bugün

''bu hayatta beni dış etken olarak korkutabilen tek şey siren sesidir. insanın içinde kanını donduran, kulaklarını işgal eden, yüreğini patlatan siren sesi. savaşın siren sesi.''

sene kaçtı tam anımsamıyorum. esasen hesaplamak da istemiyorum. 7-8 yaşında falan olmalıyım. 99 depreminden sonra ailecek bir kararla (benim kararım hariç) babamın memleketine, ırak kerkük'e gitme kararı aldık. her ne kadar macera bağdat'ta başlayıp sonlansa da amaç kerkük'tü. bu kararı takip eden o günün ertesinde okuldan aç aç döndüğümde annem o zamanların çocuklarının en hit yemeğimini yapmıştı. ''salçalı sosis'' işte ya. çocuktuk eşsiz geliyordu falan.. onu da yemeyip aç karnıma moral bozukluğu çekmeye devam ettim. boru mu lan ülke değiştirmek? ben hâlâ gitmememiz için bir umut var sanıyordum. ta ki bavulları görene kadar..

biz annemle yola koyulduk, babam burada kaldı. totalde yaklaşık 3 gün süren kara yolculuğuyla ırak sınırına gelmeyi başardık. zaho'da ırak askerlerinden evvel peşmerge karşıladı bizi. kimliklerimize baktılar ve türk olduğumuzu anladıklarında aralarından birinin suratı değişti. faşizan her yerde faşizan işte.. cama doğru eğildiğinde boynundaki tahminen g3 hadi olsun ak47 tüfeğinin namlusu ondan evvel arabaya girmişti. sorun çıkartmadılar ve biz yolumuza devam ettik..

anneme yaslanıp araçtaki iğrenç benzin kokusundan kusmamak için kendimi zorla uyutmuştum. daha sonra gözlerimi açtığımda bağdat'taydık, akrabalarımızın triplex villasının önünde. ilk buna şaşırmıştım zaten. macera orada başladı işte.

herkes köşklerde, en olmadı villalarda yaşıyordu. esas pahalı olan hayatlar rezidanslarda oturanlarınmış ama. bizim son yıllarda revaçta olan rezidanslarımız var ya, işte onlar tahmini 1998 senelerinde ırak'ın birçok yerinde yapılmıştı. hareketli yaşam ve eğlence alanları, henüz türkiye'de o yıllarda şahit olmadığım kadın özgürlükleri.. geceleri kadınlar eğlenmeye çıkabiliyor, istediklerini giyip çıkartıp istedikleri gibi süslenip arabalarına atlayıp geziyorlardı. kozmetikten istedikleri kadar faydalanıp tırnaklarına kadar bakımlıydı kadınların neredeyse çoğu. bazıları da peçeli, daha farklı hayatlar yaşıyorlardı. ama gördüğüm kadarıyla toplum içinde çok iyi anlaşıyordu hepsi. erkeklerin zaten bir şeye karıştığına şahit olmadım. çoğu işinde gücünde, bahçeleriyle ilgilenen tipler. varoşlarında da bu durum böyleydi. en azından ben olumsuz bir şeye denk gelmemiştim.

biz de bir ev tuttuk sonra. ev dediğim de 4 katlı bir villa. bahçesi, garajı, kocaman bir kapısı, çiçekleri olan bir villa. ucuzu o çünkü. ha bu arada, komşularımız kürt, türkmen, arap, ermeni, hristiyan, şii, sünni.. hepsi de birbirleriyle görüşen asla saygısızlık yahut ayrımcılık yapmayan insanlardı. en azından o yıllarda..

