bugün

Vurulduğum sırada Buse’nin düzgün bacaklarını düşünüyordum. Anahtar deliğine eğilmiş, paspasın üstünde uyumak için havanın yeterince sıcak olup olmadığına karar vermeye çalışan ve aynı zamanda kafasında erotik hayaller kuran bütün sarhoşlar gibi sıradandım. Sonra biri yoğun bakım olmak üzere üç ay hastanede kaldım. Bu süre içinde birçok şey değişti tabi. Top sakal bırakmaya karar verdim, Buse’nin bacaklarının yerini Nermin Hemşirenin göğüsleri aldı. Her pazartesi akşamı ve Cuma sabahı mastürbasyon yapmak gibi garip bir alışkanlık edindim. Bir de her gün isimsiz çiçekler almaya başladım. Bu gizli hayranımı düşünüp hastane tuvaletinde nefes nefese elimi beceriyordum. Çiçek yollayan güzel kadın, kafayı iyiden iyiye takmıştı bana. Ben de onu düşünmeden edemiyordum. Gözlerinin rengini, boynunu, saçlarını... Her gece farklı şekillerde resmedip hayallerimin kadınını yaratmaya çalıştım. Başardığımda bunu çiçekleri yollayan kadınla özdeşleştirip isimsiz hayranımı beklemeye başladım.

Çok dikkatliydi. Günleri asla atlamıyor ve asla aynı çiçekten yollamıyordu. Oldukça zengin ve zarif olmalıydı. Orkide, beyaz lilyum, kırmızı gül, kuğu phalaenopsis, antoryum... Ama ilerde asla onun parasını harcamayacak, kısa zamanda ona yeten ve yakışan bir adam haline gelecektim. Hele şu hastaneden bir kurtulaydım.

Başlarda olaya biraz şüpheyle yaklaşmadım değil hani. Unutulmuş bir dostun veya eski patronumun yaptığı minik bir jest olabilirdi. Belki de hepsinden beteri; teslimat adresinin yanlış yazılması sonucu her gün, aslında bir başkasına ait çiçekleri kokluyor, ne kadar sevip iyi baksam da, onların gözünde bir üvey babadan fazlası olamıyordum. Çiçekler gelmeye devam ettikçe şüphelerim azaldı. Bir jestin bu denli suyunu çıkartacak birini tanımadığıma emindim. Ve birinci ayın son gününde, çiçeklerin arasına sıkıştırılmış bir not ilişki gözüme: “Özür dilerim..” Yazı bir erkeğe ait olamayacak kadar güzel, alt tabakadan birinin yazamayacağı kadar sade ve asildi.Tabi ya! Nasıl bu kadar aptal olabilirdim. Kadıncağız o talihsiz olaydan evvel karşıma çıkıp ilgisini belli etmediği için pişmanlık duymakla kalmıyor, içten içe kendini suçluyor ve tarafımdan affedilmek için her gün bana güzel çiçekler yolluyordu. Bu not ile birlikte şüphelerim yerini tatlı bir bekleyişe, içten bir acıma duygusuna ve kurulmayı bekleyen birkaç abartılı hayale bıraktı.

Yanımdaki yatakta kanser hastası olduğu için çiçeklerin yanıma konulmasına izin verilmiyordu. Bazı hastalara ölümcül mantarlar geçirebilirlermiş. Bu yüzden sık sık yataktan kalkıp odanın öbür ucuna, hemşire masasının hemen yanına, çiçeklerimi sevmeye gidiyordum. Ki bu, bir yoğun bakım hastası için oldukça meşakkatli işti. Ağır aksak, bir elimde serum, etrafımda yatağıma dönmem için yalvaran hemşireler: ”Selami Bey doktor gelirse sıçar ağzımıza!”,“Uzaktan sevseniz olmaz mı?”,” Aman dikkat edin, başınız dönmüyor ya?”,“Yeter artık, haydi yatağa!” .

