bugün

entry'ler (11)

sözlük yazarlarının söylemek istedikleri

her ay ilk 10'a giren sözlüklerin neredeyse hepsinde yazarlığım var ama ne kadar yazarsan yaz bir şeyler eksik kalıyor sanırım.

radio paradise

hayatımın arka fon müziğini oluşturan radyo. playlistini hangi baba hazırlıyorsa ardı ardına gelen şarkılar öyle bir uyum içerisindeki bitmeyen bir senfoni gibi ne zaman açsan seni içine alıyor. ayrıca yayın sırasında çaldıkları son dört şarkının ismini vermeleri ile birçok yeni keşfe sebep oluyor. son olarak senfoni gibi dememden şarkı aralarına reklam koyma gibi bir dertleri olmadığını da anlamışsınızdır.

minimal öykü denemeleri

yansımasıyla arasına giren aynadaki buğuyu, bir film karesindeymişçesine elinle sildi. daha tam kurulamadığı alnına yapışan ıslak saçlarını geriye doğru attı ve karşısındaki adamın gözlerinin içine bakmaya başladı. ne görüyordu orada? başarısız bir sevişmenin ürünüydü. babam dediği adamın erken boşalma sorunu ve annem dediği kadının da doğum kontrolü denen olaydan bihaber durumu, bu sonucu doğurmuştu. iki beceriksiz cahilin boş lakırtısı. gerçi babasına pek de kızamıyordu, çünkü kendi hala dipsiz karanlık kuyulara girememişti. oldu ki denk gelseydi, o da daha nerede olduğunu hissedemeden söner giderdi herhalde. hayattaki tutacağı yer peçeteyle silinip çöpe atılacak kadarken şimdi aldığı bu şekil neye benziyordu? bir tohum ? olabilir. bereketli bir toprağa düşmüş gür bir meşenin palamudu olabilir miydi? yoksa çatlamış toprakta rastgele ısırılıp tükürülmüş bir salatalığın tohumu mu? bu daha yakın geliyordu aynadaki yansımasına. oysaki bakışlarını aynadan bedenin aşağısına çevirdiğinde gördüğü şeyin cevabı olmasını yeğlerdi bu sorunun fakat o da daha çok tüylü bir bamyanın tohumuydu. ‘tohumunu siktiğim’ diye küfretti içinden. sonra saç kurutma makinesinin düğmesine basarak, saçını kurutmaktan çok çıkarttığı gürültüyle beyninin içindeki sesleri bastırmaya çalıştı ya da tohumlarını savurmaya.

yaran diyaloglar

10 sene önce istanbul'da üniversiteyi kazandığım ilk zamanlar, her yeni öğrenci gibi bizim de şehri keşifle geçiyordu günlerimiz. okul avcılar'daydı ama ben ablamın okulu anadolu'da olduğundan haftaiçi okul yurdunda kalıp, haftasonu ablamın yanına geçiyordum, kadıköy'de takılıyordum. bir haftasonu avcılar'daki yurttan pek çıkmayan arkadaşları, kadıköy'e çağırdım, gelin buraları da görün diye. barlar sokağı'ndan hafif aşağı sallanıp bay yengeç'in karşı sokağına girdik, yavaş yavaş yürüyüp mekanlara bakıyoruz.

arkadaş: oha olm mekana bak ne büyük?
ben: nerede lan? (sağa sola bakıyorum)
arkadaş: olm nasıl görmüyon lan, kocaman yazmışlar 'cafe rağa'.
ben: ------- (sessizlik, şok olma, irkilme ve hayvani bir patlama) ahahaha.
ben: lan koca caferağa spor salonuna hayvan, cafe rağa dedi ya laa!!!

okul bitene kadar ne zaman kadıköy'de toplanacak olsak, 'cafe rağa' önünde buluşalım geyiği dönerdi.

mahir ünsal eriş

çanakkale doğumlu ve bir süre yaşamış, bandırmalı yazar. bangır bangır ferdi çalıyor kitabındaki hikayelerinin biga'dan bahsettiği bölümünde, yabancı filmlerdeki istanbul adını duymuş türk gibi heyecanlanmıştım doğrusu. almış olduğu sait faik ödülünün hakkını ve benzer tadı veren, aynı zamanda instagram'dan da takip edilesi güzel insan. keşke bir ortamda denk gelse de iki kelam etsek dediğim.

