bugün

entry'ler (845)

emmanuel levinas

ilginç bir filozoftur, sıklıkla postmodern filozof tabiri altına yerleştirilir, ama yerine göre haksız olduğunu düşündüğüm bir tasniftir bu. Levinas'ın felsefesindeki en önemli mihenk taşlarından birisi, Auschwitz'dir. Auschwitz ve onun getirdikleri, LEvinas'ın sorumluluk, öteki, ötekinin bizi çağırması gibi kavramların çıkış noktasını oluşturur. Her ne kadar Heidegger'in öğrencisi olup ondan etkilense de, felsefesi bir çok noktada Heidegger'e bir meydan okuma gibi görülebilir. Bu, de l'existence à l'existant'danlevinas autrement qu'être`'ye kadar gider.

ilk kitapta, varoluştan varlığa gidilir [Heidegger'in fundamental ontolojisi ise bunun tam tersini yapar], ikinci kitapta ise varlıktan başka [Etre:olmak, Almanca Dasein'in karşılığı olarak okunabilir] olma durumu söz konusudur. Heidegger, Aristoteles Metfizik'de bütün felsefelere bir temel sağlayacak, ön ya da kök felsefelerden ve alanlardan bahseder. Bunlara prote philosophia adını verir. Bu alan, ontoloji, metafizik ve teolojiden oluşur. Aristoteles'in bu tasnifinde Etik alanı Poesis alanı içine düşer [Poein: yaratmak, yapmak anlamına gelir, Poetika'da bu kelimeden gelmektedir], zira insan kendi eylemlerinin yapıp edeni ve yaratıcısıdır. Bu minvalde etik otonom bir alan gibi görünmez.

Öte yandan, Levinas, Heidegger ve Aristoteles'in aksine, Etik'i bir ilk felsefe olarak belirler. Etik diğer tüm felsefelerin temelindeki esas felsefedir.

george wilhelm friedrich hegel

Bu eleştirileri yapanların kaçının Hegel metni okuduklarını, okudularsa da birinci elden, yani Almanca'dan okuyup okumadıklarını, merak ediyorum. ilber Ortaylı ya da Celal Şengör ağzıyla bu işler olmuyor. Yukarıda gördüğüm hiçbir entryde "salak lan bu ne yapmış mk" dışında hiçbir felsefi-bilimsel yorum göremedim. Bu şekilde eleştiri yapacak arkadaş varsa da buyurun tartışalım diyorum.

alien covenant

Düşünülenin aksine, seyredilmeye değer bir film olmadığını sanmıyorum. Belirli yönler itibariyle öykü ya da olay örgüsüne bir derinlik kazandırılmış. Tabi ki bunun yanında, "olmasa çok daha iyi olurdu" denen sahneler de var. Öncelikle filmde neyin anlatıldığını ya da neyin anlaşılması gerektiğini "birinci şahıs bakış açısından" ifade edelim.

Öncelikle Prometheus filminin yarattığı bir beklentiler toplamı söz konusuydu. Prometheus'un sonunda Elizabeth Shaw ile David uzay gemisini alarak bir başka gezegene, insanlığın nasıl yaratıldığını öğrenmek için başka maceralara çıkmışlardı. Öykü bu noktada bitmişti. Yeni film,öncelikle Prometheus'un da öncesine gider. Filmin başında, bir Davud heykelini görürüz, bu Weyland Corp.'un sahibinin evidir, daha doğrusu David'in yaratıcısı olan kişidir Weyland. PRometheus'da insanla ilgili sırı araştıran kişiydi. Ölümü de mühendis eliyle olmuştur.

Filmin başında Michalangelo'nun Davud heykelini görürüz, Davud heykeli heykeltraşlık sanatının en mükemmel örneklerinden biridir. Traşlanan eser o kadar mükemmeldir ki; sıklıkla Michaengelo'nun çekici Davud Heykeli'ne fırlatarak "konuş be adam" dediği söylenir. Buradaki temel mesele de eserin mükemmelliğinden, belli ölçüde "insana benzerlik duygusu" uyandırmasından gelir. insana o kadar benzer ki, o kadar arıntılıdır ki "kalk ve yürü" diyebilirsiniz. Weyland ile David [yani Davut] de benzer bir ilişki içindedir. Ancak, burada ilginç bir şey görürüz. David, Weyland'a, "beni sen yarattın ama sen ölümlüsün, bense ölümsüzüm" der, bu durumda david yaratıcısından daha mükemmel bir varlık olamaz mı?