okula yazdırdılar beni sonra. hiç unutmam, saddam'ın marşı okunurken direnip bağırarak istiklâl marşı okumuştum. bir kez olsun okumadım saddam'ın marşını. saddam'a düşman olduğumdan değil, kendi vatanıma ihanet gibi geldiğinden. hatta bir keresinde televizyon kanalından çekim için gelmişlerdi. tek tek çocuklarının yüzlerini yakın plan çekip marşı kaydediyorlardı. yüzlerce öğrencinin arasında istiklâl marşı okurken çekmişlerdi beni de. hey gidinin. velhasıl türk olduğum için enteresan bir saygı görüyordum orada. buna babamın da kerkük türkmeni olması eklenince hem araplar hem de diğer tüm ırklardan herkes büyük bir özen gösteriyordu bana okulda. öğretmenler, öğrenciler. hatta birinin adı tanya, diğeri basil'di. bir de ralf vardı. en iyi arkadaşlarımdı. bağdat'ın geniş sokaklarında deli gibi bisiklet sürerdik. annem hep başıma bir şey gelmesinden korktuğu için engel olmaya çalışsa da kaçardım bisikletle dolanırdım bağdat sokaklarını elimden geldiği kadar. en çok mansur'a gitmeyi severdim. bazen dilim pasta alırdık oradan, taptaze yumuşacık keki şu an bile gülümsetiyor beni.

her şey çok ucuzdu ırak'ta. zaten saddam insan ayırmaksızın her eve yardım kumpanyaları gönderiyordu her ay. sütünden etine, pirincinden şekerine kadar her şeyi karşılıyordu devlet. yanlış anımsamıyorsam temel ihtiyaçlar da ücretsizdi. su, elektrik vs gibi şeylere para ödemiyordu halk. petrol desen zaten su gibiydi. o esnada türkiye'de ise ''ırak'ta ambargo! açlıktan ölüyorlar! saddam yönetimi halkı sefalete sürükledi!'' gibi manşetler atılıyordu. oysa durum hiç de burada televizyona yansıtıldığı gibi değildi. zaten ney öyle oldu ki?

olaylar böyle sürüp giderken ben de okuluma devam ediyordum. öğretmenim fatma okulda geri kalmayayım diye özel ders için eve geliyordu. ingilizce, arapça, türkçe karışık anlaşmaya çalışıyordum insanlarla. zamanla arapçam da ilerledi. sınıfımdaki insanlarla daha düzgün anlaşabiliyordum en azından. sınıfımızda benle yaşıt olup tesettürlü olan kızlar da vardı, açık olanlar da, farklı inançlardan olanlar da. hepsi birbirleriyle mükemmel arkadaşlıklar kurmuşlardı. keza büyükleri de öyleydi. birbirlerine hayırsızlık etmedikleri gibi bir de koruyup kolluyorlardı.

o süreçte babam bağdat'a gelmişti. bundan daha güzel bir şey düşleyemiyordum. zaten normalde de çok özlerdim ben babamı ve aylardır görmemiştim. mis gibi kokusuyla, takım elbisesiyle geliverdi bir gün. sonra bol bol gezdik onunla. kerbelâ dergâhları, aldülkadir geylâni türbesini, ülkenin yönetildiği er reşid otelini, saddam'ın sarayını, burç saddam kulesini.. sonra türkiye'ye döndü babam. biz yine kaldık bağdat'ta. ne diyordu ümit ilter abim? bağdat'tayız, bağdat'lıyız. onu da şimdilerde terörist diye arıyorlar ya neyse..

gel zaman git zaman bir gün akşam amcamlarda otururken gök gürlemeye başladı. yani amcam ve yengemin söylediği buydu. annem ve ben şaşkınlıkla bunun nasıl bir gök gürültüsü olabileceğini sorduk. mevsim böyle burada dediler. anormal ama nemsiz sıcağı olan bir ülke ırak. haliyle bunun da olabileceğine inandık. ve bu tuhaf bu sesler arasında uyumaya çalıştık.

ertesi sabah kalktığımızda dışarıda askerlerin şarapnel parçaları topladığını gördük. tabii o zamanlar onun ne olduğunu bilmediğimden suladığım çiçeklerin arasındaki garip garip nesneler olarak değerlendirmiştim. dışarı çıkmak istediğimizde müsade etmediler.

