırnaklarım çekilecek, kulağıma erimiş kurşun akıtılacak, gözlerime şişler sokulacak, son günüm bugün olacakmış hissi ile birlikte, her gün beynimin en hassas noktalarına kadar dokunan onlarca insan ile karşılaşma düşüncesi gözümün önüne geldikçe; anlık, sert ve profesyonel bir acı istiyorum. Öyle bir acı olsun ki, akabinde göreceğim beyaz ışığın, hissizlik ile dolacak bedenimin, uğuldayacak kulaklarımın hayali ile hiçbir şeye ah etmeyeyim.

Tayland’da adaletsizliği protesto etmek için onlarca şaşkın bakışın arasında bir meydanda üzerine benzin döküp kendini cayır cayır yakan, bunu yaparken gözlerini dahi kırpmadan, ah etmeden, tek bir kası dahi seğirmeden, katlanarak büyüyen acıyı göğüsleyen, akabinde ödülünü alacak olmaktan emin olmanın verdiği o ince rahatlatıcı haz ile önündeki son nefsani engeli de aşmış o rahip gibi hissetmek istiyorum. Arınmanın, bedel ödemenin, karşılık bulmanın, olmayanı var eden iradeye dokunabilmenin özlemi ile yaşadığım bu dünyaya bir yerinde artık son vermek istiyorum.

Artık gerçekliğine asla inanamayacağıma inandığım sorunların, dedikoduların, kötü bakışların, iç hesapların, borçlu kalmanın, minnet duygusunun o insanı ezen hain sızısının, kadına şiddetin, neden katlanmak durumunda kaldığımı halen çözemediğim anlamsız işler yapan anlamsız insanların ebleh suratlarının, annemin üzülmesinin, babamın o umudu sönmüş bakışlarının, ancak ve ancak bir sorun olarak var olabilen zihnimin, asla yolunda gitmeyeceğine inanma yoluna girdiğim bu hayat sürecinin sonu en uygun ne zaman olabilir ki? Ya da belirlenmiş, ölçülüp biçilmiş, uygun görülebilecek, biraz düşünüldükten sonra “mükemmel zamanlama değil ama yine de biraz özen göstermiş evet, 10 üzerinden 8 kanka benim povanım sana” denilebilecek bir an var mı bunun için? ilerleyen zamanlarda mutluluğu, samimiyeti, bakışlardaki o sıcaklığı, ışıldayan bir çift göze bakarken tuttuğum o narin ve bakım kremi sürülmüş, ahududu kokulu elleri, demek ki ahududu aromalı bakım kremi sürülmüş o narin elleri, hayallerimin tamamının yaşanıp bittiğine, artık yokluğun var olduğuna inanıp sonsuzluk sarhoşluğuna erişeceğim o kutsal günü, o yüce makamı, o ideayı ne kadar daha kovalamam lazım? Pes etmek bu oyunda var mı? Bu kumarı oynamanın kuralı kaidesi nedir?

Yakında elbet uyuyacağım, o arzuladığım, kendisine giden yollarda fırsat kolladığım nihai uykuya uyanmamacasına dalacağım. Evet, benim uyanılmayacak uykularım olmuştur.

****

Her günün daha güneşli, umutlu, hayat dolu olmasını istediğim günlerim de olmuştur.

Neyi istediğini bilen o naif, o tecrübeli insanın serinkanlılığı ile sakin ve yolunda akıp giden, nereye aktığını bilmediği halde, her çarptığı taşa yararı dokunarak, eziyet çekmeden, acımadan, yıpranmadan, -eşşek kadar adam- ağlamadan geçmesini istediğim o hayatı görüyordum bir zamanlar. Zeytin karası hissettiğim gözlerimi, benliğimi iliklerime kadar ışıkla doldurduğunu hissettiğim güneşin altındaki sevecen bakışlarımı, simsiyah sırma saçlarımı, yorulmayan bedenimi, kırılmayan azmimi, bir tumblr fotoğrafındaki kadar canlı renklerle yaşadığıma sonuna kadar iman ettiğim nadide enstantanelerimi, kahve fincanının kağıda bıraktığı o düzensiz yuvarlak kahve lekesinde bile bir ışığı, bir eskimezliği, tarihe mal oluşu yakaladığıma inandığım o güzel günlerimi uğurluyorum. Gözlerimin altında kendini göstermeye başlayan siyahlıklar, alnımda belirmeye başlamış kırışıklıklar, kollarımda yorgun olduğum zamanlarda ortaya çıkan seğirmeler, soğuktan sertleşen ve pürüzlenen cildim, ara sıra üşümeye başlayan bedenim, ve artık kör gibi hissettiğim gözlerim ile arka kapıdan sessiz sedasız uğurluyorum hayatımın bir hayata denk düşecek kadar kısmını.