Yoğun bakımdaki son günümde Doktor ibrahim, birinin gerekli parayı ödediğini, tek kişilik özel bir odaya çıkacağımı söylediğinde gözlerim doldu. Demek hayranım için rahat etmem bu denli önemliydi. Ne kadar uğraştıysak parayı kimin yatırdığını öğrenemedik. Hatta sırf bu olay yüzünden resepsiyonda çalışan kızlardan biri işinden oldu. Başlarda üzüldüm zavallıya ancak sonra düşününce işini doğru yapamadığından bu trajik sonu hak ettiğine karar kıldım. Üstelik bu sonu düşündükçe gizliden gizliye izahı güç bir haz duymaya başladım.

ikinci ayda beklemek gittikçe zorlaşmaya başladı. Artık ona, hala karşıma çıkmadığı, en azından yeni bir not yollamadığı için kızmaya başladım. Gizem de bir yere kadardı. Artık elimi tutup, başucumda bana kitap okuma vakti gelmiş de geçiyordu. Gerçi başkalarının okuduklarından asla bir şey anlamam, yine de sesini duymak iyi hissetmemi sağlayacaktı. Artık odada olduğumdan Nermin Hemşire’yi de göremiyordum. Yalnızca arada sırada eşikten halimi hatrımı soruyor, aldığı ilk cevabın arkasından veda edip kapıyı çekiyordu.

iyileşmek tabi ki güzel bir şeydi ve bunun için uğraşan herkese müteşekkirdim. Fakat yoğun bakımda geçen günlerimi de oldukça özlüyordum. Doktor ibrahim Beyin ve Nermin Hemşirenin sürekli yanımda olmalarının yanı sıra, nadir de olsa muhabbet edebilecek düzeyde olan yaşlı insanlar geliyordu bir süreliğine. Kalp ameliyatından çıkanlar, organ nakli yapılmış kişiler, kanser hastaları filan. Özellikle Gülbahar Teyze ile yaptığımız edebiyat tartışmalarının tadı bir ömür damağımda kalacak. Doğrusu Tolstoy’u sevmememiz dışında hiçbir ortak özelliğimiz bulunmuyordu. Yine de saatlerce ara vermeden konuşmaya devam eder, sesimizden rahatsız olanlara; dinleyip bir iki şey öğrenmelerini tembihlerdik. Ben odaya çıktıktan iki gün sonra, ani bir kalp kriziyle, duyduğuma göre üçüncüymüş, hayata gözlerini yumdu. Haberi bana ulaştıran Doktor ibrahim, eğer istersem, fazla kalmamak ve üzülmemek şartı ile cenazeye katılmam için bir ambulans ayarlayabileceğini söyledi. Ona, bunu istemediğimi, müslüman olmadığım için, ölünün başında, kimsenin anlamadığı Arapça cümlelerin kalitesiz nağmelerle okunmasına anlam veremediğimi ve en mühimi, kendimi dışarı çıkabilecek kadar iyi hissetmediğimi söyledim. Bana canımı fazla sıkmamam gerektiğini, böyle giderse bir ay içinde taburcu olacağımı söyledi. Sonra beni şaşkınlıkla süzüp, bu müjdeli habere neden sevinmediğimi sordu. Hemen kendimi toparlayıp sevindiğimi, çok sevindiğimi, ancak kafamdan bambaşka bir şeyin geçtiğini, üstelik Gülbahar Hanım’ın vefat haberinin hala yüreğimi dağladığını belirttim. Düşüncesiz davrandığı için özür diledi ve iyi günler dileyip çıktı.

Hayli ilginç bir adamdı şu Doktor ibrahim. Biri üç, öteki bir yaşında iki oğlu olduğunu söylemiş bir defasında, ben yemeklerin çok tuzsuz olduğundan yakınırken. Yine de bir gün bile gözaltı torbalarını şiş görmedim herifçioğlunun. Bir keresinde, yine inci dişleriyle etrafa gülücükler nakşediyordu, yapıştım koluna: ibrahim kardeşim, bu kadar muntazam yaşanmaz, bir gün de geç gel şu hastaneye, bir gün de uykulu bak yüzüme, diye çıkıştım. ince ve samimi bir kahkaha attı: olur mu Selami Bey, sizi nasıl iyileştireceğim o zaman. Bir cevap vermedim tabi. Bakışlarını yüzümden ayırana kadar gülümsedim. insanın yaşamı, hayatın kendisi gibi çarpık çurpuk olmalı. Aksi halde sırıtır, yakışmaz, tam oturmaz, hep biraz eksik, biraz yalan görünür. işin aslı eksik ve yalandır da.
Demek bir ay sonra taburcu olacaktım. Hayatımın aşkı olacak hayranımdan hala bir haber yoktu. Çiçekler, her sabah on birde gelmeye devam ediyor, ben her gün çiçekleri getiren çocuğa dikkatli getirip getirmediğini, içindeki notun düşmüş olup olamayacağını soruyordum. Bir süre sonra çiçekleri hemşirelere teslim etmeye başladı, onun da yüzünü göremez oldum.

