bugün

entry'ler (30)

kutsaldan arındırılmış modern toplum

e. durkheim'ın "dinsel yaşamın temel biçimleri"nden beri pek az yazar, dinsel ve kutsal yaşamın temel formlarının ortaya çıkarılmasında mircea eliade kadar kapsamlı bir araştırmaya girişmiştir. "kutsal ve pindışı"da hedefi, "le mythe de l'eternel retour"da olduğu gibi, tarihsel dinlerin dogmatiğinin ötelerinde, dinsel kozmolojinin değişmez özünü, yapısını, ısrarlı arketiplerini bulgulamaktır. belki de eliade, durkheim'cı bir perspektife, diğer din araştırıcılarından çok daha bağlı kalarak, din olgusunun yahudi-hiristiyan geleneğinden çok farklı biçimlerde ortaya çıktığı arkaizmi, kutsal-dindışı ayrımının sürekliliğini sağlayan bir geleneksel toplum formu olarak kabul etmeye yönelmiştir. arkaik dinde insanlarkendilerini kozmos'a ve kozmik ritimlere çok daha bağlı, çok daha yakın hissederler. eliade bununla modern dinlerin tarihsiciliğini karşısına almaktadır bir anlamda. kozmos'un, arkaik kozmogoniler tarafından anlatımı da "tarihsel"dir; ancak insanı tarihin öznesi kılacak bir dindışı tasarım antik mitologyalar, hatta tarihsel dinlerin ilk biçimleri üzerinde hâkimiyetini tümüyle kurmuş olmaktan uzaktır. belki de, dindışının egemenliğini ilan etmiş olduğu modern dünya, kutsalın arketiplerini tümüyle elden çıkarmış, yerlerine tümüyle farklı simgeler getirmiş değildir. eliade'ın araştırdığı düzlemde de zaten başka türlüsü olamazdı. tarihin bile, bir tüm olarak kutsallaştırılabildiğine şahit oluyoruz bazen. "...dinsiz insan dini bilinçli olarak yaşama yeteneğini ve böylece onu anlama ve üstlenme olanağını kaybetmiştir; fakat varlığının derinliklerinde hâlâ bunun anısını muhafaza etmektedir.." (s.190) işte belki de "bilinçdışı" freud'dan bu yana o çetrefil, demonik varoluşunun dinsel dünyanın geri çekilişine borçlu olduğu "özel mitoloji" bu noktadan itibaren varlığını hissetmektedir. nietzsche "tanrı öldü!" diyordu; freud ise "tanrı bilinçsizdir". işte eliade, "kutsal ve dindışı"da, bu iki söz arasında mekik dokuyarak, kutsalın her türlü nostaljiden uzak, indirgenemez varlığını hiç değilse arketipler, simgelere ve belirişler halinde sürdürmesinin sırlarını keşfetmeye çalışıyor...

modern toplum, kutsaldan arındırılarak açılmış bir tarlada yeşerir. bugün uygarlığımıza pek uzak gelen "geleneksel" toplumun güç isteği, doğayla bütünleşme tarzı olan kutsalın belirişi, yeni bir keşif olan dindışı dünyanın karşısında sürekli bir gerilemeye girmiştir. eliade'a göre, dindışının bu sınırlan sürekli ileri, kutsal alanın zararına itmesi, tarih adını verdiğimiz süreci oluşturur: modern toplum özünde tarihsicidir; geleneksel toplumun en büyük korkusu olan"arketiplcrle" düzgülenmemiş zamanın, kant'ın "zıvanadan çıkmış" zamanının, yani tarih'in içinde "kendisini yapan", ya da yapmak zorunda olan, marksizmin veya varoluşçuluğun insanının toplumu...