Artık kendimi ölüme doğru sürdüğümü bilerek, biraz keyif, biraz keder, öyle keyfe keder bir hal içerisinde, üzerime bir şeyler yapıştırıldığım, eklendiğim, zımbalandığım o fabrikasyon bandını tepeden, büyük resim olarak görmenin verdiği rahatlık ile sonuca, o gerçek atmosfere gitmek için pakete gireceğim, kolilenip, bantlanıp, üzerime not düşülüp kayda girileceğim günün kokusu ile mayhoşum. Kayan zemini umursamadan, kimi zaman gün ışığı ile kör olarak, kimi zaman umutsuzluğun, çürümüşlüğün, kokuşmuş ilkelerin hazımsızlığı ile anlık basiretler yaşayarak, ama bedenimi ve ruhumu eskiterek, yaralayarak, daha derinlere daha küflü, daha isli birikintilerimi saklayarak, elimde bir fincan çayım ile kurulduğum koltuktan, bir kedinin dişlerinin arasında sürüklenen ufacık bir civcive ait kemik ve tüy parçalarına bakıyorum.

Oturduğum kafenin önünden geçen 3-4 kişilik üniversiteli gencin, aynı kediye, ve aynı tüylere bakarak biraz hayıflı, biraz merhametli birkaç cümle kurarak ilerlemesini, oturmakta olduğum aşırı yumuşak koltuğun yanında çalışan klimanın homurtusu sebebiyle, az önce can vermiş civcivden bile espri çıkarıp hayvanlar gibi güldüklerini tahmin ettiğim goygoylarını duyamamamı, içlerinden cevval olan bir maybaşın ayağını asfalta sertçe vurarak kediyi ürkütmesini, ürkütme olayını desteklemek için kollarını kaldırırken sağ elindeki kitaplardan birinin asıl hizasından çıkıp diğer iki kitap ile hafif çapraz hale gelmesini, kediyi kaçırdıktan sonra arkadaşlarının yanına birkaç hızlı adımda erişirken, bir yanda polarının az önceki kedi hareketini yaparken kollarına doğru düşen omzunu düzeltişini ve daha bir çok gereksiz ayrıntıyı birbirine bağlamanın peşindeyim.

Evet yahu, tabi ki ben de bir zamanlar civcivlerin, sarı civcivlerin, aslında sarı iken bin bir eziyet ile boyanıp lacivert, haki, bej ve füme renk alan sarı civcivlerin eziyet çekmediği, “hmm ne kadar hırçınlı ve ne kadar da avcı bir kedi”nin ağzından sarkmadığı günleri benimsemiştim. O günlerde köpekler şimdiki gibi geceleri otobüsten inip evine giden ürkek kızları hırlayıp gürleyerek korkutmaz, geceleri bir umut ile dalmak üzere olduğum uykumu mundar edecek o “la” dan girdikleri ve asla detone olmadıkları havlama sololarını atmaz, sadece atılan plastik oyuncağı koşa koşa gidip alıp gelirlerdi, adları hep “lessi” olurdu. O günlerde kediler şimdiki kediler gibi kuş yavrularını, fareleri, civcivleri kovalayıp köpeklerden kaçmaz, sadece tüylerini yalar, koltuk minderini tırnakları ile hacamat eder, anahtarlık ve flashdiskleri olur olmadık ücra yerlere saklardı.  Tabiatım o yönde görmemi emrederdi bana. iyilik görmemi, iyileştirmemi, münasip olan neyse onu uygulamamı, doğanın sistemine karşı kendi inisiyatifimi kullanma cesaretimi bana verirdi.

Evet tabi ki. Benim de her günün daha güneşli, umutlu, hayat dolu olmasını istediğim günlerim olmuştu.

****

Gidebileceğim kadar gittim, benzin ışığı yanalı çok oldu.

