bugün

sevdiği entry'ler

anın görüntüsü

iki gözümün çiçeği.
görsel

kör bir meleğin şeytana aşkı

kör, sağır bir dünyadan, hilkat garibesi bir hikaye.

güzel bir kızdı tuğçe. buğday tenli, uzun boylu; o zeytin irisi güzel siyah gözlerine halel gelmesin diye muhafızlar gibi çevrelemiş upuzun kirpikleri ve beline bir ok gibi iniveren dümdüz saçlarıyla, afet-i devran bir karaşın. yüzü her daim güler ve o tebessüm edince dudakları ile çenesi arasında belli belirsiz bir gamze çukurlaşıverir; dünyadaki tüm iyilikler son bulduğunda kopacak olan kıyameti geciktiren de oydu belki. bebek gibi kokması da o sebepten...

iyi bir kızdı tuğçe. iyilik, görev bilinciyle değil de kalpten, bilerek, isteyerek, içinden geldiği için dünyayı katkılamak, insanların yanında olmaksa, evet tuğçe bir iyilik meleğiydi. gıkını çıkarmadan annesinin yardımına koşan, emek yorgunu babasını mütemadiyen iltifatlara boğan babasının bir tanesi, kardeş gibi gördüğü dostunun göz yaşına ortak ve kimi zaman da üç kuruş parasıyla çoluk çocuğu sevindiren neşeli, cıvıl cıvıl, bir peri...

sınıfından fazla dışarı çıkmazdı. arada bir kantine iner, arada bir de tuvalete giderdi. okuldaki ikinci senesinde, yine kantinden bir şeyler almış sınıfına dönüyordu; atilla'nın onu ilk görüşü de o güne rastlar.

atilla yakışıklı bir çocuk. oldukça zengin ve gerek babası gerek arkadaşları gerekse de kızlar tarafından çokça şımartılmış bir genç.

atilla, tuğçe'yi görür görmez yanındakileri dürttü:

- şşş, şu kız kim lan? oha, ilk kez görüyorum... iyiymiş aga. harbiden çok iyiymiş.
- valla ben de ilk kez görüyorum.
- şşş atilla, sen yaparsın bu kızı haa. jjj, aynen cebellezi moruk. heheheh

araya ortak arkadaşlar sokuldu, tanıştılar, sevgili de oldular. tuğçe, atilla'yı ilk gördüğü anda ruhu titremişti adeta, sonradan olacakların habercisi belki de.

uzunca süre birlikte vakit geçirdiler. her okul çıkışında beraberlerdi ve hafta sonları mutlaka buluşuyorlar, buluşmadıkları günler saatlerce telefonda konuşuyorlardı. aylarca böyle sürdü...

tuğçe fazla konuşmazken, atilla hep hareketli ve girişkendi. tuğçe, bir melek kadar iyiyken, atilla çoğu kez haddini aşıyor, hatta zaman zaman zalimleşiyordu bile. zengin bir kız sayılmazdı. hatta fakir bile denebilirdi. oysa atilla, tuğçe'nin aklının alamayacağı kadar zengindi. peki bu bir çelişkiler erotizmi, zıtlıklar romantizmi miydi? hayır, tuğçe'nin atilla'dan hiçbir beklentisi yoktu ki? bu, düpedüz aşktı...

bir gün "her şeyi sana anlatayım diye yaşıyorum sanki" dedi atilla'ya. atilla anlamamıştı, anlamadığını belli eder şekilde yüzünü ekşitti, başını kaldırmadan bir kulağını onda doğru uzattı. o bu hareketleri yaparken tuğçe sözlerine devam ediyordu: "çevremde olup biten her şey, etrafımda dönen her şey seninle konuşmak, paylaşmak için oluyor sanki. her şeyimin senin olması ne güzel!"

atilla uzun zamandır huzursuz; tuğçe'yse bunu göremeyecek kadar aşık. gülümseyerek anlatıyor: "biliyor musun, benim için bütün duygular sensin. mesela sevinçli bir şey öğrensem, bunu atilla'yla yaşamalıyım diyorum hemen. ya da birinin başına kötü bir şey gelmiş olsa, önce seni düşünüyorum, böylelikle tam derinde paylaşabiliyorum o üzüntüyü. bir şey senin başına gelmiş gibi düşünmesem, hissedemiyorum onu. jean-marc'ın chantal'a aşkı gibi..."