yine de eliade'ın kitabının yaptırdığı gezinti (hind'den çine, mezopotamya'dan kwakiutl yerlilerine) modern insanın antropolojisine, felsefesine, psikolojisine, tarihine ve yaşantısına uzak değil... "global" olduğuyla öğündüğümüz dünyamız üzerinde, çin'e "kıtalararası füze" erişebilecek olmamız, onlarla aynı, türdeş ve ölçülebilir mekânı paylaştığımız izlenimini verebilir. ama çin tarihçisi andre haudricourt'un söylediği gibi, binlerce yıldır hasadını bizim gibi "kütle halinde" kaldırmadığı türünden hiç akla gelmeyecek bir nedenle (pirinç ve çeltik izin vermez buna) denilebilir ki çin uygarlığı bizimle türdeş bir mekânı paylaşmaz: onlar ormandan tarla kazanmaz, köy hayvanlarını sürüler halinde otlatmaz, iktidarını doğrudan değil, "üçkâğıt açarak", nezaketle kurar. aristo'nun "insanın cansız varlıklara ve hayvanlara karşı hiçbir ahlaki yükümlülüğü yoktur" sözlerinin bir benzerini, hiçbir çinli feylesofun ağzından duyamazdınız.

eliade kutsallığın yaşantısını, deneyimini (deney değil!) homo erectus'un "dikey duruş"undan, "angst"ın ilk tadılışından başlatır: karşısına çıkan mekân türdeş değildir, dikey olarak durduğu yerden çadırını, evini inşa etmeye başlayacak olan bir kimse kozmos'un ona belirişine kulak vermiş olmalı, ona doğru yönelmiş olmalıdır: "dünyada yaşayabilmek için onu kurmak" gerekiyordu. presokratiklerin, özellikle anaksagoras'ın ünlü "mesotes"i, nirengi noktası, sabit noktadan başlayarak. bu deneyim pek eski ve herhalde evrensel olmalı.

kutsallığın eskiliği ve evrenselliği, onun uzak ve aşkın anlamına gelmez. aksine, eliade'ın eserinin gözlerimizin önüne serdiği kutsal, bugünkü gündelik yaşamımızda kutsallıkla asta bağdaştıramayacağımız en yakın yaşam çevremizi kuşatır: evimiz, kapımız, evimizin eşiği, sokak, kent ve tüm bunları kuşatan zamansal-mekânsal tasavvurlar. kutsal insanın "dünyaya açılışının" ilk aracı, ilk biçimidir. kutsal karşımıza sonsuz çeşitliliğiyle türdeş olmayan bir mekânı, hareketli bir zamanı çıkarır. zamanda ve mekânda kaydettiğimiz ya da önümüze çıkarılan herhangi bir işaret, kutsalı dindışından ayırt etmeye yeter; artık olağanüstünün (ebedi bir tekrarın, sonsuz yinelenmenin) alanına girilmiştir.

ebedi dönüş (batı felsefesinin yeşermesinden çok önce dünyanın tanışık olduğu bir tema), toplumun ve dünyanın, devreler halinde "yeniden kurulduğu", gençleştiği anlamına gelir. tanrı doğar, ölür ve yeniden doğar, sonsuz bir yinelenme kozmosun değişmez düzenini oluşturur. eliade'a göre kutsalı yaşamın merkezine getiren "ilkel" ya da "geleneksel" toplumların "tarihsiz" olmalarının sırrı, bu "ebedi dönüş"te yatmaktadır. modern toplumun "tarihselleşmesi" bu yüzden, kutsalın elinden çekilip alınan, bildik (ya da bilinebilir) kılınan, üzerinde insan faaliyetinin hâkimiyet kuracağı bir alarının çevresini çizmektedir. bu alan, dindışı insanın, varoluşun "anlamını" tartışmaya koyulan tarih içindeki insanın, "hakikat"ın göreliliğini kabullenen, her türlü aşkınlığı gönül ferahlığıyla reddedebilen insanın yaşam alanıdır. aşkınlığı reddeden insan, kendisini yaşamın ve tarihin öznesi olarak kabul eder; nietzsche'nin gösterdiği gibi bu insan, köklerini trajik duyumda bulur. eliade'ın bir hatırlatması burada önem taşımaktadır: "fakat bu dindışı insan, homo religiosus'un soyundan gelmektedir, o da bu adamın eseridir, ataları tarafından üstlenilen konumlardan itibaren oluşmuştur", (s. 180) sonuçta çağdaş "dindışı" insanın "gizli mitolojisine", laik törenlerine, gündelik yaşamımızın hemen heranında tanık olmuyor muyuz? günümüz dünyasının dinsel arketiplerini oluşturan sinema, edebiyat, müzik ve genel olarak kültür imgelerinin dolaşımı eskiden "kutsalla bütünleşmiş" insanlığın duyumlarının izini taşımıyorlar mı?