O son dönemeci dönmeden önce, şimdiye kadar bir türlü kendime ve başka hiçbir adem evladına yakıştıramadığım yüz kızartıcı suçların, aşağılamanın, garez beslemenin, kinlenip kabarmanın, kibirlenmenin geride kaldığı o ışıl ışıl, sessiz, ıssız ve sadece lepiska saçlı çocukların yürekleri pır pır, heyecanla koşuşturdukları bayram günlerine vuslatım gerçekleşmeden önce, bir haykırış gerekiyor bana. içimde kalır, dert bağlarım, ahım olur.

Kendimi sizden soyutlamanın zevkini şimdiden ufak ufak yaşarken; sarhoş olmadan önce hayal edilen, ulaşılmak için yudum yudum o ateş kızılı içilen o hafif kıyak, hafif uyuşuk, hafif karıncalı fakat biraz umursamaz, biraz aşmış, biraz da hakikate yaklaşmış kafamla, vücuttan kopmuş bir kolun serinliği, tepkisizliği ve umursamazlığı ile dalgamı geçip suçlayayım sizi birkaç şeyle, çünkü böylesi gerçekten daha rahatmış lan. Ölüm çok sıcak. Gelsenize melis, pelin!

Gözlerinizde bir hırs görüyorum. Hayatınızı güzelleştirirken sizi çirkinleştiren, imkanlarınızı genişletirken ruhunuzu daraltan, hayatınıza yön verirken hayallerinizi belirsizleştiren hırsınızdan bahsediyorum evet. Birazı hayat veren oksijene, birazı denge sağlayan azota, fakat fazlaca bir kısmı zehirli, kirli, uykulu ve farkındalıksız monoksite benzeyen o hırslı havanıza garezim var. Garezin bile olmadığı yere gitmeden önce yaşamalıyım bu garezi, ki bir farkı olsun gittiğim yerin.

Bitirsin sizi bu hırsınız. Doyumsuz primatlar olun. Neden ve nasıl istemeniz gerektiğini boş verip sadece ne istediğinize yoğunlaşın. insanlık hırkanızı bir kenara atıp, terfi alan Ozan’a yaftalar vurun. 1024p ekran size yetmesin. Daha iyisini hak etmeniz gerektiğine kendinizi inandırın. Sonra daha fazlasını hak ettiğinize iman ederek sınırlarınızı genişletin. Bu yaşadığınız mahalle de nesi? Filanca zenginin oturduğu binada araç asansörü aracınızı evinize kadar çıkarıyormuş. Hem acaba bu yelloz Allah bilir kendini nasıl pazarladı da dalyan gibi çocuğu kafesledi? Stiletto’lar indirimde, prada’nın yeni topuk tasarımlı segmenti showa girmiş.

Böyle pasta yapmayı acaba nereden öğrenen babanızın kemüğüne tükürsünler e mi! Her şeyi kapsayın. Kocaman olun. Goril olun siz en iyisi, goril olun goril. Goril iyidir.

Alnınız da kırışmış sizin bakıyorum? Hayır mı şer mi? Neleri düzeltiyorsunuz, nerelere kolunuzu uzatıyorsunuz. Bir tek siz olmadığınızı ne zaman fark edeceksiniz? Kaşlarınızın üzerindeki çizgilerden dikkat kesildiğiniz saniyelerinizi, burnunuzdan çıkıp alnınızı kesen o dik iki keskin çizgi ile üzüldüğünüz, çaresiz kaldığınız, kapıları bitirdiğiniz, deli danalar gibi koşuşturmaktan yorulduğunuz o en hakiki saniyelerinizi okuyorum. Halbuki o anlarda bana ne kadar da yaklaşmıştınız. Sırtınızdaki sizi size farkettirmeden sarmalayan bir el, ensenizdeki sükûnet veren bir ılıklık, kollarını çekiştirdiğiniz masum ve hiçbir şeyden habersiz bir hırka, gözlerinizden dökülen acı taneler vardı. Yalnız olmaktan şikayet ederek yalnız kalıyordunuz.

