bugün

entry'ler (10)

stuttgart

2012-2013 öğretim yılında 1 yıllık lise değişim programı ile gittiğim almanyada yaşadığım güzide şehir. eğer benim gibi müzik tutkunuysanız königstrasse'de bulunan saturn, müller ve mediamarkt combosunu yaparak aradığınız (neredeyse) bütün albümleri bulabilirsiniz. baktınız yoruldunuz schlossplatz'tan sola sapıp markstrasse'ye gidin derim. orada ve çevresinde genelde yaşlı insanların takıldığı aşırı güzel küçük küçük cafeleri görürsünüz. insan kendini eyfel kulesinin kenarında bir cafede oturuyormuş gibi hissediyor yahu, çok hoş. ama dersenizki ''olmaz aga ben ne yapayım yaşlıların yanında öyle, yok mu şöyle gençlerin takıldığı bir yer?'' açıkcası ben pek bilmiyorum öyle bar tarzı yerleri ama schlossplatztaki königsbau pasajında sıcacık bir starbucks var malum almanya soğuk memleket, gerçi ben oraya kablosuz interneti için gidiyordum orası ayrı. eğer hava sıcaksa hiç kendinizi öyle kapalı mekanlara tıkmayınız, çıkın abi uzanın çimlere schlossplatzta. açın kitabınızı okuyun, takın kulaklığınızı müziğinizi dinleyin, sevgiliniz varsa yanınızda alın güzel bir kırmızı şarap (ama akşam üstüne doğru yapın bunu, hem şarabın güneşten pert olmaması için hemde güneşin batışı sırasında bulutların rengi çok güzel oluyor orada) doyasıya için. evet, doğru bildiniz çok hayalini kurdum bu şaraplı sahnenin ama olmadı işte. stuttgart tv kulesi ise kesinlikle görülmeli, çıkabilirseniz tepesine de çıkın hatta. bütün stuttgart görünür oradan ve son olarak tam emin olmasam da schlossplatz-hauptbahnhof arası s-bahn hattında bilet kontrolü yapılmıyor sanırım. 10 ay boyunca kullandım hiç denk gelmedi bana, kısa mesafe ya ondan olsa gerek.

bridge to terabithia

dün gece cnbc-e'de ''aa ne güzel filmmiş, hayalgücü falan, hoş'' diyerek izlemeye başladığım, sonlara doğru yattığım yerden vücudumun yanmasına ve gözlerimden yavaşça yaşlar dökülmesine neden olan bir ''ağladım, rahatladım'' filmi.

lüksemburg

ask adlı the smiths şarkısında steven patrick morrissey'nin çok hoş bir şekilde telaffuz ettiği ülkenin adı.

how soon is now

''şarkılar dinledikçe güzelleşir'' sözünü bana en iyi şekilde kanıtlamış the smiths parçası. şöyleki ilk dinlediğimde nefret etmiştim bu şarkıdan, sonunu bile getirememiştim ama çok sonra meat is murder albümünü taktım cd çalarıma, başladım sakin bir kafayla dinlemeye sonra birden ''aha! şarkıya bak, sözleri kest. neymiş yahu bu?'' diye bakmamla birde ne göreyim? how soon is now çıktı karşıma. o zaman beri çok severim. klibinde johnny marr'ın morrissey'e gitar çalmayı öğrettiği bölüm ise çok hoştur, her izlediğimde ''neden hep dost kalamadınız lanet olasıcalar!'' diyerek düşüncelere dalarım.

ask

en iyi the smiths klibine sahip 1986 çıkışlı şarkı. öncelikle gözlüklü gencimizin utangaç tavırları ile başlıyor klip (bu arada o yuvarlak gözlüklerin en çok yakıştığı kişi olabilir o utangaç dostumuz), sonra deri ceketli abilerimiz, güzel güzel ablalarla dans etmeye başlıyorlar. bomba falan da girince işin içine çok hoş bir klip çıkıyor ortaya.

not: morrissey'nin kliplerinde arka planda belirip yok olma fantezisini bu klipte de görebiliriz.

kurban

ortaokul zamanlarında dinlemeye başladığım, türkiyenin en çılgın solistine ve en iyi davulcusuna sahip grup. adam gibi müzik dinlemeye başlamama vesile olan grupta diyebilirim, bu nedenledirki girdiğim her müzik muhabbetinde ''olum ya, kurban en iyi grup bi kere'' diyerek artistlik yaparım. ha ben bilmiyor muyum kurbanın ağzını burnunu dağıtacak çılgınlıkta gruplar olduğunu? biliyorum ama duygusal bir bağ oluştu artık aramızda, kopamıyorum.

usain bolt

her yarışını çok büyük keyifle, heyecanla izlediğim ve hepsini kazanmasını dilediğim jamaikalı sprinter. sonuçta herzaman böyle efsanelerin doğuşuna tanık olmuyoruz, kazanmaya başlamışken toplasın bütün madalyaları. reklam filmlerinden ise çok eğlenceli bir adam olduğunu çıkarttım (aslında evet reklamlarda insanlar olduklarından daha farklı ve çılgın görünebilirler ama ben bu lanet olası zencinin samimiyetine inanıyorum)

emrah ablak

tübitak çizgi öyküleri ile tanıdığım, nisan 2011'de ankara kitap fuarında cihan ceylan, fırat budacı ve yılmaz aslantürk ile birlikte tanışma fırsatına sahip olduğum, biraz konuştuktan sonra ise ''aman tanrısı, bu adam düşündüğümden daha çılgınmış dostum'' tepkisini verdiğim karikatürist. yazı stiline ise ayrı bir hayranlık duyarım, ah o karakteristik kuyruklar yok mu?

charles bukowski

erkek bir hayranından gelen mektubu okuduktan sonra ''the poor fucker didn't have a cunt. i threw his letter into the wastebasket'' cümlesini kurarak keyifli bir şekilde okuduğum women kitabına ara verip ''oha hank! bu kadar kötü olma be hacı'' cümlesini kurmama neden olan alkolik yazar. ayrıca biranın kokusuna bile tahammülü olmayan biri olarak o kadar birayı nasıl mideye indirdiğine şaşırdığımdır.

the smiths

değişim yılım için gittiğim almanyada tam olarak hatırlamadığım bir nedenden dinlemeye başladığım, o sıralar platonik bir aşk yaşamamdan dolayı da beni kendine iyice bağlayan, dinledikçe kalbimi hafif buruk bir aşk acısı ile dolduran (aslında kısaca "ağzıma sıçan") bana göre ingiltereden çıkan en farklı grup.