çevrimiçi oluşunu izlemek

Olmaması gerekendir.

ibrahim tatlıses

bu herif ki ufacık kıza "vay küçük orospu" diyecek kadar beyni örümcekli, dar kafalı bir herif. içindekileri bir an da olsa ağzından kaçırıyor, sonra özürler diliyor. e ne yapacak diyemez ya benim görüşüm "karıların büyüğü de ufağı da aynı tek bir işe yararlar şu hayatta" diye. mecbur özür diler.
bu herif ki belli bir geçmişi olan bir kadına ondan ayrılmak istediğin de bırak şiddet uygulamayı direk yaralayıp hastanelik eden.
bu herif ki herkesi kendinden aşağı gören,3 kuruş için çalışan, bihaber olduğu bir yaşam biçimi içinde savaş veren insanları köpek gibi azarlayan.

metin 2

Eskiden peder uyanmasın diye sesini kısardık, Şimdi uyansın diye son ses açıyorum. Bir halt olacağı yok ama. çaresizlik.

2007-2013 tayfasına selam olsun

31 mayıs 1969 zeki müren aspendos konseri

"yasayan yalniz karsimdaki duvardi..."
zeki müren

aspendos projesini getirdikleri gün, karmakansik duygularin içinde boguluyordum.. tertemiz bir golge ile dolu odada yalnizdlm. nevresim, yatagimin ucunda, baygin gibi hareketsiz, ayaklarimin dibinde duruyordu. fakat davranip onu üstüme çekmeye bile gücüm yoktu.. o an her seye bosveriyordum. bir olü idim sanki. olü vücudum, yanlarinda ayaklanm da olü idi. yasayan yalniz karsimdaki duvardi. yavas yavas dalgalanarak kimildayan duvar. bacagim bir yatagin üzerine dayali, misil misil uyuyor.

istanbul'da bogaziçi lisesi'nde okudugum yillar beynime çakildi, o bembeyaz odada.. lise son sinifta idim. subat'ta ve yaz tatillerinde bursa'ya gidebilmek için can attigim günler. anacigimin, babacigimin hasretiyle yanip tutustugum günler. istanbul bir baska. kabul. ama bursa da dogup büyüdügüm sehir. ilk goz agrim benim. kocaman çocuk oldugum halde evdekiler hala bana bebek muamelesi yaparlardi. annemin burnumu sikarak balikyagi içirdigini, arkasindan da bir portakal dilimini kahveye bulayip yutturdugunu hatirliyorum. ne güzeldi o günler yarabbim.

yoo, güzel olan biri daha vardi. o da benim ilk askimdi. komsumuzun kiziydi. tophane mahallesi'nde ortapazar caddesi'nde onlarin evi ile bizim evimiz karsilikliydi.