Ne ağlıyorum, ne acınıyorum, ne de sıkılıyorum. Derler ki, rengi ile en uyumsuz tada sahip alkol viski imiş. Ama tadı ile en uyumsuz hisleri yaşatan alkol de viski imiş. Bazı insanlar var, aynen viski gibi oluyor bu dünyada. Güzel tabiatlı, tatlı, şirin, kendi çizgisinde, sakin, sessiz bir insan. Aynen karamel kaplı fıçılarda damıtılan scoth gibi, parlak, içten bir renge sahipler. Onları yakından tanıyıp insani hallerine şahit olana kadar her şeyleri hoş gelir insana. Tanıdıktan, tattıktan sonra ise işin rengi değişir biraz. Bakarsın, acı, kekremsi, pislik bir insan imiş aslında o. Hepimiz bu noktada bırakırız böyle insanları incelemeyi. Ben bırakmadım böyle birini gözlemlemeyi. Kafasına ulaşana kadar ben de çok küfür ettim. Ettim ama tanıdıktan sonra üstün aklın, farklı bakışın, hakikati tek bakışta görmenin, insanoğlunu güdüleyen, hareket ettiren, durduran, sükûnete erdiren şeyleri bir bakışta anlayıvermenin ne anlama geldiğini o insanda gördüm. Olayın özünü kaçırmayan birisine denk geldim kısaca.

Kara kalem çalışmasına ne kadar bakarsan bak, gökkuşağı görmen zordur. Gerçek gökkuşağına bakmak ile kıyaslanabilir bir haz mıdır sizce sadece çizgiler ile çizgileri belirlenmiş, -ki bu çizgiler onun sınırını değil ancak bizim görüş sınırımızı ifade eder- derinliksiz, hissiz bir çalışmaya bakmak. -burada bir şey var ki, bu noktayı düşünen, muhasebe eden insanlar haricinde başka kişilerin umursaması, fark etmesi, ciddiye alması gerçekten zor. Şudur:- gökkuşağının resmini görüp bilmişlik yapan insanların hükmettiği düşünceler dünyasında, gerçekten gökkuşağını görenler pek fark edilmiyor. Üzerine birkaç çizgi ile gökkuşağı çizilmiş bir kağıdın ifadesini pazarlamak ne kadar kolay ise, gerçeğini görerek, yaşayarak insanlara fark edilmek de o kadar zor. Gerçeğe ulaşmış insanlar, cahil insanların haline bakıp gülmüyor, çünkü onlar mutlu, endişesiz, umarsız. Doğallık ile alakalı Freud’un sözlerini hatırlayın. En sert, en derin, en kompleks teoremlerin temeli görülen etmenler, genelde tamamen basit, öylesine, bilinçsiz ve reflektif olarak var olan şeylerdir.

(fark ettim ki soyut anlatımlar yapamıyorum, cümleler havada kalıyor, aklım ve dil kıvraklığım o kadarına yetişmiyor. Bundan dolayı misal üzerinden anlatmaya çalışacağım şimdi aklımda olan şeyi)

Hayatı bir yolculuk olarak düşünelim. Bilinçsiz ve doğal hareket eden, sürülere katılan, reflekslerine kendini terk eden insanlar, yani genel sorgulamayan kitle ise yolculuğu katar ile sürdürüyor olsun. Yolculuk onu nereye götürüyor, neden götürüyor, ne yapması lazım, bu konularda düşünmeyen insanlar, hayatlarının ve diğer her şeyin o kompartıman içinde var olduğunu düşünerek doğar, yaşar ve ölür.

Gökkuşağının resmini gören, her şeyin bilincine vardığını zanneden, kendini kitlelerden arındıran, sürünün dışına çıkan çok bilmişimiz ise trenden kendini atan insan oluyor. Tüm hayatın trenden ibaret olmadığını, gidilen yönün neresi olduğunu görüyor, gerçeği o sanıyor.

Asıl bahsettiğim, olmak istediğim insan ise aynı yolu, kendi kullandığı arabası ile geçen, menzilini, hızını, durması ve kalkması gerektiği yerleri kendi kendine belirleyen insan oluyor. Şimdi koyun sürüsü bir şekilde yoluna devam ediyor ve bir şeyler yaşıyor ama trenden atlamış olan arkadaş yol falan da alamıyor. Fakat asıl tehlikesi atlamak, ezilmek değil, atladığı yerden durup kalakalmak. Tehlike olan kısmı, nihai hedefe ulaştığını sanması. Bundan sonra önünde iki yol kalıyor. Ya bir araba bulup menzile ulmak, veya trene geri binmek. Bir kere dışarı çıkan insanın geri kabuğuna dönmesi ne demektir bilirsiniz.