David'in tarihi insanlığın bir tarihi gibidir, çünkü David soru sormaya başlamıştır. David, artık düşünmektedir ve bu düşünce david'te bir bilinç oluşturmuştur. insanın cennetten kovulması meselesinde, tanrısının dediğini yapmadığı durumda olduğu gibi david de tanrılarının yani onları yaratanların dediklerini yapmaz. Zira ilk sahne cenneti andıran bir ortam içinde, ormanlık bir alandaki korunmuş bir mekanda gerçekleşir. Bu soruya Weyland'ın yanıtı: "çayı getir David!" olacaktır. insanın, insanlık tarihi boyunca, buna sanat da dahil, verdiği tüm mücadele ölüme karşı verilmiş bir mücadeledir. insanın hayatta kalmasını sağlayan da ölümü sıradanlaşması, onu unutması, başına hiçbir zaman gelmeyecekmiş gibi onu düşünmesidir. Weyland'a ölümlü olduğunu hatırlatan da Davi'dir. Bu onu sinirlendirecek ve hayatı boyunca da bu gizi çözmeye çalışacaktır. Bu öykünün devamında bir Prometheus yaratacağı mantıklı bir şekilde bağlanmıştır. ileride de göreceğimiz gibi David'in asıl sorunu "fazlasıya insana benzemesi"dir.

Bu sahnenin devamında ise Covenant gemisine geçilir. Buradan diğer gezegene kadar nakledilen öykü aslında Alien'in 1979'daki ilk serisinde söz konusu olan pek çok şeyi hatırlatır. Burada Prometheus'un sonunda David ile Elizabeth'in gittiği gezegeni görürüz. Tabi ki bu gezegende olaylar pek istenildiği gibi gitmez, zira tüm gezegene yayılmış alienlar inen kolonicileri konak olarak kullanr ve onların ölümüne sebep olur.

Bu noktada David ortaya çıkarak onları kurtarır. David burada kendi dünyasını kurmuştur. Bu arada Covenant gemisinde de daha ileri sürümde bir David bulunmaktadır, daha doğrusu bu ileri sürümün adı Walter'dir. Walter insanlara hizmet ederken, David onlara isyan eder. Aslında filmdeki pek çok öykü isimlerinden de görebildiğimiz gibi kutsal ya da mitolojik metinlere referansla daha iyi anlaşılır. Bu filmde ilginç olan nokta bu iki karakterin karşılaşmasıdır. Her ikisi de insan bilincinin bir uzantısıdır, aslında her ikisi de fazlasıyla insana benzer David'lerin karşılaşması 20.yüzyıl felsefesinde de çok tartışılan "bilincin bilince bakışı" meselesinin bir tezahürüdür. Aslında David'ler tek midir? şizofren seyirci bunları ikiye mi bölmüştür? Davidler'in kavgası insan bilincinin bir uzantısının yaşadığı iyi ve kötü, yang ve ying arasındaki bir kavga ve mücadele midir?

iki David'in birbiriyle hem düşünsel hem de fiziksel anlamda kapışması önemlidir. David, Ozymandias şiirini yanlış bir şaire atfeder, şiirin en önemli kısmı şudur:

Look on my works, ye Mighty, and despair!

[Buradaki eser, David'in tanrıları olduğu neomorph'lar, genetiği değiştirilmiş Alien'lardır]

Walter ise bunun yanlış bir şaire atfedildiğini belirtir ve Shelley'e ait olduğunu söyler. Buradaki derinlik önemlidir, diğer filmlerde en azından bu derinliği görmedim. Shelley ise, Frankenstein romanının yazarı, Mary Shelley'in kocasıdır. Dr. Frankenstein bu eserde bildiğimiz gibi Frankenstein'de yapma bir insan yaratır, ancak buradaki Frankenstein tek boyutlu değildir, onu sevgisizlik bu hale getirmiştir. ve Bu frankenstein iyi biri olabilir. Filmde ise Frankenstein imgesinin iki david arasında bölündüğünü görüyoruz. iyi Frankenstein Walterken, kötü Frankenstein ise David olmaktadır. Fakat burada ilginç etik problemler ortaya çıkıyor. David gibi mi yaşamak yoksa Walter gibi mi hayat sürmek? Walter gibi yaşadığınızda kendini yaratanlara köle olmak ya da aşırı sofu insanların yaptığı gibi, verilen hiçbir şeyi sorgulamamak, David gibi yaşadığınızda isyan etmek, hayır demek ya da kendi tanrılığını ilan etmek. Tabi bunların uç örnek olduklarını, yani mutlak siyah e beyaz gibi farklı kutuplar olduğunu belirtmekte de fayda var. Alien filmlerinin müphem yapay zekaları burada ikiye bölünmüş, bu nokta açısından bakıldığında bu bir yeniliktir.

