bugün

entry'ler (5)

oyun sonu

2011 yılında bir festival kapsamında izlediğim ve Tarsus Çağrışım Tiyatrosu tarafından sahnelenen absürd, ki bu oyunu gördükten sonra bu sözcük aklıma doğrudan oyunun yazarı Samuel Beckett'i getiriyor, ve yaşamın anlamsızlığını vurgulayan tiyatro eseri. Kör ve kötürüm olan efendi Hamm'in sonunun yaklaştığına bir türlü inanmaması ya kendini bir türlü inandıramaması, oyunun ingilizce çevirisinde kullanılan isminin diğer anlamıyla benzerlik taşıyan bir durumdur. Şöyle ki "Endgame" satrançta, yenilmeye çok yakın olunduğunu ve kayda değer hiçbir hamlenin yapılamayacağını belirten çaresizlik durumu için kullanılır. Hamm'in belirttiğim yaşam gerçeğine inanmayı reddetmesi de böyle bir yenilgiye benzetilebilir. Hizmetçi Clov'unsa dizlerindeki sakatlık sebebiyle oturamama rahatsızlığı, onu evin içinde sürekli dolaşmaya mahkum etmektedir. Dolaşmaktan başka çaresi olmayan Clov'un evden tamamen gitmek isteğine rağmen bir türlü gidememesi, onun doğuştan gelen ve kim bilir belki de yaşamının son bulmasıyla dinecek olan yaşam sakatlığını ya da çaresizliğini pekiştirmektedir. Son olarak Hamm'in, vücütlarının belden aşağısına ait bölümleri bulunmayan annesi Nagg ve babası Nell ise bütün yaşam vakitlerini çöp varillerinde geçirmekte, bu varillerden yalnızca yemek yemek ve anlamsız kavgalarını seyirciye ulaştırmak amacıyla çıkmaktadırlar. Yemek yemek hayatın sonsuz ve anlamsız bir tekrardan ibaret olduğunu vurgulayan en güçlü alışkanlıklardan biridir. Bu iki karakter arasında geçen konuşmaların kavgadan ibaret olması da evliliğin, birtakım felaketler yaşandığında (her ne kadar bu durumlar birlikte yaşansa da) kolaylıkla darbe alabilecek türden bayağı bir hissin ya da anlamsızlıklar yığınının üzerine kurulu olduğu düşüncesine dikkat çekmektedir.

ve o hiçbir şey demedi

"Başka erkeklerin ciddiye almaya azmettikleri her şeyi zamanından önce umursamaz olmuş bir adamın yüzü bu." cümlesiyle öncelikle erkeklerin vazgeçemedikleri cinsellik arzusunu aklıma getiren Heinrich Böll romanı. Genel olarak erkekler cinselliği ciddiye alırlar; soylarının devamını sağlamak, kimilerine göre eşi benzeri olmayan bir zevki tatmak, kadınlara acı çektirerek onların tüm kopyalarından intikam almak ve belki de yaşamlarında bulamadıkları mükemmeli tensel doyumda yaşayabilmek için. Bu arzuyu umursamaz olanlarsa zannedildiği ve basitçe düşünüldüğü gibi hormonal bozuklukları olan ya da sorunlu insanlar değillerdir aslında, romandaki Fred karakteri gibi. Umursamazlık mükemmele ulaşmanın imkansız olduğunu idrak etmekle başlar benim kişisel görüşümde. Mükemmelin yeryüzünde var olduğunu ısrarla savunan insanların başlıca durağı olan cinsellikten her yere otobüs kalkar; paraya, şöhrete, zevke, tutkuya, ihanete, kıskançlığa, namusa ve kimi zaman da aşka. işte mükemmelin yokluğunu anlayabilmiş olan zeki ve alaycı umarsamazlar beklemezler yalnızca o durakta. Onların yetişmeye ya da en azından gitmeye çalıştıkları bir yer yoktur çünkü.