Böyle böyle bir iki haftayı daha devirdim. Sonra aklıma taburcu olmamı beklediği ihtimali takıldı. Tabi ya! Beni böyle güçsüz görmek istemiyordu. Karşısına dimdik çıkabileyim diye, ikimiz için de oldukça zor olan bu bekleyiş süresini uzattıkça uzatıyordu. Belki de Doktor ibrahim’le gizliden görüşüp taburcu olacağım günü öğrenmişti. Hastanenin kapısında beni bekleyecek, önce elindeki çiçekleri, ardından gittikçe kızaran yanağını uzatacaktı. işte o zaman tamamen iyileşecek, o zaman tamam olacaktım. Koluma girecekti, ağır ağır inip hastanenin merdivenlerinden onun arabasına binecektik. Doktor ibrahim arkamızdan el sallarken göz yaşını tutamayacaktı. Nermin Hemşire Dahiliye’ nin camından bakıp yanımdaki kadını kıskanacaktı. Gülbahar Teyze, toprağın beş karış altında, mürüvvetimi göremediği için hayıflanacaktı.

Bu mantıklı olasılığı kavrayıp üstüne hatrı sayılır bir miktar umudu yükledikten sonra Doktor ibrahim’in ağzını aramaya başladım. Fakat her dakika muhabbet etmeye yer arayan, bir türlü susmak bilmeyen adam, bu defa ketumun biri olup çıktı. Bir şeyler ima ettiğimde konuyu değiştiriyor, üstelemeye kalktığımdaysa hiç bir şey anlamadığını söyleyip elindeki dosyalara odaklanmış taklidi yapıyordu. Ben de sıkıldım bu oyundan, Doktor ibrahim’e biraz darılmakla birlikte konuyu üstelemekten vazgeçtim. Nasıl olsa, ortada bir değişiklik görülmüyordu ve ayın dolmasına yalnız bir hafta kalmıştı.

Son hafta yemeklerime fazladan tuz attılar. Ardından bir kaç gün süren “son kontroller” yapıldı. Doktor ibrahim güçlü bir bünyem olduğunu, fizik tedavinin bitmesi gerekenden çok daha çabuk sonra erdiğini söyledi. Hastanedeki son gecemde, Doktor ibrahim, elinde bir şişe şampanya ile ziyaretime geldi. Alkolü bırakmış olduğum için yalnızca patlatmakla yetindik. Biraz lafladıktan sonra saatin geç olduğunu, yarınki özel günde dinç olmam gerektiğini söyleyip odadan çıktı. işte, sonunda dayanamamış, ağzındaki baklayı yarı yarıya çıkarmıştı. Yarın çok özel bir gündü! Yalnızca taburcu olacak olmam olamazdı, bu zaten uzun süredir belli olan ve hastane çalışanları için oldukça sıradan olan bir olaydı. Günü önemli kılacak olan asıl havadis, hiç kuşkusuz, sevgilim tarafından gerçekleştirilecek süprizdi!
Sabah erkenden kalkıp sıcak bir duş aldım. Kasık ve koltukaltı kıllarımı özenle kestim. Daha sonra aynanın karşısında yara izimi inceledim. Hantal vücuduma hareketli bir hava katıyordu. Beni, önceden bildiği gibi görmek isteyeceğini düşünüp top sakalımı kestim. Apartman görevlimiz Haydar Bey, sağolsunlar takım elbisemi sabah erkenden hastaneye bırakmışlardı. Dikkatlice giyindim. Hastanede oldukça kilo almıştım doğrusu, gömleğin düğmeleri zar zor kapanmıştı, pantolon içinse hiç umut yoktu. Nazardır, deyip, kemeri sıkabildiğim kadar sıkıp açık düğmeyi kamufle ettim. Fermuarı kapattım. bir kaç kez eğilip kalkarak açılıp açılmadığını kontrol ettim. Abartıya kaçmayacak şekilde boynuma ve bileklerime hafif bir parfüm sıktım.