ta m e guilass

iş için kendilerini almasını isteyen amelelerin ortasında bir araç içinde, yüz ifadesiyle çok şeyler anlatan bir adam ile başlıyor film. zorla araca binmek isteyenlerin hepsini reddedip aracınla gezinmeye başlıyor ve daha sonra sırayla farklı yerlerden aracına binen kişilere onlardan yapmak istediği işi anlatıyor ve en sonunda da kabul eden biri çıkıyor.

abbas kriastomi bu sefer karşımıza intihar konusu ile çıkıyor ve bunu çok güzel işliyor. tozun toprağın içinde, hayat ile ölüm arasında gidip geliyor. ana karakterin karşısına koyduğu karakterle, para, savaş, hastalık, inanç gibi bir çok konuyu da değerlendiriyor. en sonunda da bakış açısının, bir dutun lezzetinde olduğunu söylüyor bize. filmin kısa olmasını bir avantaj haline getirip, içine koyduğu metaforlar ile düşünmemize de sebep oluyor.

nikola tesla

bu dahi elektroadamın şöyle hayatına bir bakmak, yaşadıgımız dünya düzenin nasıl döndüğünü gözler önüne seren en güzel örneklerden biridir bence. biz insanlık için neler icat ettiği, aklının sınırlarının nerelere vardığı zaten biliyoruz. ama işte doğru olanlar ya da gerçek kahramanlar hep arka plandadır ya, tesla da hep arkada kalmıştır ve tabir-i caizse bir peçete gibi kullanılıp atılmıştır. başka adamların (t. edison) gölgesinde kalmıştır.
dahiliği yanında karakter özellikleri de bu durumu destekler nitelikte , orta avrupa'nın bir ülkesinde gözlerini dünyaya açması, yahudi ve aseksuel olması, içine kapanıklılığı, verilen ödülleri reddetmesi. paranın gücü olan , 'özgürlük' ülkesinin onu himayesine alıp ,tüm çalışmalarına el koyması ve ortalığa atması. sonra da borç içinde bir otel odasında tek başına ölmesi.
insanın haykırıp, adaletin bu mu dünya, diyesi geliyor. ve evet adaleti bu kadar bu içine sıçtığımın dünyasının. bu aralar her ne kadar biraz daha gündeme gelse de bu dahi'nin, daha çok duyurulmalı, önemi anlatılmalı, gerçi biz ne kadar uğraşsak da 'özgürlük' ülkesi buna izin vermez.

dost

hayatta insanın en yakını kimdir denilse, önce kandan dolayı anne-baba, var ise kardeş, sonrasında da eşi dediği kişidir öyle değil mi? ailenle olan bağın seçimsiz olduğu içindir, hep belli sevgi ve saygı içinde. eş durumu dersen o tam bir muammadır, anlaşıp anlaşamamanın yanında, yeryüzünde yarım asrı deviren aşklar da vardır muhakkak ama kaçımız o şansa sahibiz şüpheli. yani onla da paylaşımımız belli noktaya kadardır. sonra ne mi olur, tek başımıza kalırız, anlaşılmazlık ve çaresizlikler içinde.
evet arkadaş da vardır, fakat arkadaş dediklerin genelde önünde hep bir sıfatla anılırlar; lise arkadaşı, üniversite arkadaşı, iş arkadaşı ve daha bir çok tanımlı arkadaşlar. tüm bunlar da geride kalır ve birden bir tanım oluşur nasıl şekillendiği bilinmeden. kendiliğinden çıkar ortaya, birbirinizden habersiz sen ona yakın olmak istersin o da sana. mantığı ortadan kaldırır, yanlış da olsan doğrudur o sana. beraber gülmek, içmek istersin. hayatı onla paylaşmak, sırtını yaslamak istersin ve bir bakmışsın yoluna yoldaş olmuş o kişi. hatta aranızda duygusal bağ öyle gelişir ki, onu kıskanırsın diğer arkadaşlarından, vakit geçiremediğin için bazı zamanlarda, konuşmadan anlaşırsınız bir odada baş başa sustuğunuzda, o sessizliğin de birbirinize anlattığı bir şey vardır.
kan bağı, gönül bağı gibi bir sebep koymadan, sırf her şeyiyle o olduğu için onla olmak, hayatta kişiyi şanslı kılan en önemli düsturdur. nefes alamadığın zamanlarda, işini ,seni aldatan eşini, annenin yasını tuttuğunda, her şeyi ama her şeyi bırakıp yanına gidilebilme ihtimali bile, yüreğini serinletir insanın. kim bu der iseniz bu, dört harf, tek hece, tek elime , dost'tur o. iyi ki vardır. hep yan'ındadır.
son olarak da bir üstaddan alıntı yaparak bitirelim. m. twain : 'bir dostun asıl görevi sen haksız olduğun zaman yanında yer almaktır. haklı olduğun zaman herkes senin yanında yer alır.'