ona deli gibi asiktim. esmer, yanik tenliydi. yemyesil gozleri vardi. babasi emekli bir, subaydi. o yaz tatili için bursa'ya giderken karanmi vermistim. ona askimi ilan edecektim ve kulagina egilip, seni çok, ama çok seviyorum, diyecektim. o duygu firtinasi içinde istanbul'dan bursa'ya varisim, ya bir saniye sürdü, ya da iki saniye!. eve varir varmaz cumbali pencereye oturdum. onlarin pencerelerine baktim. yoktu.. anneme sordum, nerede diye.. meger üç gün once bir havaciyla nisanlanmis. o sabah dünya basima yikildi sanki. bütün umutlarim, bütün duygularim bir anda yok oldu. o esmer, yesil gozlü ilk askim, zannediyorum simdi kanada'da. çünkü, evliligini yürütemedigini, kizinin da yine avrupa'da evli oldugunu duydum. adi mi? yoo, asla açiklayamam o güzeller güzelinin adini.. sadece size sesinin güzel oldugunu, bir süre arajman sarkilari okudugunu soyleyebilirim. o kadar.

aspendos projesi yanimda, ben ise yillann otesindeki güzelliklerle bogusuyorum. ne tuhaf..

kararimi verdim. çikacagim aspendos'a. çünkü o konser, hayatimin en büyük konseri olacak, benim de zafer tacim.. aspendos antalya'ya 55 kilometre uzaklikta. organizasyonu üstlenen arkadaslar o gece siki siki tembihte bulunmuslardi.

"zeki bey, yola geç çikin. trafik rahatlasin. o kala-balik arasinda yollarda perisan olmayin." o yüzden derya motel'den geç çiktim. fakat o da ne?

antalya bombostu. sokaklarda, caddelerde kimsecikler yoktu. bir faytonun atindan çikan "lak ... lak ... lak" sesi disinda antalya'nin o ünlü bulvarinda baska ses yoktu. aspendos'a vardigimda gozlerime inanamadim. bütün antalya aspendos'a dolmustu sanki. '

klasiklerle, dede efendi ile girdim aspendos'a. hiç unutmam. zaten insan oyle geceleri unutamaz. "yine nese-i muhabbet beni canim etti seyda" ile basladim. nevres pasa'nin sehnaz divani ile devam ettim:

"vardim ki yurdumdan ayagi goçülmüs..."

güftesi bayburtlu zihni'ye ait olan bu eser o tür geceler için benim favori eserimdir zaten.. klasikler bitince ikinci bolümde sadece saadettin kaynak'tan ve selahattin pinar'dan eserler okudum. aspendos'ta, o büyük tarih hazinesinde "çit" çikmiyordu.

uçüncü bolümde o rengarenk kiyafetlerimle, cicilerimle çiktim. günün sevilen sarkilarini soyledikçe aspendos cosuyordu. o büyük kalabalik, o coskulu insanlar beni birakmak istemiyorlardi. aspendos'tan antalya'ya donerken, arabamda sevinç gozyaslari doküyordum. derya motel'e giderken, sabah günesi doguyordu. arkamda on farlann piriltisini, arabalarin kirmizi arka lambalarini ates bocegi gibi gorüyordum. koskoca yolda virajlar birbirine bagli kalmisti sanki. antalya'ya ayak bastigim günde arkadaslar sormuslardi, "heyecanli misiniz?" diye..o zaman onlara üç aydir uyuyamadigimi, bu konseri düsündügümü soylemistim.

gerçekten o büyük heyecanla yemekten, içmekten kesilmistim. motele dondügümde sabahin 5,5'u olmustu. trt muhabiri meral savci zorla bana bir tabak çorba içirirken, etrafimdakilere sorular yagdirdim:

o gerçekten ben miydim? tanri hangi kuluna boyle büyük bir geceyi nasip eder? etrafimdakiler koro halinde bana cevap verdiler: "o sendin pasam..ne olur iki lokma bir sey ye, artik

o olaydan birkaç yil sonra sanatçi büyüklerim veya benden küçük olanlar aspendos konserlerini denediler. simdilerde ise aspendos denemeleri çok basanli oluyor. isiklar, sehir cereyani, ses tesisati mükemmel. ustelik seyircilerin oturduklari tribünler de aydinlatiliyor. yani simdi isler oturdu aspendos'ta. ben ilklerin oncüsü olarak, antalya'daki o zafer tacindan çok bahtiyanm.