cronica de una muerte anunciada

Gabriel Garcia Marquez’in Türkçe'ye "Kırmızı Pazartesi" olarak çevrilen bu romanının geçtiği Latin Amerika toplumunda kadının en kutsal görevi ya da toplum tarafından üzerine yüklenen sorumluluğu bekâretini muhafaza etmektir. Angela Vicario bu kutsal görevi yerine getiremediği için kocası tarafından evlendiği gece evine gönderilmiş ve annesi tarafından dövülerek bir bakıma cezası verilmiştir. Toplumda kadının görevi, namusunu her ne durumda olursa olsun korumak olduğu halde erkekler bu vazifeye (kendilerini “namus bekçisi” ilan etmelerine rağmen) saygısızlık etmekte ve toplumun değer yargılarıyla çelişen davranışlarda bulunmaktadırlar. Özellikle Victoria Guzman ve Divina Flor gibi kadınlar cinsel bir nesne olarak görülmektedir. Romanın birinci bölümünde, evin aşçısı olan Victoria Guzman’ın Santiago Nasar’ın babası tarafından baştan çıkarıldığı ve kızının da aynı kaderi paylaşmaktan korktuğu belirtilmektedir.

veciz sözler

Romanı, ana karakterlerinden biri olan Mete Avunduk'a yaptığı iş dolayısıyla eşsiz bir sempati duyduğum Kaybedenler Kulübü'nden yola çıkarak anlatmak istiyorum ve filmi izlemeyen insanların bu romanı tanımaya hakkının olmadığı yönünde bir görüşümün olduğunu ileri sürenlere kati surette karşı çıkıyorum. Zira bu romanı okurken Kaybedenler Kulübü'nü satırlarda tekrar izleme fırsatını yakaladım ve yorumlamamın da bu samimiyet ekseninde gelişmesi amacını güdüyorum. Kaybedenler Kulübü'ndeki Kaan'ın (biraz daha açıklayıcı olursam radyo programı yapan aylak ruhlulardan diğeri olan Kaan Çaydamlı'nın) ya da Mete'nin, programın düzenli katılımcılarından (ve dinleyicilerinden olsa gerek) birinin (Sulhi Saygılı) söylediklerinden yola çıkarak bu kişinin hayat hikâyesini kurguladığını varsayın. Öyle bir hikâye ki ayrıntılarını bilmeye yalnızca sahibinin vakıf olacağı türden; ilk gençlik aşklarının isimleri, en yakın arkadaşla paylaşılan unutulmaya yüz tutmamış anılar, Dorian Gray'in Portresi'nin ne zaman ve ne şekilde okunduğu. Veciz Sözler tamamıyla bir "kafa hikâyesi", kendi ürettiğim ya da ne derseniz deyin yaptığım bu kavramı kurgusal anlamında kullanıyorum. Bütün roman boyunca toplumun yerleşik düşüncelerini rahatlıkla alt eden radyo programcılarından herhangi birinin kafasından geçenleri okuyorsunuz yalnızca. Sonundaysa Yalnızlar Partisi gibi bir tanışma partisine davet ediliyor Veciz Sözler dinleyicileri. Bilin bakalım Sulhi kim?

varolmanın dayanılmaz hafifliği

"Yaşamlarımızın her saniyesi sonsuz kere yineleniyorsa, isa'nın çarmıha çivili olduğu gibi biz de sonsuzluğa çivilenmişiz demektir." şeklinde bir benzetme içeren cümlesiyle, hayatın Tanrı'nın insanı yaratırken farkında olduğu ve insanı baş etmeye mahkum ettiği bir rutinleşmeden ibaret olduğunu, yinelenmenin insanın canını işkenceye vardıracak boyutta acıttığını ve sonu gelmeyen ve kurtulmanın imkansız olduğu bir acı çekme sahnesinin değişmeyen aktörünün insan olduğunu anlatan, ki bunlar benim naçizane düşüncelerim olduğundan itiraz hakkı her zaman saklıdır, Milan Kundera romanı.