***

atilla dört yaşındayken annesini kaybetmişti. ünlü bir işadamı olan babası, annesinin eksikliğini hissettirmemek için, belki de babalığın bu şekilde icra edileceğini düşünerek her istediğini ona vermiş, sık sık yurt dışı seyahatlerine göndermiş, ara sıra yaptıkları konuşmalarda da onun hayata karşı dişli ve acımasız olması gerektiğini üst perdeden ve ezerek dikte ediyordu. atilla ise gündüzleri herkesi ezen, herkese kötü davranan, parasının açtığım tüm kapılar ardına kadar açılana kadar tekmeleyen bir zalim, geceleri cenin pozisyonunda uyuyan ana rahmine dönme arzusundaki bir zavallıydı.

atilla'nın, çevresinde konuşulanlardan ve çevresindeki insanlardan kolayca etkilenen bir yapısı vardı. uzun zamandır arkadaşları ve sınıfındaki kızların dillendirip durduğu "tuğçe çok güzel kız, senden iyisini bulursa affetmez aldatır" ya da "kız hem güzel, hem çulsuz. paranı yiyor senin, seni kafesleyip paranla neler yapacak kim bilir" gibi sözler aklından hiç çıkmaz olmuştu. tuğçe'ni her hareketi yapmacık, her sözü sinsi planının bir parçası gibi gelmeye başlamıştı. bir yandan "kimse bana oyun oynayamaz!" diye ego patlamaları yaşarken, bir taraftan da tuğçe'nin başka biriyle olma fikri onu delirtiyordu. her dakika bu huzursuzlukla baş edemez hale gelmiş, saplantıları uykularını da esir almıştı.

birkaç gün sonra tuğçe'yi arayıp, babasının cuma günü bir yurt dışı seyahatine çıkacağını ve geceyi beraber geçirip geçiremeyeceklerini sordu. özel bir gece olacaktı.

tuğçe çok heyecanlanmıştı. birileri görür diye dışarıda rahat rahat öpemediği adamı, kimseye hesap vermeksizin öpebilecek, uzun uzun sarılıp kokusunu içine çekecek, göğsüne yatıp izlemeyeceği bir filme göz ucuyla bakacak, belki bir kadeh şarap içip başı da dönecektir, kim bilir? hemen annesinin yanına koştu, kedi yavrusu gibi tüm şirinliğiyle yaklaştı:

- anne, cuma günü ayşen'in doğum günü varmış, gidebilir miyim?
- babana ne deriz kızım?
- ya söyle işte ayşen'de kalacakmış de. hadi bak atilla da geliyo, bişey olmaz.
- iyi hadi hadi ben hallederim babanı tamam.

***

büyük bir ev. tuğçe şimdiye kadar hiç bu kadar büyük ve şık bir ev görmemişti. hayran hayran her köşesine bakıyordu, fakat onu bu kadar mutlu kılan güzel bir evin içinde dolaşmak değil, sevdiği adamın her gün buraları adımlıyor olmasıydı onu bu denli istekle bakmaya teşne kılan.

atilla yine huzursuzdu. bir şey bekler gibiydi. oturduğu yerde düzenli olarak dizini titretiyor ve tuğçe'yi dişlerini sıkarak izliyordu. bir süre böylece sessiz oturdular. sonra, tuğçe'nin bir sözü akşamı ve sessizliği karnından boynuna dek yırttı: "ne kadar güzel! işte benim kocamın evi de böyle olmalı!"

tuğçe, bu güzelliği atilla'ya ve atilla'yı bu güzelliğe layık görürken; o ise pek tabii yanlış anlıyor, "tuğçe'nin gözü paranda, senden iyisini bulur bulmaz basar tekmeyi" sözlerini hiç bu kadar yakından duymadığını düşünüyor.

atilla, "demek öyle, demek senin kocanın böyle bir evi olmalı" diye söylenerek sakince mutfağa yöneliyor. tuğçe, tam olarak dediklerini duymamış olsa da sevimlice gülümsüyor ona. tuğçe: çok yanlış zamanda, çok yanlış bir yerde...

atilla elinde büyük bir bıçakla salona giriyor ve "orospu!" diye bağırarak tuğçe'nin gırtlağına savuruyor bıçağı. daha önce kimseye yumruk atma cesaretini bile gösterememiş olması sebebiyle gırtlağa isabet ettiremiyor, tuğçe'nin sağ kulağına geliyor o soğuk bıçağın darbesi.