içkili gazinolarda çatal sesi duymadim dersem, sakin mübalaga ediyorum zanedilmesin. herkes içkisini içer, yemegini benden once çikan komedyenlere kadar yerdi. ben çiktigim zaman servis dururdu. ben servisi durdurun diyemezdim. en basta buna gazinonun, müessesenin sahibi razi olmazdi. fakat halkin bana karsi sevgisi, saygisi, o çatal, biçak kadeh seslerini susturdu gazinolarda.

ben de o saygili seyirciye yillarca en güzel sarkilarimi sundum. ta ki kalbim yorulup, kusadasi'nda kalp spazmi geçirdigim yila kadar.

kusadasi'nda kalamaki koyu, antalya ve bodrum cennetlerinden sonra benim yeni mekanim olmustu. yaz aylarinin bir bolümünü artik o kalamaki güzelliklerinde geçirmege baslamistim. kusadasi'nin bir güzelligi izmir'e yakin olusuydu.. denizden, günesten, sicaktan sıkıldığım an kendimi izmir'e atiyordum.

halit akçatepe

"sevgili adile ablayla bizi ana oğul bilirlerdi. ana oğul bilirlerdi çünkü biz o kadar filmde ana oğul oynadık ki adile ablaya halit senin oğlun mu diye sorarlardı bana da adile hanım senin annen mi diye sorarlardı. çok oynadık adile ablayla beraber ve çok şakalar yaptık ona biz. yıllarca arzu filmde beraber oynadık ve çoğu şakayı kaldırıyordu. o da bize ara sıra şaka yapardı. bir gün arabadayız arabayı kartal tibet kullanıyor. adile abla da arabada. benle tarık akan arkadayız. kartalın bir arabası var, mercedes. direksiyonun ortadaki kapağı habire çıkıyor. arabada giderken başladık biz şakalar yapmaya. ben üzerine atlıyorum, tarık bir şeyler yapıyor çekiyor bi tarafa doğru adile abla ay diyor yapmayın falan, kartal diyor eyvah araba sola gitti eyvah sağa gitti, öndeki arabanın dibine giriyor aniden fren yapıyor falan. adile abla çocuklar yapmayın allah rızası için yapmayın falan diyor. bunlar olurken kartal direksiyonun ortasındaki kapağı çıkartıp adile ablanın üzerine attı eyvah direksiyon da gitti dedi. adile abla pencereyi açtı imdat kaçırıyolar kadın kaçırıyolar diye bağırmaya başladı. polisler bizi durdurdu. sonra polis arabadaki kadroyu görünce kaçırıyorlarsa kaçırsın ne yapayım dedi."

evren teorileri

Çoklu evrenden kastedilen baloncuk evren modelidir. Bu teoriye göre bizim büyük patlama ile oluşan evrenimizden daha nicesi sonsuz boşlukta yer alır.
Paralel evren teorilerinde ise farklı boyutlarda yer alan (uzay-zaman boyutları) evrenler kastedilir. Örneğin kopenhagen yorumunun bir sonucuna göre tüm olasılıklar paralel evrenler şeklinde gerçekleşir. Evrenin birinde ben klavyeyle yazı yazarken bir diğerinde çay içiyorum gibi.. Bir de sicim teorisi gibi çok boyutlu modellerde, bizim algılamadığımız diğer boyutlar da paralel evren olarak anılabiliyor. (Sicim teorisi böyle demez, birileri böyle yorumlar sadece)

2002

simetrik bir sayı, kesin kutsal kitaplarda falan da geçiyordur.

ergün atalay

Hiçbir kutsal kitapta yazmaz ama ben yazayım dedim:

