bugün

ben bu yazıyı kendime yazdım

birilerine hep kendimi anlatmaya çalıstım. o kadar anlatamadım ki sanatçı oldum. inanmaya çalıştım, çabaladım. dünyevi şeylerle ilgilenmedim. herşey de bir ruh aradım. insandım öleceğimi biliyordum. nerden geldiğimi bilmediğim gibi ne olacağımıda bilmiyordum. niçin yaşadığımı bilmediğim gibi. bütün bu somutlar karşısında bir çıkış yolu aradım. bir mucize aradım kendi mucizemi. bu mucize belki bir evden gelen kurabiye kokusuydu benim için. öyle ufak şeylere bizim mahallede mucize denirdi. baharat kokuları yükselmeliydi evimden. evet direndim.

olmadı

hayal kırıklığı çok kötü bir şey bu ve ilginç şekilde bu durumu çok fazla yaşamaya başladım. artık net bir şekilde budur diyemiyorum. neye tamam işte böyle desem kendimi aptal gibi hissediyorum. düşünüyorum da aslında çok büyük dostluklar, büyük aşklar, büyük acılar yaşadım ama hiçbiri hiçbir zaman nedensizce gece yarısı içime oturan şu an ki acı kadar kalbimi acıtmadı.

bir ekmeği bölüşüp, deliler gibi güldüğüm insanlar oldu. üşüdüğümüz için montla yattık. tütün sardık en ucuz şarabı içtik. en ağır muhabbetleri yaptık. sonra köpekler gibi güldük. yeri geldi en lüks arabalara binip en saçma şarkılarla dans ettik. her günü son gün gibi yaşadık. saatlerce yıldızlara baktık, omuz omuza ağladık, ateş yaktık, yemek yaptık. resim yaptık, müzik yaptık...

neyi yapamadık?

içimizde bizim gibi çocukların öyle büyük bir sevgi vardı ki neye nereye koyacağımızı bilemedik. duvarlara yazdık. kalbimize, şarkılara, kağıda, kaleme... ikibinonbeş yılındayız şubat ayının beşi saat dört tatlı rüyalar dünyalılar. o rahat yatağınızdan dünya ne hoş değil mi?

ınsanların kanatları yok,
insanların kanatları yüreklerinde.
demiş nazım.

neyse ki sen, ben, o farketmez hepimizi çok üzdü bu dünyalılar.

ben geç düşmüş bir yıldız parçacığıyım.