sessizlik...

ağrılı... derin bir sessizlik...

tuğçe: çok yanlış zamanda, çok yanlış bir yerde; anlıyor... fakat atilla'nın ikinci vuruşu boynunu baştan başa yırtıyor. tuğçe'nin kalem gibi parmakları çaresizce titriyor, gırtlağından gelen hırıltıdan başka ses yok, gıkı çıkmıyor. kan fışkırdıkça daha bir zevkle vuruyor bıçağı atilla, "kimse benimle oynayamaz" diyor, "kimse benimle oynayamaz"

güzel başı, gövdesinden ayrılmış, öylece yatıyor tuğçe. bir annenin kefene sarılmış cansız bedeninin mezar dedikleri bir kuyuya savruluşu gibi, ya da bir babanın çaresiz ağlayışı gibi, iyinin yenildiğini haykıran bir sahne.

atilla biraz sakinleştikten sonra babasını arıyor:

- baba. baba, tuğçe'yi öldürdüm!
- ne? ne diyorsun oğlum?
- tuğçe'yi öldürdüm baba.
- nerdesin şu an?
- evdeyim. evde öldürdüm tuğçe'yi. bana oyun oynadı.
- sakinleş. sen iyi misin? hemen birini gönderiyorum ilgilensin. ben de hemen dönüyorum türkiye'ye. iyi misin sen?
- iyiyim. iyiyim.
- merak etme oğlum, hallederiz. hallederiz.

halletti de.

***

tuğçe, güzeller güzeli bir bahçede uyandı. hemen ötede annesi ve babasını görüp yanlarına koştu. annesinin melek kokusunu içine çekerken, babasının ellerini tutuyordu. tuğçe, bu güzel bahçede, hiçbir şeye özlem duymuyordu...

(herkesin başına gelebilecek bir hadise için "ailesi kızına sahip çıksaymış" diyebilen zalim devlet büyüklerine, hatırana zerre saygı göstermeyip seni çıkarları için kullanan medyanın iki yüzüne, katilini koruyan kollayan cümle lanet olası yüreksiz ve onursuza, orada burada "parası için cem'le birlikteydi zaten" diye söz kusan orospulara ve sana kıyanlara inat, huzurla uyu güzel münevver...)

böyle büyürdü her düş

büyümenin hikayesi.

ilkokul dördüncü sınıftayım. hani, hala futbolcuların gol sevinçlerini mahalle maçlarında taklit ettiğimiz dönemler. misal bir gol sonrasında caniggia'yla maradona'nın dudaktan dudağa öpüştüğü sene mahallede ne yiyiş dönmüştü be. yeter ki gol olmayagörsün; golü atanı atmayanı, rakip takımdan olanı aynı takımdan olanı, kalecisi forveti, istisnasız herkes gol sonrası bir anda yiyişmeye başlıyordu. kim daha çok gol yerse, maçı o kazanıyordu. öyleydi bizim kurallar. ayrıca atılan gol sonrası kasap, manava "senin kavunlar da tazeye benziyor. bi koklamak lazım ;)" gibi imalarda, göndermelerde bulunuyor; pattiz suğan satan amca bir köşecikte triportörünü sikiyor; köşedeki mandıranın sahibi suat abi, kendinden geçmiş bir halde bir yandan başından aşağı çökelek dökerken bir yandan striptiz yapıyordu. sapkın bir mahalleydik. (ulan taşak bi tarafa, mahalleye yeni taşındığımız vakitler peder elimden tutup evin karşısındaki bakkala götürmüştü. yanımda adama "şermin bey, şermin bey" deyip duruyor. ufağız, evin yerini şaşırdık günün birinde; bakkala sorayım niyetiyle girip "şermin amca bizim ev nerdeydi?" dedimdi. dükkandan tekmelenmek suretiyle siktir edilişimin sebebini bilahare anlayacaktım: herifin karısının adı şermin'miş. ulan bizim peder de nerden duyduysa... iyi katil olmamış şermin pezevengi. hadisenin 20 sene sonrasında karaladığım şu satırları, ta o günden selam duran mahallenin baş sapkını peder beye ithaf edelim heheh)