Bunun dışında Prometheus filmi bu filme David'in anlatısı üzerindne bağlanır. David bu filmde, Walter'a gezegene geldiklerinde neler yaptığını, Alien'ı bütün gezegene yayarak, bir soykırım yaptığını süslü cümlelerle anlatır. Bu ilginçtir, David bir tanrı olmak istemektedir. Alien sadece ete saldırdığı için ona bir şey yapmaz. Ancak Alien'in David'e saldırmamasının nedeni şuydu: 'blow onto a horse's nostrills, and it becomes dedicated to you for life' [bir atın budun deliklerine üflü ve ömrü boyunca sana sadık kalsın]. işte david onların burun deliklerine üflemeyi biliyordu. Bilindiği gibi "Alien" kelimesi latince "alius"tan gelir, alius ise başkası ve öteki anlamlarına gelmektedir. insan hep kendine benzemeyeni, kendinden farklı olanı yok etmeye, soykırım yapmaya alışmıştır. Aryan ırk meseleleri de Naziler gibi sapkın grupları soykırım suçları işlemeye itmiştir. insan bu evrene gelmiş bir " bilinç anomalisi" midir? tartışması da yapılmaktadır. Gerçekten etrafımızda gördüğümüz her şey belli bir düzeni idame ettirmeye hizmet ederken, Marx'ın ifade ettiği gibi insan bir "Gattungswesen" [tür varlığı] olmakla hem bu türün bir parçası olmuş hem de onu aşmıştır. Burada ilginç olan nokta, insanın her şeyi yok edip, aransal aklına uygun olarak kullanması, kendine köle etmesidir. David ve Alien doğanın bir intikamı gibidir. Doğanın "mimesis"i, onun bize geri dönüp intikam alması ya da Montezuma'nın hayaletidir.

David için Alien bir Alius değildir. David onun burun deliklerine üflemeyi bilir. David bir neomorph yaratmışken, Covenant gemisinin aşırı pozitivist kaptanı o alien'i hiç acımadan öldürür. Ajan Smith'in belirttiği gibi: "nereye gittiyse insanlar virüs gibi çoğalarak bir başka türü yok etmiştir. Burada daha temel bir problem daha ortaya çıkıyor; Alien filmi içinde, PRometheus'da olduğu gibi, insan prometheus mühendislerin ürettiği bir silah mıydı? Zira Alien insana çok benzemektedir, aralarındaki temel fark ondan çok daha güçlü olmasıdır, bunun yanı sıra insanın örtük olarak gerçekleştirdiği pek çok şeyi açıkça yapar.

Şimd, David'in bir soykırım yaptığını, bütün gezegeni yok ettiğini biliyoruz. David bunu neden yapmıştır. Bir yapay zeka soykırım yapılabilir mi? Alien'ı birinci filmde, bilinçle lekelenmemiş, mükemmel bir varlık diye niteleyen yapay zeka, bilinçli bir yapay zekadır. Bu nedenle her iki durumun da, hem bilinçli olma hem de bilinçli olmama anlamında, neler çağrıştırdığını bilebilir. Bilincin belli ölçüde insanı nasıl tükettiğini de görür. David'in insana en benzeyen yanı, "soykırım yapıyor oluşu"dur. Bu nedenle o fazlasıyla insandır. Bunu bir evrim kuralı olarak da koyar. insan aşılması gereken, kusurlu bir bilinç modudur. Daha ileirki aşama bu kandan, etten ve hastalıklardan kurtulmuş bir yapay zekadır. Filmde, üst-insan referansı da sıkça görülür. Burada David'in filmin başında belirttiği gibi, David ölümsüzdür. Nietzsche'nin Wagner hayranı olduğunu biliriz, tabi ki araları bozulana kadar. Hatta Übermensch'ten bahsederken de sıklıkla Wagner'den de bahseder. David özellikle filmin sonunda embriyoları embriyo saklama aparatlarına koyduğunda, Wagner'in "Tanrıların Walhalla'Ya girişi" çalar.

http://www.youtube.com/watch?v=gNsKfsgK-HQ

Burada tanrılar derken kastedilen hangi tanrılardır. Kendi tanrılarını öldürmüş ve şimdi kendi yarattığı bir varlık tarafından öldürülen insan mı? Bu öykü bir tanrı diyalektiği şeklinde sürüp gider. Biz her ne kadar kendimiz açısından bunu negatif diyalektik olarak adalandırsak da, David için bu pozitif diyalektiktir. Alien'in de soru sorduğu bir gelecekte, David'in de tanrılığının yitip gitmeyeceğini kim garanti edebilir?