Şimdi bu zat Türk iş sendikasının başına çöreklenmiş zehirli bir yılan ve zehrini yanındaki hatundan aldığı belli. Ve bu zat Türk iş sendikasının geleneğini sürdürüp her zaman ki gibi işçileri sattı, bunda anlaşılmayacak ya da kızacak bir şey yok aslında ama bizim keskin solcu abilerimiz oturdukları yerden bir gündem yakalamışlar ya, neymiş efendim "bu zat istifa etsin" yahu bu işler tatlı suda balık avlamaya benzemez ki! Var sayalım istifa etti, etmez ya. Ne değişecek bu durumda? Yerine hemen yeni bir korucu seçilecek hem de sizin desteğiniz ile. Bu zatın sendika genel başkanlığından istifasını isteyip şuh bir kadının histerik çığlıkları gibi uluyacağınıza, bu gerici ve ajan sendikaya üye olan saf ve iyi niyetli işçileri bağlı bulundukları bu gerici sendikadan istifa etmeleri yönünde ne diye bir çabanız yoktur? Yoksa evcilik mi oynuyorsunuz? Ya da Trük iş sendikasının geçmişine dair bir bilgiye mi sahip değilsiniz? Hatırlatma adına söyleyeyim. Amerikan emperyalist çevreleri ile onların ülkemizdeki işbirlikçileri yerli sermaye çevreleri, DP iktidarı ve sarı sendikalar, işçileri merkezi bir sınıf uzlaşmacısı sendikal örgütün çatısı altında toplamayı tezgâhladılar. Ve 1952 yılının Temmuzunda Türkiye işçi Sendikaları Konfederasyonu ( Türk iş ) resmen kuruldu. Yedi ildeki on sendikal birlik ve federasyon tarafından kurulan Türk iş’ daha sonra diğer sendikal örgütlerde katılmışlardı. Meselenin çıkış noktası kısaca budur. Ey tatlı su solucanı titre ve kendine gel.

yılmaz morgül

özel hayatı kimseyi ilgilendirmeyen, ses sanatçısı.

üniversiteye yeni başlayacaklara tavsiyeler

sevgili kardeşim,

-fakülteye ilk girdiğinde direkt kantine git bir su al. hem seni bir görsünler hem sen kantin tayfasını yavaş yavaş görmeye başla. kantinciyle samimi olmaya çalış bokunu çıkarmadan.

-kantinden çıkınca önünde kuyruk olan, arada sakallı uzun saçlı elemanların ''yea abi kendi okulumuz bize zulmediyor yeaa'' dedikleri, içeride bir görevlinin öğrenci azarladığı yer öğrenci işleri. orayı düz geç. nasılsa hallolur işler bir şekilde kardeş, dert etme.

-koridorda yürürken sağlı soğlu kulüplerin masaları olacak. eline tuzluğu alıp koşma hemen, biraz nabız yokla en güzel kızlar hangi kulüpteyse oraya atarsın kapağı. nasılsa hiçbir kulüpten ekmek yiyemeyeceksin bari ''kızlar çok güzeldi'' abi der yırtarsın. arkandan ''ulan bu herif de hep güzel kızlarla takılıyor'' derler. ''abi adamın ağzı laf yapıyo ya'' derler. ''abi adam istese herkesi siker'' bile derler. yeminle derler. amerikan futbolu takımının standında taş hatunlar olur, mal mal bakma adamı sikerler.

-şimdi o koridoru düz geçip kendi bölümüne çıktın ya hani, bak az ileride sırtını duvara vermiş ne yapacağını bilmeyen dertli ve düşünceli bir adam var. o adam uzunca bir süreyi beraber paylaşacağın adam. ister hemen git kaynaş, ister acele etme. bir şekilde bir araya geleceksiniz sike sike.

-şimdi ilk derse girmeden önce bir tuvalete gidelim sen elini yüzünü bir yıka. saçlarını bir kontrol et, muhtemelen üçüncü sınıfa doğru dökülmeye başlar onlar, hazır hala kafandalarken biraz oyna şekil ver. hem sınıfa hemen girmeyelim en son girip herkesin bakışları arasında geçelim yerimize ki, yüz aşinalığı oluşturalım.