ilkokul dördüncü sınıftayım ve dersaneye gidiyorum. tabii bizim zamanımızda anadolu liselerine giriş sınavı ilkokuldan sonra yapılıyordu, ondan gidiyoruz dersaneye. yoksa anamın "bu çocuk galiba gerizekalı. 10 yaşına geldi, hala okuma yazma bilmiyor, hala gazetelerin resimlerine bakıyor" demesinin buna pek etkisi olduğunu sanmıyorum. ula peder almış getirmişse tan gazetesi'ni ben nabim? (fena sıçtık bu arada pederin ağzına ha)

yılın son iki ayında, dersanenin tüm sınıflarındaki başarılı öğrencilerden müteşekkil bir hafta sonu grubu oluşturulmuştu. bu özel gruba ilk teşrif ettiğim gün, servisi kaçırmam sebebiyle derse biraz geç kaldım. kapıyı çalıp içeri girişimle çağla'yı görmem bir oldu, hala hatırlarım: uzun boyluydu, saçları kumral ve küt kesilmişti; üzerinde mavi bir kot ve kırmızı bir hırka vardı; bacak bacak üstüne atmış, güzel kızdı. bense enteresan gömlek aşkımın o günlerden kalma olduğunu ispatlıyormuşum meğerse: altın sarısı ve kahverengi desenli gömlek de neyin nesi amına koyim? 10 yaşındasın be... aslında gömleğin kendi başına belki bir tarzın parçası olarak kabul edilebilirliği olsa bile; onun altına giydiğim, tamamen annemin işgüzarlığı olan gül kurusu rengindeki pantolonum, sanıyorum ki bir erkek çocuğuna yapılabilecek en büyük haksızlıktır. 15 yaşına kadar bu kadın yaptı benim alışverişimi birader, düşün artık yaşadığım travmayı. sonraları öğrenecektim, ben kapıdan girer girmez "tam benim tipim bu çocuk" diye bir laf etmiş yanındakilere. nasıl da yaşımızdan ziyadesiyle büyük davranıyormuşuz... (bizim peder ibneymiş, totoşmuş. iki paragraftır herifi yiyip bitiriyoruz, bu paragrafta da eksik kalmayalım dedim.)

ilkokuldaki aşk meşk mevzuları bellidir; ya teneffüste dansa davet oynarken ayarı verirsin kıza, ya araya birilerini sokarsın, konuştururlar, seni seviyorum-ben de seni (siktirin be), oldu bitti. çağla'yla da bu şekil olmuştu. gel gör ki ben yavrum saf, çeyrek aklımla fena halde kaptırmıştım kıza. üstüne bir de dersanedeki son günümüzde bir daha nasıl görüşeceğimizi doğru düzgün müzakere etmeden servislere dağılıp evlere siktir olmuştuk.

resmen divaneye bağladık iyi mi? evin içinde ölü palamut gibi gezmeler, paso depresif bir hal, ulan şarkı yazdığımı biliyorum be. "bak lan şarkı yazdım çağla'ya, dinle bak: rımmmmm... dırınırımm... dırınır... dinle bak, dinliyon mu? dırınırrım, dırınırım..." şeklinde gözyaşımla süslediğim musiki icrama 7 yaşındaki amcaoğlumdan ağır dereceden kahkahayla karşılık alınca bir hayalkırıklığına uğramadım değil tabii. ayrıca kendisi beni, arabesk-fantezi dalında yılın en hızlı çıkış yapan eşşoğlueşşeği ödülüne de layık gördü.

o vakitler abimle ranzada yatıyoruz. o abim ki ergenliğe yeni girizlemiş, her gece 31, her gece horozu boğmaca. ve sayesinde her gece mevzumuz belli:

- abi! abü! sallama şu yatağı yaa
- hınfhınf... ınnh... hınfınh... hınnhh...
- abü!
- hı? ha? ne var? siktir yat uyu enis sen daha uyumadın mı?
- ya sallama yatağı ya. anneeeee, abim yataa sallıyo!
- ulan it...
- haluk! niye söküyorsun yavrum kardeşinin pankreasını?

bu çağla mevzusundan sonra işler tersoya döndü tabii. her gece zırıl zırıl ağlıyorum ve ağzımdan çıkanlar "çağlaaaaaaıaaa. ühüüühüü... çağılaaaaıaa...", bunlardan ibaret. babam "ulan 10 yaşında hamile kalan ilk erkek çocuğu benim oğlum. hay senin allah belanızı versin bee" diyerek önüme çuval çuval çağla döküyor.