Ben yıllarca o insanı aradım. Portakalı soyan, cevizin olmasını bekleyen, kuruduğu zaman dışını değil de içini yemeyi akıl eden, çaya ilk şekeri atan insanı, çaya şeker atmamayı akıl eden insanı, mısır’da piramitlerde bulunan 4000 yıllık insan kafatasındaki çivi izinin sahibi olan, ilk beyin ameliyatını mısır çölünün ortasında yapmaya kalkan insanı aradım. Derdim buydu, kim nerden nasıl aklıma getirdi bilmiyorum. Ama en azından ne istediğimi biliyorum. Seviyeyi önce yükseltip sonra metafor saçmalamalarına bağlayıp, oradan başka bir konuyu bu konuların tamamına alt başlık yapan, kısaca saçma sapan şeyler yapan bu kardeşinizi buraya kadar halen sabırla ve ısrarla okuyorsanız, iki rekat size içimi dökeyim lan. Samimiyetinize güvenmezsem sikersiniz beni zaten, biliyorum.

Hepiniz genç insanlarsınız. Yaş olarak demiyorum, umut olarak, hayaller olarak, beyninizin işleyiş yapısı olarak genç insanlarsınız. Ben yaşlandım, emeklilik için primi doldurup gün sayan emekli ruhlu amcalar gibiyim. Nasihat vermeye kalktığımı falan zannetmeyin, akıl da vermiyorum size, veya görmüş geçirmiş birisi olarak hotur patır da konuşmaya kalkışmıyorum burada. Ama işleyişi bir nebze olsa da gördüm şu hayatta. Para desen, gördüm. Rahatlık, gelecek, kariyer desen, onu da gördüm. Sevgi desen, hasret desen, özlem desen sana bugün 504. gününü idrak ettiğim ayrı “bırakılmışlığımdayım”. Sağlık sıhhat desen, anne baba huzuru, özlemi, kıymeti desen, arkadaş çevresi, ölümler, arkada bırakışlar desen… hepsinden birer kuple en acı, en tatlı, en kekremsi tiradı okurum sana.

Hayatta bazı gerçekler değişmiyor kardeşim.
Kendini layık gördüğün işi başkası alıyor, tutkunu olduğun arabaya hep başkaları biniyor, giymek istediğin modayı başkası belirliyor, söylemek istediğin sözü başkası söylüyor, hak ettiğin yollarda başkası yürüyor, ve belki de en çok koyanı, o sevdiğin kişi, senden başkasının ona sendeki aşkın çeyreğini bile veremeyeceğini ayak tırnağından dökülen saçına kadar hissettiğin kişi, o hayatı güzelleştiren, aktifleştiren, pasifleştiren, heyecan katan, fitil eden, ama yüzünüzü olmasa bile kalbinizi daima güldüren o kişi başkası ile evleniyor.

Hayatta bazı şeyler adresini bulmuyor kardeşim.
Yolda düşürülmüş halde gördüğün bir anahtar dikkatini çekiyor. Sahibinin ona ulaşması güzel bir şey olacak diyorsun. Belki kapıda kaldı, belki evine, dükkanına kaybettiği bu anahtar ile başkasının girip zarar verebileceğini düşünecek, endişe edecek deyip sahibini arıyorsun. Bulamıyorsun. Sonra mahallenin bakkalına veriyorsun o anahtarı, sonuçta o mahalleden birisi düşürdü bu anahtarı. O da göz önünde bir yere asıyor ki sahibi veya bilen birisi gördüğü zaman alsın. Günler geçiyor, sen kola alıyorsun, evdeki yumurta bitiyor yumurta alıyorsun, cips alıyorsun, 6 lı Beypazarı sade soda alıyorsun, sonra bunlar defalarca bitiyor ve yenilerini alıyorsun, otobüs kartını dolduruyorsun, sonra tekrar tekrar dolduruyorsun, o Beşiktaş simgeli anahtarlık orada aylarca duruyor.

Olması gerektiği yerden habersiz, bilmeden veya isterse bilerek olsun, kaybolmuş bazı şeyler oldukları yerde duruyor. Adreslerinden çok uzaklarda, yerlerine yeni ikameler getirilerek, gelmesinden umut kesilerek, belki yoklukları hiç fark edilmeden, belki de beklenmekten gözleri kör ederek, yürekleri köz ederek kalıyor olduğu yerde kayıplar.

