bugün

aşk

sizi olduğunuz gibi sevmeyen sevgiliye sevgili denir mi diye soran birkaç satır yazıyı okuyunca yazmak istedim. Deniyor elbet, hepimiz diyoruz.

Siz hiç dağınık saçlarınızla ekmek almaya gider gibi çıktınız mı sokağa? Ve ayaklarınız sizi sevdiğinize götürdü mü o anda mesela?

Ve o... Öyle samimi, öyle içten ve öylesine kendi gibi karşılayıp da sizi kabul etti mi hayatına? Yani yanında “yalınayak” hissedebileceğiniz kimseniz oldu mu sizin?

Bu soruların cevabı evetse eğer, şanslısınız.

Bizler, unvanlarımızdan, gelir düzeyimizden, kıyafetlerimizden, yaşadığımız bu hayattan sıyrılamıyoruz ilişkilerimizde, buna izin verilmiyor. Ve hayat deniz kumu misali, parmaklarımızı ne kadar sıkı kaparsak kapayalım bir boşluk buluyor, hiçbir hatayı telafi etmemizi beklemeden akıp gidiyor avuçlarımızdan.

Hayal bile kuramıyor, yanlış yapmaktan korkan sıradan bir ömrün orta yerinde tekdüze alışkanlıklarınız ve tekdüze hayatımızla kalakalıyoruz.

iki sene öncesi... bir mezar taşına sarılıp ağlıyorum. Dünyanın en mutsuz insanı olduğuma kendimi inandırdığım, dertleşmek için bir avuç toprağı, soğuk mermer taşlarını seçtiğim bir an. Telefonum çalıyor. Açmam ya, açıyorum bu sefer. Eski zaman aşk mektuplarının naifliğinde bir ses tonuyla halimi hatrımı soruyor.

Ben mi? Ben, güneşin altında bir mezar taşına oturmuş beni bu hayatta yalnız bırakıp gittiğine kızarak ağlıyorum. O mu? O, o mezar taşını buluyor. Başucuna bir ağaç dikiyor. Yaklaşık bir sene sonrası,ağacı onun diktiğini, bir sene boyunca suladığını öğreniyorum. güneşte kalmama dahi tahammülü olmayacak kadar çok seven birinin varlığı şaşırtıyor beni. Sonrası mı? Sonrası bana kalsın...