abi yüreği demek ki, dayanamadı, "gel götürücem ben seni çağla'ya" dedi bir gün. dersanede velilerin irtibat halinde olmasını sağlamak için verdikleri, öğrencilerin telefon numaraları ve adreslerinin yazılı olduğu kağıdı valideden çaldı; beni çağla'ya götürecek. bir güzel giyindim (ne güzeli ne güzeli? ön tarafında bir filin yüzü, arkasında aynı filin götü olan açık mavi bir tişört, altımda türbe yeşili bir pantul. hepsine bi yere kadar eyvallah da, ayağımdaki hastabakıcı terliği neden anne?), biraderin elinden tuttum, aynen çağla'nın evinin oraya. çok uzak bi mesafe değildi ama otobüsle gitmiştik. 1975'te macaristan'dan ithal ettiğimiz ikarus marka otobüsle şehiriçinde 200 basan şoförüyle (şoförün aynasının yanında "şoför tehlikeli ve yasaktır" yazıyordu. geçtim adamla konuşmayı, herifin kendisi bizzat tehlikeli ve yasaktı), abimle tek koltuğa oturmuş olmamıza rağmen önümüzde dikilip "hehheh. aslanlarım benim şimdi bana yer verirsiniz siz. aslan bunlar aslan! heheyt! aslanlarım benim. heh heh. heh. hadi bakalım." sözlerini sevinç dolu bir yüz ifadesiyle zikrettikten sonra yüz ifadesini zerre değiştirmeden arkalara doğru süzülen asker emeklisi sıfatlı sabunluğuyla manyaklarla dolu bir otobüstü bu da.

çağla'nın evini bulduktan sonra civarda 2 saat kadar takıldık. bilahare evin kapısında çağla'yı gördükten sonra sevinçle yanına koştum, gözleri parladı. 3-4 saat parkta oturduk; ben 10 senelik ömrümün en mutlu anlarını yaşarken, abimse hemen 50 metre ötede o mahallenin belalılarına yeni öğrendiği taekwondo hareketlerini sergileme gafletine düşünce 14 senelik ömrünün en nadide dayağını yiyormuş.

o gün, evimizde herkes usluydu.(peder hariç)

***

üniversitedeki beşinci senemdeydim. hayatımın aşkı olduğunu sandığım kadınla ayrılalı henüz çok zaman geçmemiş; onun bunun üstünde tepinme meşguliyetlerindeyiz. benimle birlikte bir arkadaşım da kendine özgü sebeplerden depresyona girmiş, kendini eve kapatmış. ben vukuatın ilk şokunu atlattığım için hayata dönmüşüm ama bizim pezevenkte tık yok.

şu hadiseye de değinmeden geçmeyelim: karı kız mevzularında son derece başarısız olan bu kardeşime vaktiyle ramazan ayındayken, beğendiği hatunlardan biri derste kağıda bir şeyler yazıp buna uzatmıştı. heyecandan götü teslim edecekken kağıtta yazan "sabah dişlerimi fırçaladım. orucum bozulmuş mudur?" cümleleriyle karşılaşması kendisini oracıkta fenafillaha ulaştırmıştı. karı, arkadaşımın saçlı sakallı halini görünce dindar bir şahsiyet olarak mı algıladı bilemem ama herifin verdiği cevap, tarih boyunca islamiyet üzerine yazılmış bütün kitapları yeniden sorgulamamıza sebebiyet vermişti: "diş macunu kullanmadığımız müddetçe orucumuz bozulmaz". ulan üsluba bak, sanki bana fetva yayınlıyor, mektubat yazıyor eşşoğlueşşek.

bir gece toparlansın, biraz dağıtalım hesabı plan yaptık arkadaşlarla, aradım:

- alov? nabıyon lan kavanozdaki adam? akıakıakı.
- napim abi yatıyorum ya.
- ulan akşamın 7'sinde ne uykusu bu sığır? 7 a.m'de ne uykusu olm bu? a.m mi, p.m mi hep karıştırıyom bunları da.
- p.m abi.
- sus, bağa cevap verme. akşam çok acayip işler olucak kardeşim. çok acayip içki olayları var. seni de bekliyoruz.
- abi ben gelmeyim, çıkasım yok.
- asıl sürprizi duymadın lan. arda okuldan iki tane de karı çağrıyormuş.
- geliyorum abi.
- hehehe, yılan seni. 9 a.m'de arda'da oluyüsün.
- p.m abi.
- anayın amı anayın.