Sonra Doktor ibrahim geldi, beni görmek isteyen biri olduğunu, engellemek için çok uğraştıysa da onun boyunu aştığını söyledi. Son kez aynada kendime baktım, başucumda duran, ona ait ilk ve tek notu alıp çeketimin iç cebine özenle yerleştirdim, küçük bavulumu sırtlandığım gibi vakit kaybetmeden, odaya veda filan etmeden çıktım.
Hastanenin kapısında orta yaşlı, gözlüklü, sıska bir kadın karşıladı beni.
- Selami Bey?
- Buyrun.
- Lütfen beni takip ediniz, sizinle görüşmek isteyen biri var.
- Aslında birini bekliyordum. Acaba siz..?
- Biliyorum, lütfen geliniz.

Ben arkasından yürümeye başlayınca yandan iri kıyım bir adam yaklaşıp zoraki bir hürmetle bavulumu elimden alıp yakın mesafe takibe başladı. Doktor ibrahim ile Hemşire Nermin, kendi aralarında hararetli bir fısıldaşmaya dalmıştı, beni bekledikleri halde yanlarına gelene dek varlığımı fark etmediler. Üzgün görünüyorlardı, kısa ama içten bir vedalaşmanın ardından, üzülmemeleri gerektiğini, en kısa zamanda ev yapımı kakaolu bir kekle ziyaretlerine geleceğimi söyleyip kapının önünde beni bekleyen kadına yetişmek için hızlı adımlarla uzaklaştım. Biz yaklaşınca, lüks limuzinin şoförü araçtan indi. Arka kapıyı açıp binmemi bekledi. Arabanın içi viski ve yaşlı kokuyordu. Kokunun kaynağı, yüzüme şefkatle bakıp konuşmaya başladı.

- Ben aslında kötü biri değilimdir Selami kardeşim, aylardır içim içimi yiyor. Vicdanım sancıyor.
- Elbet kötü biri değilsinizdir de, kimsiniz?
- Ben, üzgün olduğumu biliniz, adım Tekin. Sizin başınıza bu talihsiz olayın gelmesine neden olan kişiyim.
- Nasıl yani?
- Yani.. Söyletmeyin işte, vurulmanıza ben neden oldum.
- Anlıyorum.
- Hayır. Yani ben, benim salak adamlara, sizin karşı komşunuz Yılmaz’ın topuğuna sıkmalarını tembihlemiştim. Hem miyop hem sarhoş bir piç var Hakkı diye, babasını sevdiğimden yanıma almıştım, babası dediysem, yirmi yıl şoförlüğümü yaptı, işte onun andaval piçi, yanlışlıkla sizi vurdu.
- Talihsizlik olmuş.
- Talihsizlik de ne kelime. Ama merak etmeyiniz, itin soyu çekti cezasını.
- Herkes hata yapabiliyor. Yılmaz’la sorununuz neydi?
- O da başka bir salak. Kumarhanemde sahte çekler vere vere milleti kazıklamış haylaz. Benim de bir çevrem, iyi, kötü reklamım var, hiçbir müşterimi mağdur bırakmam, hepsini cebimden ödedim. Hal böyle olunca da Yılmaz’a bir ders vermek gerekti.
- Anlıyorum. Bu arada yazınız çok güzelmiş.
- Aslında çok kötüdür, yamuk ve çırpık, ilkokul öğretmenimin hatası sanırım. Notu yardımcım Ayten Hanım yazdılar.
- Öyle mi, memnun oldum Ayten Hanım.
- Aramızda bir sorun kalmadığını umut ediyorum. Gücüm yettiğince her istediğinizi yerine getirmeye hazırım.
- Herhangi bir isteğim yok, teşekkür ederim. Sadece bir sorum var, sonra ne oldu? Vurdunuz mu Yavuz’u?
- Hayır, bu olaydan ders çıkarmam gerektiğini anladım ve affettim. Tanrı vicdanımı harekete geçirecek bu olayla bana bir işaret yollamayı amaçlıyordu.
- Anlıyorum, umarım başarılı olmuştur. izninizle evime çekilip istirahat etmek istiyorum, henüz tüm gücümü toplamış değilim.
- Hay hay, hemen eve bırakalım sizi. Henüz tam manasını çözemedim, ama oldukça kafa patlatıyorum.
- Zahmet etmeseydiniz. Belki de Tanrı artık kafa patlatmamanızı istiyordur.
- Lütfen beyefendi, beni daha fazla utandırmayınız. Ne demek istediniz anlayamadım.
- Amacım kesinlikle sizi utandırmak değil. Pekala öyleyse. Söylediklerime aldırmayın, ara sıra saçmalıyorum.
- Bir de lütfen bu çeki, özrümün maddi bir göstergesi olarak kabul ediniz.
- Lütfen beyefendi, hiç gereği yok, yeterince şey yapmışsınız zaten.
- Israr etmek zorundayım, ruh sağlığım için kabul ediniz Selami Bey.
- Pekala, buna da hay hay.
- Yaşayın!