uçurtma

çocukluğumuza ait, yetişkin olduğumuz sonrasında da bize anlamanı kaybettirmeyen nesnelerin başında uçurtma gelir. çocukken, uçabilen birşeye hükmetmek ve o ip ucundaki altıgen şeklin yerine kendimizi koyup sahip olmadığımız uçabilme yetisine kavuşmak olarak nitelendirebiliriz uçurtmayı. rengarenk ve upuzun kuyruklu uçurtmalar. çocuk de aslında farkına vardığımız ama, içimizi kıpır kıpır yapan, mavi gökyüzünün üzerine birer motif gibi duran ve yine o sonsuz mavi gökyüzüne ulaşmaya çalışan, ipin ucunu sonuna kadar saldığımız uçurtma, adını bilmediğimiz bir kelimeyi uyandırır, özgürlüğü. yani çocukluğun masumluğunu ve bireyin medeniyet boyunca mücadelesini verdiği özgürlüğü, bir arada birleştiren tek nesne uçurtmadır ki sanat da bunu birçok alanda kullanmıştır, sinema, müzik gibi. o yüzden yapmasınlar, etmesinler uçurtmayı vurmasınlar hiçbir zaman.

martin eden

insanın hayatını değiştiren kitaplar diye başlık yapılsa, oraya kocaman martin eden yazarım düşünmeden. çünkü bu kitabı elime alışım bile kaderin bir çizgisi sonucu olmuştur. daha henüz kitaplarla haşır neşir olmadığım zamanlarda, yakın arkadaşımın kütüphaneye vereceği kitaplara bakarken, farkında olmadan elime aldığımda, arkadaşım bana hediye etmişti. ve kitabın sayfaları çevrilmeye başlanmasıyla, iki günde bittiğine şahit oldum. jack london, bize bu başyapıtında kendinden bahsetmenin yanında, yaşamın analizini yapmaktadır. kendi halinde yaşayan bir gemiciden zirveye ulaşmış bir yazara yükseliş. ve tabi ki bu bağlantıyı kurmak için kullandığı kavram da, her bireyin aradığı şey olan (bkz: aşk). tüm o martin eden'ın gelişim süreci, hayatın tüm gerçeklerini yüzümüze vuruyordu, bir kişinin aşkı için neler yapabileceğini, hiç fikri olmadığı ve arzuladığı entelektüel yaşamın ikiyüzlülüklerini, aşık olduğu kadının da statü derdinde olduğu ve aşkına karşılık bulamayışı, tüm bunları gördükten sonrasında tekrardan eski haline dönmeye çabası. ama artık çoktan yaşadığı dünyanın birer illüzyon olduğunu fark etmesi, sonunda da okyanusa kendini bırakması. martin eden'ın bireyci mi yoksa sosyalist mi olmasından çok, jack london'ın bize böyle bir kahraman üzerinden hayatı göstermesidir beni etkileyen. yoksa martin eden bireysel bir karar vermiştir maalesef, kitabın arkasında yazdığı gibi , 'boşluğa tırmanış'ında.

yalnızlığın anlaşıldığı anlar

kişi dış sesinden çok iç sesine kulak vermeye başlıyor ise yalnızlık başlamış demektir.