sonraki gece amcamlarda kaldık. gece yine aynı gök gürültüleri. ama annem tedirgin. ne olduğunu o anlamıştı ama ben çözemiyordum. sabah olduğunda okula gitmek için bahçeye çıkmak istediğimizde yine askerler vardı. uranyumlu parçacıklar varmış etrafta. onları topluyorlardı. tabii ben bunu da çok sonradan öğrendim. ve yine akşam oldu. yine gök gürültülü bir akşam..

en sonunda pes edip yanımda konuştular ne olduğunu. bir gariplik olduğunun farkındaydım ülkede ancak kafam basmadıysa demek ki. ya da sanırım düşünmekten kaçındım bunu. ama en sonunda yanımda konuşuldu her şey. savaş dediler. amerika dediler. annem ne yapacağını bilmez şekilde panikledi. ben de korkmaya başlamıştım. benim korkumu bastırabilmek için annem paniğini içinde yaşamaya evrildi sonra. ırak halkı ise gündelik yaşamına devam ediyordu. sanırım hatayı burada yaptılar.

günler geçtikçe paniklemeyelim diye gök gürültüsü dedikleri bomba sesleri giderek artmaya başladı. her gece ama her gece sesler geliyordu. bazen yakınlaşıyordu bu sesler, her yakınlaştığında yüreğimiz ellerimizde birbirimize sarılıyorduk. sonra yeniden sabah oluyordu ve askerler yine sivil halka zarar gelmemesi için çabalıyorlardı. sonra yeniden gece ve gök gürültüleri.

türkiye'de soğuk savaş olarak geçiyordu durum. ama bu basbayağı savaştı işte. artık sivil halktan da ölüler yaralılar vardı, askerler çatışıyordu, bombalar yağıyordu, durmadan jetler geçiyordu ve siren sesleri çalıyordu. durmadan bitmek bilmeyen siren sesleri. hatırladıkça bile kanım çekiliyor. hiçbiri beni bu ses kadar korkutmadı. hayatta hiçbir şey bunun gibi etki edemedi zihnime. o ses demek, önündeki 5 dakika içinde sevdiğin herkesin ölebilme ihtimali demek. o ses demek, önündeki 5 dakika içinde bu hayatta kıyamadığın neyin varsa yok olması demek. o ses demek, zaten senin muhtemel ölümün demek. sığınacak hiçbir yerinin olmaması demek. yan sokağın bombalanırken usûl usûl sıranı beklemek demek. çığlıklar, paramparça insanlar, feryatlar demek. gökte gezen senin milyon katın bir demir yığınının, minnacık bedenine isabet etmesi demek. acı demek, kimin olduğu fark etmez, senin ya da başkasının, acı demek. bütün bunlarla tüm gerçekliğiyle saniyeler içinde sürekli ama sürekli yüzleşmek işte o ses.

şimdi bana sorsalar, bağdat'ta tecavüzün eşiğinden dönmüş olmaktan bile daha ağır bu ses bana. gerçi bunu yapmaya kalkan kişi de öldü sonra, ermeni olduğu için kafasını kesmişler. üzülmüştüm. haksız bir sebeple öldürülmüş. keşke imkânım olsaydı ve haklı sebebimle ben öldürseydim. ama bu çok da umrumda değil. bu ses daha çok umrumda. ölen tonlarca insan daha çok umrumda. birçok çatışma arasında kaldım şimdiye dek, hiçbirinde kılım deprememiştir. ama bu ses beni öldürmeye bile yeter. bu ses senin ölmen değil, sevdiğin herkesin ve her şeyin yok olup ölmesi demek çünkü. jet ve yakın geçen uçak seslerini de sevmem. tepemde ışığı üstümde helikopter gezerken bile sakindim. hedefken bile sakindim. ensemde tüfek namlularıyla ders verirken de sakindim. silah çatmalarda sakindim. ama jet seslerinde elim ayağım dolanır birbirine. bir de bu siren sesinde. yine de en kötüsü içinde birçok korkuyu barındıran bu siren sesi.