Evin önünde yavaşça arabadan indim. Limuzin mahalleden çıkana kadar arkalarından el salladım. Nedensiz bir titreme sarmıştı bedenimi, halbuki yol boyunca her şeyi öğrenmiş, hatta kabullenmiştim. Kendi salaklığıma kızıyordum herhalde, başka neden olacak! Bütün hayallerini manasız bir umuda yükleyen zavallı bir insancık. Hayatımın aşkına kavuşup, alkolü bırakacak, çocuk çocuk, para pul içinde mesut olacak... Peh! Sersem kafam.

Eve girdiğimde ortalık fena halde rutubet kokuyordu. Bavulu duvara dayayıp salona geçtim. En çok kütüphanemdeki bir parmak toz dokundu. Şalterleri açıp mutfağa girdim, fırını yakıp biraz ağladım. Yüzümü kurulayıp alt kata indim. Haydar kapıyı açıp da beni görünce sevinçle boynuma atladı, gerçi daha sabah görüşmüştük ama, böyle kanlı canlı apartman içinde görünce duygulanmış olacak. Üç yumurta rica ettim. Hay hay, deyip bir koşu getirdi mutfaktan. Sana zahmet, dedim, yarın erkenden işim var, fırında kek bırakacağım, hastaneye uğrayıp Doktor ibrahim adına bırakıver. Emrin olur, deyip ben ağır aksak merdivenleri çıkana kadar akramdan baktı. Mutfağa dönüp diğer malzemeleri çıkardım, kıvamı bir güzel tutturup attım fırına. Kütüphaneme dönüp rastgele bir kitap çektim. Ülkü TAMER- Yanardağın Üstündeki Kuş. Mutfağa dönüp tezgaha yaslandım, rastgele bir şiiri okumaya başladım.

“Ben sana teşekkür ederim, beni sen öptün,
Ben uyurken benim alnımdan beni sen öptün;
Serinlik vurdu korulara, canlandı serçelerim;
Sen mavi bir tilkiydin, binmiştin mavi ata,
Ben belki dün ölmüştüm, belki de geçen hafta.

Sen bana çok güzeldin, senin ayakların da.”

Tozlu kitabı tozlu tezgaha bırakıp ağlamaya başladım. Ne ağır bir yüktü omuzlarımdaki hayal kırıklığı. Hıçkırdıkça hıçkırdım, yerlere kapaklandım. Toz yutup hapşırdım. Hırsla mermere tükürdüm, ağladım da ağladım. Yirmi dakika kadar sonra fırının sesiyle kendime geldim. Keki çıkarıp fırının üstüne koydum bir güzel paketledim. Yanına da çeki koydum, kurşun kalemle üstüne bastırmadan “Haydar, bu sana, kızını okut, Saniye’ye selam söyle, eyvallah.” Yazıp imzaladım.

