bugün

ulu roman

tavani neredeyse dort metre olan, bu enaz yuzelli yillik victorian binanin en ust katindaki, guneye bakan sash dedikleri cinsten pencerenin onunde ayakta duruyordu. lanet olasi sehirde, yazdan sonra gelen butun mevsimler karanlik, yapis yapis ve islakti. uzerindeki, annesinin pofuduk yunden ordugu kirmizi hirkaya sarildi, tipki annesine sarilir gibi. birden, butun ege'nin gunesi dogdu sanki karsi binanin ustunden. sonra titredi, o kemiklerine isleyen civi gibi soguguga kufur etti utanarak birilerinin sesini duymasindan. elindeki sicak adacayi fincanini kiracak gibi tutuyordu. hem sicakligi, hem kokusu nasil da iyi gelmisti simdi icinin usumesine. incecik kesilmis limon dilimini batirdi, sonra da cevirdi usul usul, beyaz porselen fincanin icinde. ruhumuz kadar ozgur olsaydi keske bedenlerimiz de, dedi mirildanarak kendi kendine. genzini yakan bir zeytin kokusu duydu, adacayindan bir yudum aldiginda. ezilmis, taze zeytin kokusu da nereden cikti simdi diye dusunurken daire kapisinin acildigini duydu...