ama en çok anlamadığım, o gördüğüm insanlara ne oldu? ne oldu da böyle oldular? birbirlerine düştüler? gerçi çok da sorgulamama gerek yok. yıllar geçti ve aynı gidişatları kendi ülkemde görüyorum. aynı aldanışları, aynı iç savaşların başlangıçlarını, aynı canavarlaşmayı.

neyse işte. biz döndük sonra. zor da olsa dönebildik. o seslerden, görüntülerden, ırak'tan döndük. savaş devam ediyordu, her gün haber ajanslarında izliyorduk. bir bir gittiğim yerleri bombalıyordu amerika. canlı canlı seyrediyorduk çöküşünü. babamın kaynaklarından savaşın en kötü yüzünü de görüyorduk. çok sonradan ayyuka çıkmıştı yapılan işkenceler, tecavüzler, insan onuruna aykırı ne varsa hepsini yapmışlardı amerika askerleri. çok sonradan öğrendi insanlık bunu. çok geç kalındı demek isterdim ancak biliyordum ki vakitli öğrenilseydi de bir şey değişmezdi. tıpkı şu an değişmediği gibi.

en çok burç saddam kulesinin bombalanması kalmış zihnimde. oranın en tepesinde babamla elele dondurma yemiştik. çok yüksekti ve manzarası çok güzeldi. tek hamleyle yıktılar koskoca kuleyi, koskoca kenti, koskoca ülkeyi.

aradan yıllar geçti, 27 yaşımdayım artık. ama halen bir filmde dahi duysam yine donar ruhum. halen 10 kasım sabahlarında atamız için çalınan siren sesinde tıpkı 8 yaşımdaki gibi donup kalırım. herkes donup kaldığı için 10 kasım'da çok dikkat çekmem, o ayrı. gözlerimde birer damla birikir ama düşmez, donar kalır içinde. sonra kendimi toparlamaya çalışır bir fatiha okurum mustafa kemâl atatürk'e.

https://www.youtube.com/watch?v=7CAwx0ZX_uM

ap arşivlerinden çıkmış. senesi olsa olsa 1999-2000 olmalı, kaynakta yazmıyor. ama ben bu sesleri de bu görüntüyü de tanıyorum. bomba seslerine karışan ezanları tanıyorum. gece yarıları gerçekten tıpkı şimşek gibi çakan ışıkları biliyorum. bombalarla aydınlanmayı biliyorum. bunu yaşadığımı biliyorum. savaşı birçok insandan biraz daha yakînen tanıyorum. savaşta cephede olmanın farkıyla halkta olmanın farkını biliyorum. bir şey yapılırsa karşılığı verilir, savaşılır elbet. ama savaşı sevmek farklıdır. savaşmakla savaşı sevmek farklıdır.

en çok da bu yüzden şu günlerde savaş desen savaşamayacak savaş sevici sivillere acıyorum.
bu hem bir itiraf, hem yardım çağrısı, hem de bir vicdan muhasebesi olacak.

annem öleli 1 yıl oldu; ilk itirafım bu. şu an yalnız yaşıyorum; bu ikinci itirafım. babam çalışmaya devam etmek için istanbul'a, ömrünün 41 yılını geçirdiği, anne babasını toprağına gömdüğü memleketine döndü; ben, ömrümüzün kalanını yaşamak üzere taşındığımız şehirde okuduğum için kaldım. şimdi "aile" evine dönmek istemiyorum; bu üçüncü itirafım. babamı yalnız bırakmaktan korkuyorum.
ne zaman kendim için bir şey yapmak istesem kendimi çok bencil hissediyorum.
babam hislerini söylemeyen biri ama evlenene dek onunla yaşayıp onun tabiriyle "hayatı beraber göğüslememiz gerektiğini" düşünüyor. ben tv karşısında çukur izlerken koltukta uyukladığım bir hayat istemiyorum. sürekli çay koyduğum, evi temizlediğim, yemek vaktinden önce evde olduğum bir hayatı yaşayabileceğimi düşünmüyorum. buna rağmen ne yapacağımı bilmiyorum; bu bir yardım çağrısıdır. bu bir tavsiye çağrısıdır. çünkü kendimle ne yapacağımı bilmiyorum.
görsel
Egoları uğruna gemileri yakan, şuurunu kaybedecek kadar hırsa sahip, gözleri, kendinden ve hedeflerinden başka her unsura kapalı varlıklarla aynı havayı solumak, hayret ve kaygıyla izlemek ve en fenası eli kolu bağlı olmak, aklı selim insanların başına gelebilecek en büyük vehamettir.