Arka mahalledeki tekele gidip kısa Mavi Lark ve cep boy istanblue Votka aldım. Apartmanın önüne dönüp bir sigara yaktım. iki sene sonra çekilen bu ilk nefes ciğerlerimi baştan aşağı yaktı. Hafifçe öksürüp hemen ikincisine asıldım. Başım döndü bir süre, sonra geçti. Votkanın kapağını açıp bir süre göz hizamda tuttum. Burnuma yaklaştırıp biraz kokladım. Yüzüm ekşidi, midem kalktı ama hoşuma gitti. Anamın sütü gibi iştahla içip tek seferde bitirdim. Apartman kapısının basamağına oturup ciğerlerimi döke döke öksürdüm. Sonra kapının eşiğine konmuş arnavut taşı çarptı gözüme. Haydar Efendi kapı gündüz vakti kapanmasın diye koymuş olacaktı herhalde. Sigaradan son bir nefes çekip izmariti şişenin içine attım. Taşı aldım, yerine şişeyi koydum, içeri geçip kapıyı var gücümle kapadım. Şişe patladı, gürültüsüyle apartmandaki bütün sesler bir an kesildi, herkes kulak kabarttı, sonra bir yerlerde elektrik süpürgesi açıldı, üçüncü kattaki Ayşen Abla, oğlunu bağırta bağırta dövmeye devam etti, Haydar Efendi üşenmiş olacak, tenezzül edip de seslenmedi.

Karşı komşum Yılmaz, küçük bir şirkette gece bekçiliği yapıyordu. izin günlerinde de kumar oynardı hasbam. Ne zaman rastlaşsak kazandığı paralardan bahsedip dururdu. Eee ne demişler: Kumarda kazanan yoktur. Uzun vadede hep kaybedilir! Kapıyı çaldım, büyük oğlu açtı, beni görünce bir şaşırdı, ağzı kulaklarına vardı, babasını sordum, çağırayım deyip seslendi, “Baba, koş, Selami Amca gelmiş.” Yavuz koşar adım geldi, arkasında diğer çocukları Murat’la Ayşe. Kollarını açtı, Dişleri oldukça sarı “ Vay aslan Komşum, iyileşmiş de evine...”

ilk darbeyle kafasını yardım. Kan, Kapı eşiğinin doksanına fışkırdı. Sol kulağından tutup aşağı çektim. Yan yatmış kafasına, bu defa sağ kulağının tam ortasına indirdim ikinci darbeyi. Bok çuvalı gibi yığıldı orospu çocuğu. Şoku ilk atlatan, en küçükleri, altı yaşındaki Ayşe’ydi. Kendi yüzünü tokatlayıp tepinmeye, ciyak ciyak ağlamaya başladı, kız kardeşlerinin eziyet veren sesiyle kendilerine gelen ağbiler, dokuzunu yeni doldurmuş Murat ile on birinden gün alan Hasan, üstüme atlamaya yeltendi, birer fiskeyle babalarının üstüne yuvarladım bacaksızları. Hasan yattığı yerde sinir krizi geçirmeye başladı, murat’sa ellerine bulaşan kana bakıp babasının hareketsiz kafasına kustu. Bu sırada Ayşe geri geri kaçarken sendeledi, kafasının arkasını duvara toslayıp sustu. Kolay değil tabi, dağ gibi adam, iki erkek için idol, kız için, Freud’a göre, ilk aşk, öyle cansız, kan içinde, kafatası çatlak, yırtık derisi, saçları bir acayip, bir kırmızı, bir göz faltaşı gibi, öteki, küçük oğlunun kusmuğundan kapanmış, kolay değil ha...

Evime girip kapıyı kitledim. Çığlıklar, bağırışlar, bir hengamedir koptu kapının önünde. Yatağa uzanıp kestirdim biraz. Hatta bir saat kadar deliksiz bir uyku çektim diyebilirim. Aylar sonra bu kadar aksiyon epeyce yormuştu beni. Polisler kapıyı kırdığında irkilerek uyandım, bütün hakikat başıma üşüştü. “Kaldır ellerini!”,” Polis!”,”Kalk yataktan!”,”Üstünü aç!”,”Polis!”,”Yere yat lan!”,”Hayvan oğlu!” Yere uzanırken genç bir polisten boşluğuma birkaç tekme yedim. Ansızın, aylar sonra Buse’nin düzgün bacaklarını hatırladım. Zaman oldukça göreceliydi, muhtemelen bacakları, aylar önce, barda bıraktığım gibiydi.