-oldu amınakoyim bu yaşımda derse girecem bir de seninle hadi şimdi gir sınıfa ve kararlı bir şekilde yerine otur. ''özür dilerim hocam'' falan deme. sakin bir baş işaretiyle geç yerine. ben koridorda seni bekliyorum. az hatun keseyim gelmişken ben de.

-şimdi yerine oturdun. dikkat edersen, derste bütün erkeklerin kafasının sabit periyotlarla döndüğü tarafta bir kız var, hah işte o kız sınıfın en güzel kızı. sen onu siktret. nasılsa kimse hacılayamayacak onu. gidecek üst sınıflardaki kılın tekine yar olacak. bırak diğer rakiplerin onunla vakit kaybetsin, sen ikinci güzele yönel. ne biliyim arkasına otur. muhabbetini dinle. bilgi toplamaya çalış. emin ol seneye afet olacak o ikinci güzel. sonra kafanı sıralara vurmazsın. abini dinle sen. millet ''ulan ne akıllı adammış be, ben anlamıştım zaten bu çocuğun zeki olduğunu'' der. saygı görürsün.

-ne çabuk bitti olum ders, tam bağlıyordum dörtlerden birini. neyse hadi gidelim şimdi en önemli kısımlardan birine geldik.

-şimdi evlat, mühendislik fakültesinin bahçesinde sigara içme sanatını öğreneceksin. burası lise değil. araya çıktığında hayvan gibi bahçeye koşmayacaksın. sakin ve emin adımlarla az önce samimi olma sürecini başlattığın kantinciye gidip çayını alacaksın. bak ben sölemedim sen de hatırlatmadın. okula gelirken uykusuz alacaktık. ''ya şu birlerdeki çocuk yok mu hani geçen gün bahçede uykusuz okuyordu'' cümlesinin öznesi olacaksın. çayını aldıktan sonra bahçenin her yerini gören gölge bir yer denk getirip oturacaksın. bahçedeki bütün erkeklerin sabit periyotlarla değil, direkt sabit olarak baktığı yönde bir kız var, hah işte o da fakültenin en güzel kızı. en fazla rüyanda görürsün o da teleskobun falan olursa. hiç ona bakarak zaman kaybetme. unutma dedenin şu sözünü; ''en güzelle uğraştığın geniş sürede, sayıca fazla orta ayarları kaçırırsın''.

-bahçede kendine günlük sabit dört beş posta kesişebileceğin ayarda birini belirle. onunla yetinmeyi bil. kız arkadaşın oldukça bu senin reklamın olacak ve daha iyiye doğru gideceksin. ya da mezun olana kadar kesişir, kuru kuruya akıtırsın pisliğini peçeteye. olum bakmasana en güzeline, beni dinle sikerim kulağını.

-çayını sigaranı içtiysen dergini de biraz okuduysan dergiyi kapat ve beş dakika hiçbir şey yapmadan otur. bu da klasik bir taktiktir evlat. eğer beş dakika içinde dergiyi istemeye bir kız gelirse taktik tutar, yok adamın teki gelip dergiyi isterse ''dersim var abi ya'' de ve hızlıca kaç bahçeden. kimse gelmezse de bir şey kaybetmedik. zaten ilk günümüz. sıkıntı yok. bunun gibi binlerce gün seni bekliyor olacak.