Susan, susmayı marifet sayan, üç maymunu oynayan, rahatsız olmayan, herşey yolundaymış gibi yaşayabilen öteki varlıklar da, vehametin arka yüzüdür.

Çıldırmak işten değil!
Camı açıp avaz avaz imdaaat diye haykırasım var...
"Adım Reşat. insanoğluyum. Hayatım boyunca herhangi bir mesleğe bağlı kalmadım. Hastası da olmadım. Benim hastalığım başka. Yılın 365 gününün 100 gününü bomba yaparak geçiririm. 35 gününü all the time pompa desek. 45 gününü de kuzenlerimle beraber geçiriyorum. Aile saadeti hesabı. 60 gününü de alışveriş desek. Geriye kalır 125 gün. 125 günde ne yapılabilir? Evlenilebilir. Dünya turuna çıkılabilir. Profesyonel aşçı olunabilir. Borsa, bahis, at yarışı, futbol turnuvaları. Sıkı çalışılırsa inceden fit bir vücuda sahip olunabilir. Herhangi bir siyasi partiye girip, başka bir partiye geçilebilir. Kullandığın arabadan sıkılıp bir üst modele geçilebilir. Kilo alıp verilebilir. Her şey yapılabilir.

Varoş bir ailenin tek erkek evladıydım. Rahmetli babamın en büyük mirası hayalleriydi. iyi kötü bir evimiz, iyi kötü bir arabamız olacaktı, geçinip gidecektik. Allah rahmet eylesin. Eylesin de, ne oldu? Hı? Sıfıra sıfır elde var sıfır. Erkek çocukları babalarını örnek alırlar. Onun gibi yürür, onun gibi durur, onun gibi konuşurlar. iyi de ben şimdi rahmetlinin nesini örnek alayım? Cin başka. Peri başka. Benim en büyük hayalim nedir biliyor musunuz? Bu bankayı soymak!"
itiraf etmeliyim ki denedim. Olmadı ama ben denedim. Ne gerek vardı diyorum bazen ama demek ki denemek istemişim inanmak istemişim. Şimdi bakınca bile bile lades aslında ama ben bilememişim. Çok zor ama bunu da atlatırız napalım.
Başıma gelmesini istemediğim şeyleri ilahi adaletin tecelli etmesinden dolayı yapmazdım bu güne dek. Çok ahlaklı ya da ehli namus timsali olduğumdan değil. Tamamen korkudan.

Şimdi üzerimde yarını düşünmemenin ve başıma gelecek şeyleri umursamamanın hafifliği var. Her an her şey yapabilirim. Sınır göremiyorum "şunu asla yapmam" diyeceğim.