akşam toplandık, yavaştan demlenmeye geçerken kapı çaldı. biz iki kız beklerken, istanbul'dan gelen misafirlerini de kapıp getirmişler. yalnız kızı görmen lazım biraderovski. hani, kızların istanbul'dan gelen misafiri değil de, kuğulu park'tan çalıp getirdikleri kuğu dersin, o kadar söylüyorum. çerkesmiş üstelik, çerkeslere zaafım da malum...

bütün gece karı anlattı, ben dinledim; bi ara sazı elime alayım dedim, sıçtım. fakat allah seni inandırsın, kıza dair zerre kötü niyet yok içimde. lan öyle temiz bi sıfatı var ki, adamın nefsi uyanmıyor be. ha "verse sikerim" o ayrı heheh. gece boyunca zaten el temasından başka da yakınlaşmamız olmadı.(pandiklemedik lan karıyı, öyle koltukta el ele tutuşmaca bebe gibi).

diğer karılardan da iş çıkmayınca yatakta arkadaşımla beraber yatmak zorunda kaldım. yalnız, gece bir rüya gördüm, inanaman. rüya anlatmaktan da dinlemekten de iğrensem de, bunu belirtmem lazım abi. güya eski karım (rüya müya. rüya da olsa öyle karıyı boşayan akl-u hikmetimi sikeyim) ve onunla beraber 6 tane afet-i devran karıyla aynı evde takılıyoruz. ama hissediyorum yani, çok acayip işler olacak. bakalım neler olacak diye beklerken bi anda evi bok basıyor. yerler, duvarlar, her yer lağım suyu, bok, püsür... leş gibi de kokuyor. lan bir uyandım, yanımdaki arkadaş ver etmiş babam osuruğun gözüne, cayır cayır... herif nasıl bir osurduysa resmen rüyanın seyrini değiştirdi amına koyim.

neyse abi, uyandık, kahvaltı mahvaltı muhabbetleri tabii. telefonlar alındı karşılıklı, iki gün sonra aşti'den ufak bir öpücükle uğurladık.

ulan bir anda yıllar evveline döndüm. her şey, tam olarak 15 sene önceki gibi. yani abim hala ranzada otuzbir çekiyor. heheh saçmalamayın. tüm hissettiklerim aynı; 15 sene evvel çağla'yı arayan çocuk gibiyim. "ulan" diyorum kendime, "kalk git. tıpkı 15 sene önceki gibi kazanacaksın."

bir gece aniden janti façayla; yanıma sadece telefonumu, çakmağımı ve cüzdanımı alarak yola çıktım istanbul'a. varır varmaz öğle vakti aradım, akşama doğru buluşmak üzere sözleştik.

yine güzeldi, kuğu gibi. o anlattı, ben dinledim; ta ki hasbelkader, inceden utanarak, erkek arkadaşından bahsedip kulaklarımı ateşle tıkayana dek. başka arkadaşlarla da görüşeceğimi söyleyip apar topar siktir ettim karıyı, sonra ne o aradı, ne ben.

hayalkırıklığı büyüktü tamam; her ne kadar hissettiklerime aşk demek mümkün olmasa da, hem kabuğum bir cılız tokatla çatlamayacak kadar sertleşmişse de, bir soru aklımı kurcalayıp duruyordu: aşk denen o güzel kız çocuğu bu kadar çirkef, bu kadar kirli ve bu kadar çirkin mi büyüyecekti?

***

önceleri bir düştü aşk, gülümserdik uyurken;
sonra bir düştü aşk, dudağından kaldırdık kahpelerin.

önceleri bir düştün güzel kız, ağlayarak uyandım;
sonra bir düştün gözümden, şimdi kupkuru gözlerim.

önceleri bir düştüm, hayat bana imrendi;
sonra bir düştüm, anladım: böyle büyürdü her düş...

hayata dair iç burkan detaylar

70 + yaşlarında çiftin markette sanıyorum ninenin ısrarı üzerine torunları için 40-50 tl değerinde bir oyuncak alması. ninenin dedeye ''bu ay sana çok yük oldum hakkını helal et'' demesi.

sözlükte kadın olmak

görsel
Şu an ağlıyorum...