-kısaca anladın dönen tezgahı, ben şimdi işe döneyim, yoksa patron öttürecek cücüğümü. bu anlattıklarım günde beş kere falan tekrar edecek, nasıl bir yarrağın altına yattığını iyice anlamışsındır umarım. hadi sana iyi dersler.

ege bölgesi

zihnen, fikren ve siyaset konularında yoksul gençlerin, izmir'den dolayı sevmediği, güzide bölge.

metin 2

bir dönemin bugün, işsiz sınıfında olmasına neden olan oyun. canım benim, ruh attıktan sonra şiddetli vuruş yapıp zevk alırdım

aziz nesin

"yarın, öbür gün bu dinciler iktidara gelip imam hatipten yetiştirdiği talebeleri yargıç, avukat, hekim, mühendis, belediye reisi gibi devletin her koluna atayıp, en son bu talebeleri harbiyeye sokarak orduyu ele geçirip devleti her koldan kuşatacaklar. ama şu an kimse bunun farkında değil."

yıl 1993, aziz nesin..

kod yazmak

sonunda nereden başlayacağımı buldum ve epey de mesafe kat ettim. başlangıç için hiç öyle kitap kurcalamaya, dandik sitelerle uğraşmaya gerek yokmuş. edx.org üzerinde cs50 diye bir ders var, harvard'ın introduction to computer science dersi. daha önce hiçbir konuda adam gibi ders almamışım lan ben. adam öyle güzel anlatıyor, problem setleriyle de size öyle güzel program yazdırıyor ki hayran kalıyorsunuz. harvard'ın neden harvard olduğunu anlamak için bu dersi almak yeterli. verilen ders direkt olarak harvard'daki orijinal ders, ödevler de oradaki öğrencilerin yaptığı ödevler. bu ders sayesinde şu an c, php, html, css biliyorum. biliyorum dediysem uzmanı değilim elbette ama artık programlamanın nasıl yapıldığına hangi dilin nerede kullanıldığına falan yabancı değilim. orta düzey programlar yazabiliyorum, bundan sonrası bana kalmış. temeli güzel aldığımı düşünüyorum, artık programlamanın derinliklerine dalıp kendimce bir şeyler yazabileceğim ve neyle karşılaşacağımı da gayet iyi biliyorum. c ödevi olarak breakout oyunu yazdım, spell checker yaptım, silinmiş resimleri bulup recovery yapacak bir kod yazdım, şifreleme yapacak bir program hazırladım, son olarak da php ile web programlamaya dalıp hisse senedi alıp satabileceğiniz bir site tasarladım. tüm kodları sıfırdan yazmıyorsunuz tabi ama ödevler bitince işi tam manasıyla anlamış oluyorsunuz. son olarak javascript'le alakalı dersler var, bakalım orada neler öğreneceğiz.

bu arada yaptığınız ödevler de notlanıyor ve dersi bitirdiğinizde harvard'tan sertifika almaya hak kazanıyorsunuz. tabi bunun için son olarak bir final projesi hazırlamanız lazım. benim son bir ödevim kaldı, ondan sonra final projeme başlayacağım ama ne yapacağımı henüz belirleyemedim, önerilere açığım hatta verirseniz minnettar kalırım.

17 ağustos 1999

o dönemde doğanların bazıları asker oldu, bazıları üniversiteli.. koskoca 20 yıl geçti, 20 yıl.
peki ne değişti? hiçbir şey.

porno izlemeyen sapık olur

sapık, kelime manasıyla sapmış.
her zamanki gibi, çok doğru bir cümle kurmuş hocam..

liseli olmak

Bazenleri acı çekmektir.
hormonlardan mıdır, yoksa dünya kanunu mudur bilmem, lisede aşk kaçınılmazdır, bir o kadar da (bkz: platonik aşk) kaçınılmazı vardır. bazılarını ilk kez (bkz: neşet usta) ile tanıştırır, onunla sabahlatır.
bir nevi sevdadır. bitireli 8 sene olmuş, hala dün gibi..

mevlam ayrılık vermesin gökte uçan kuşa leylam

Neşet ustanın (bkz: yazımı kışa çevirdin) şarkısında, etkileyici bir tonda söylediği cümleler.
ah leyla.

yurtta tek kalmak

ne kadar da hoş gözükse, ilerde yaşanabilecek sorunlar doğrultusunda büyük psikolojik sorunlar yol açan hadise.

(bkz: depresyon).