Bu hal hiç hayra alamet değil.
Işime Eskisi gibi Konsantre olamıyorum, sik kırığı kadar bi böceğin yaptığı zararı kestiremiyorum 3 gündür
Ben bugün en büyük itirafımı sana yaptım. Gurur yapmadan, gocunmadan her şeyi anlattım. Ama yine bir şey hissetmedin ya yine bana hissettiremedin ya... şimdi daha büyük bir itirafı kendime yapıyorum; bir insana bu kadar değersiz hissettiriyorsa sevgilisi, her şeyden çok sevdiği insan, ya başkasını seviyorsun ya da başkasına gerek kalmadan benden vazgeçmişsin.
Yeğeniminin hoşlandığı kızla instagramdan yazışıyoruz. kız bunu eklemiş falan, ama ben seni tanımıyorum ayakları yapıyor, en son benim sevgilim var dedi, blöfünü gördük, mutluluklar diledik. Bakalım ne olacak. Asıl itiraf; bu hisleri Özlemişim lan, hem komik hem heyecanlı:)
Bir damla değildim, göle çevirdiler beni.
cok uzaklarda
imkansız
sussam gönül razı değil
konussam dilim mi derlerdi. tam olarak böyleyim. neyse eved.
iki kelime yetiyor seven kalbi kırmaya.. sonra roman yazsan ne fayda ...
bazı akademik makaleler içerik olarak çok iyi olsa dahi biçim olarak berbat halde. epey iyi tanınan bir tarihçimizin bir makalesini okudum. evvelmirde kendisinin seminerlerine de katılmışlığım vardır. benim takip ettiğim entelektüel geleneğin ağır toplarından biri. emeklerine her daim çok saygı duyarım. makalesinde de ortaya konulanlar tek kelime ile eşsiz. fakat, 12-14 sayfaya sığdırılabilecek bir makaleyi kaşar peyniri gibi uzattıkça uzatıp 35 sayfaya yaymayı bir erdem olarak göremiyorum. aynı cümle paraphrase edile edile belki de 20 kere tekrarlanıyor. işte bu tarzı sevmiyorum. bence akademik makale çok kısa ve öz olmalı, hap bilgi içermeli. entelektüel kitabında istediğin kadar uzatabilir ama makale başka bir şeydir. makale sokaktaki insanın okuması için değildir, öyle uzun uzun bilinenleri tekrarlamamalıdır. belli bir alanda araştırma yapan insanların buldukları en yeniyi birbirleriyle paylaşmasıdır, makale yayıncılığı. dolayısıyla hitap ettiği kitle bakımından araştırmacı zaten bilinenleri tekrar edip, tabiri maruz görün ama, malumatfuruşluğa yönelmemeli. yepyeni olan neyse, kendi keşfettiği ya da önerdiği neyse, onu ortaya koymalı. makale textbook değildir. meslektaşları vakit ve sabır bakımından sınamaya hiç gerek yok. az önce çok şey öğrendim ama biraz vakit aldı. halbuki okonomik yazılmış bir metin olsaydı yatmadan evvel bir makale daha sıkıştırabilirdim.

dertliyim sözlük.
Bir yanım "düştüğün yerden kalk, mücadeleye tekrar başla", diğer yanım "hala akıllanmadın mı?" Diyor.