Hayatta bazı şeylere çabuk alışılıyor kardeşim.
iyi olan, işimizi gören, konforumuzu sağlayan, artıran şeylere anında alışıveriyoruz. Alışmak unutmak, değer vermemekle aynı anlama geliyor kardeşim. Yeniye değer verirken, daimi olana ağzımızı şişirip “zurrrp pılalala” yapıyoruz. (elimizi baş parmağımız ile burnumuza koyup diğer parmakları açarak – bu hareketi bilmeyene anlatmak biraz zor evet, şimdi farkettim.) geçici olanların gündemi oluşturduğu hayatımızda temel şeyler hiç gereken yere gelemiyor. Ve belki de bu tabiatın bir gerçeği olsa gerek, önemsenmeyen insan profilleri aslında daha değerli yerleri dolduruyor kaderimizde. Yük olduğumuz, ezdiğimiz, umursamadan ve yüzüne dahi bakmadan sırtına basıp yukarıda kaldığımız insanlar kendilerinin umursanmamasını, görülmemesini, ezilmesini doğal karşılıyor. Annemiz, babamız, her tribimizi çeken sevdiğimiz, bizi kaybetmek yerine kazanıp eğiten hocamız, düşersin belki diye yardım etmek için tetikte bekleyen görünmez dostlarımız, “sikerler ulan senin nazını da tribini de” demiyorlar. Bir gün öylece çekip gittikleri zaman nereyi doldurdukları anlaşılıyor. Varlıklarına umursamaz tavrın havası ile alıştığımız insanların, zamanların ve imkanların gölgelerini kovalıyoruz.

Hayatta bazı şeyler bizi değiştiriyor kardeşim.
Değişim herkeste farklı vücut buluyor ama. Seni iyimser bir insan yaparken, babamı katı disiplinli, annemi fedakar, abimi inatçı, beni ise ölmekten başka gayesi olmayan bir yürüyene çeviriyor. Kimi çirkinleşiyor, kimi güzelleşiyor. Kimi ağırlaşıyor, kimi rüzgarda savrulan bir kuru gazel kadar içi boş bir hale geliyor. 70 yaşında bir insana bakarak görebilirsiniz dediğim şeyleri. Neye dönüşeceğimizi gerçekten bilmiyor, dikkat etsek bile fark edemiyoruz. Karşısında duran 70 yılın sonucunu beğenen birilerimiz var ise buyursun onu dinleyelim. Hayat gailesini çok zor sınavlarla savuşturmuş babamıza, çalıştığı dalda aşmış delmiş hırpalamış, var etmiş yok etmiş bir profesöre, yıllık izne gelmiş Almancı bir akrabamızın o “alamancı veledine” baktığımız zaman içimizde beliren o nedenini bilmediğimiz hoşnutsuzluk, o sebepsiz beğenmezlik, şu anda ve dönüşeceğimiz gelecekte bizleri bekliyor.

Ve ünlü düşünür “joker”in de buyurduğu gibi: insanı öldürmeyen şeyler, güçlendirmiyor, tuhaflaştırıyor. Tuhaflaşıyoruz, ve tuhaf bir şekilde sadece kendi tuhaflıklarımızı beğeniyoruz.   

Beni merak etmeyin, neye dönüştüğüm belli: 240 km hızla giden bir arabada atacağım sekizinci taklaya, tekinsiz bir sokak karanlığında karın boşluğuma, karaciğerime, inşallah iyisinden ve derininden bi tane de kalbime yiyeceğim bıçağa, kalabalıklar içinde patlayacak bir bombaya, askere gidince basarak paramparça olacağım mayına kadar kendime tatil verdim. O güne kadar o sokak senin, bu cadde de senin, o disko senin, bu türkü bar da senin… yavşaksınız olm, her yeri parsellemişsiniz.

Her yerde siz varsınız. Buzlu viski ile birlikte ufak bir kase dolusu bitter çikolatayı yavaş yavaş, sigaramın kendi kendine çıkan dumanının güzelliğini dağıtmadan, sakin sessiz, ağrısız bir kafa ile tüketirken, alışılmış hareketlerle shot bardaklarını tezgahın üzerine dizip bir hamlede 8 bardağı aynı seviyede dolduran barmene kaş ve gözlerimin basit hareketleriyle “helaal, eşşeğin amına keban barajını kaçırdın” efekti verebileceğim bar taburesinin bulunduğu o loş ışıklı, eminem in klip çektiği o boş bar nerde lan? Her tarafta sizler varsınız. Eminem de yok, megan fox da... Evimde kös kös oturuyorum. Gorilsiniz bi kere taam mıaa

Selametle. 

Eğlenceniz daim,
Sevgiliniz kuduruk olsun.

/seriatin kestigi parmak/

/21100