Ve sanırım hala akıllanmadım.
Yorulmadan hayatla mücadele ediyorum ve bundan zevk alıyorum.
Riskli olayların içinde olmaktan keyif duyuyorum.
Ya Biraz sadistim ya da çok rahatım.
Çok yorgunum,20 yaşında 40 yaşındaymış gibi hissediyorum ruhum yaşlandı galiba...
Zamanında hisleriyle kağıdı kirletenler bilir; şiir yazmak için birinin veya bir şeyin sol yanına dokunması şarttır.
insan dediğinin sol yanı tıpkı bir sokak köpeğine benzer.
Annesini yeni yitirmiş ve sığınacak bir yuva aramakla meşgul olur bir süre.
Eğer kabuğun güzelse, yani insan fıtratına hoş geliyorsan birileri sahiplenir seni.
Bedenin büyüdükçe kasvetin de büyür seninle birlikte.
Kasvet siyaha boyar bedenini, kabuğun hoş gelmez artık yalnızlık sokağına geri dönersin.
Siyah olanı, siyaha boyanmış olandan başkası sevmez.
Gün gelir yalnızlık sokağına da sığamazsın.
Kovarlar, hor görürler, en iğrenç sıfatlar yüklerler sana.
Yılda bir de olsa tebessüm ettiren hislerine küsersin.
Sonra ise tıpkı bir tırtıl gibi ruhunu hapsedersin, kasvetinin artık sığmadığı bedenine.
Beklersin.
Güvensizliğin yarattığı hissizlik belasından kurtulmak için beklersin.
Şiirlerini itlaf etmiş densizlere inat, şiirinle beden bulacak bir melek gelsin diye beklersin.
Şiirlerine özne, hislerine yüklem olsun diye beklersin.
Tıpkı yakamoz beklemek gibi; gelene kadar hislerini dalgalarla anlatan bir denizsin,
Geldiği an denize kavuşması imkansız olan gökyüzü.
ilkokulda en yakın ve sıra arkadaşım olan selim, ilginç bir hastalığa sahipti. proteinli hiçbir şey yiyemiyordu. bu yüzden anne-babası sınıf öğretmeninden zar zor izin alıp beslenme çantasına cips gibi hazır gıdalar koyuyorlardı. tabii cips demek bizim sınıf için hazine demek. beslenme saatlerinde ben istemesem bile selim bana zorla cipslerini veriyordu. imrendiğimi anlıyordu çünkü. bense onun zaten kısıtlı beslenme alanına çökmek istemiyordum. bir gün sınıftan 10-15 kişilik grup selim'in gizlediği cipsleri görüp aç birer hayvan gibi üzerine çöktüler. çocuğun bütün yemeğini yiyorlardı. dayanamadım, mücadele etmeye çalıştım, yapamayınca da kendi yemeğimi selim'le paylaştım.

birkaç ay sonra selim benim beslenme çantamdan zeytin ezmeli ekmeğimi çıkarıp bütün sınıfa ''arkadaşlaar ıyyyyyy zeytinli ekmek yiyo şuna bakınnn iğrennçç'' demişti. orospu çocuğu.

acımayın.
O kadar mutsuzum ki bu başlıkta yazılanlar da dahil bir tane daha dert dinlemek, okumak, görmek istemiyorum sözlük.
zor. kişinin kendi disiplini sağlaması gerçekten zor. sözümde duran biriyimdir ama kendime verdim sözleri tutmakta zorlanıyorum. hemen hemen herkesin yeni yıla girerken aldığı kararlar, kendisine verdiği sözler vardır ben de kendime 2020 yılında ototeybi hırsızlığını, grup seksi ve uyuşturucuyu bırakacağıma dair söz vermiştim. ama ne oldu. yine bir akşam teybini çalmak için girdiğim arabanın içinde uyuşturucu kullanıp arkadaşlarla seks yaptık.
Selam sabah vermeden yanımdan geçen iş arkadaşlarıma içimden “sana da günaydın piç” diyorum.
Sevgilimin beni gece üstüne Notebook'u alıp izlediği şeyler yüzünden uyutmadığı için buradayım.

Ayrıca kulaklık takmasına rağmen bu durum böyle.
Az önce elimi klozete soktum...

Evet bunu yapmak zorundaydım çünkü en sevdiğim çakmağımı tam da sifonu çekerken klozete düşürdüm ve o çakmak aşağıdan sekerek hiçliğe doğru bir yola çıktı. işin garibi çakmak baya büyük bir çakmaktı. Biclerin büyük olanlarındandı ve nasıl bir anda hiçlikte kayboldu aklım almıyor. Şimdi, en sevdiğim çakmağın gidişine mi yanayım yoksa bir kaç gün sonra lağım tıkanınca apartmandaki tek öğrenci- bekar daire olduğumuz için çakmaktan sorumlu tutulacak ilk elemanlar oluşumuza mı? Her neyse sarı çakmağım, seni asla unutmayacağım. Senin için yaptıklarımın bilincindeysen eğer senin de unutmayacağına inanıyorum. iyi geceler...
24 yaşındayım, yurt odasında ayıcıkla yatan tek kişi benim.