Bu arada Alien'daki sembolizm'den, psikolojik olarak neyi çağrıştırdığından bahsetmedim. Bunu part II'de yapacağım.

zeki müren diyince akla gelenler

muhteşem bir dil, bir o kadar da leziz şarkılar akla gelir:

https://www.youtube.com/w...?v=mgUWFWTecGc&t=723s

ertuğrul gazi türbesinde alpkıyafetli saygı nöbeti

bereket ki memleketimizde moda sık sık değişiyor, yaklaşık 7-8 sene önce peşmerge giysisi modaydı, yaklaşık son dört seneden beri moda değişti, eski Türk devletlerinin -Türkik desek daha doğru olur- askerlerini saraylarda görmeye başladık, bunların uzantısı olarak da şimdi "Alp kıyafetli askerlerin saygı nöbeti" ortaya çıktı. Buraya nasıl geldik bir düşünmek lazım. Acaba siyaset de modayla paralel mi? hani bu iş neden 10 yıl önce yapılmadı da şimdi yapıldı, tabelalardan kaldırılan TC'ler o zaman popülerdi, şimdi her şeye milliyetçilik sosu eklemek.

Haliyle, bu milliyetçilik sosu da siyasetin her kavramı gibi, iktidar tarafından desteklenip allanıp pullandığı için viral olarak etki etmeye başladı. Ancak burada sıkıntılı olan bir nokta var: Bu noktada yapılan her hareketin fazlasıyla "Kitsch" kokmasıdır, fazlasıyla eğreti olan, bazı şeylerin hiçbir şekilde birbirlerine uymadığı, bir sıkıntının sizi rahatsız ettiği, hatta birbiriyle uyumsuz ya da çelişik kavramların [oxymoron] ortaya çıktığı bir tablo görüyoruz. Nasıl "Kitsch" bir osmanlı yaratılıyorsa [ki bugün iktidarın pazarladığı her Osmanlı tasavvuru popülist, pohpohlanmış, milliyetçilik sosuyla bulanmış, gerçek osmanlı ile uzaktan yakından alakası olmayan Osmanlı'ysa] bu Alp nöbeti dediğimiz nane de aynı türdendir. Modaya göre değişir efendim, dört ya da beş yıl sonra yeni bir şey çıkarsa şaşırmyınız.

evrim teorisinin ispatlandığını zannetmek

şimdi evrim dendiğinde bile, pek çok insanın, maalesef bu konuda bilgisiz olduğu anlaşılıyor. Evrim, sadece, köken itibari ile insanın nereden geldiğini söylemez, insanın şimdiki durumu hakkında antibiyotiklerin niye artık bazı virüs ya da bakterilere etki etmediğini, 1950'lerde AIDS'in tek bir türü varken, nasıl artık onların iki tür haline geldiğini ve çiftleşmediğinin anlaşılması bakımındna evrim önemlidir.

Bir kere ispatlamak ne demektir? bir kuramın ispatlanması mı? Yoksa, bir anlatının ortaya konması mı? Evrim bir anlatı ortaya koyar, ama bunu bilimsel gerçekler ışığında yapar. insan genomu projesi, aslınd evrimin doğruluğu ie ilgili olarak oldukça aydınlatıcı kanıtlar ortaya koymuştur. Maymun ile insan geni arasındki benzerlik %98'lere varmaktadır.
Aynı benzerlik meyve sineği için, %70'lerde. muz ile de %50 benzerlik var. Fakat işin ilginç kızmı, 1,5 milyar yıl önce muz ile insanın aynı bakteriyi paylaştığı. Bu tek başına gösterge olabilir mi? Şimdi, genom projesi birbiri ile aynı dizilişleri dikkate alır, zaten kolunuz bacağınız,, omurganız varsa, yapınızın da karbon olması dolayısı ile belli oranda benzer çıkacağınız vakidir. Ama evrimin tek göstergesi, genom projesi değildir.

Şimdi evrim için sadece, genom tipi bir ispat da yok. Misal, bazı hayvanların, diğerleri ile ortak atadan geldiği, o hayvanın genleri ğzerine yerleşmiş virüslerden de tespit edilebiliyor. Eğer bu virus, bir zamanlar aynı türün ürünü olan, bir hayvanda varsa, buradan ikisinin de bir zamanlar ortak ataya ait oldukları ortaya çıkar.

bunun dışında, evrim ssadece insanları ilgilendiren bir kuram değildir. Tüm canlılığı ilgilendirir. buradan mutasyonun bircanlıda olumlu etkiler yapmadığı tarzı bir açıklama gelebilir, ama bu, mutasyondan ne anladığınıza bağlı. Bir kere mutasyonun da farkı çeşitleri var. Zaten evrimin savunduğu da, mutasyonun genler üzerinde meydana gelmesi, genler üzerinde meydana gelen mutasyon, ilerleyen kuşaklarda farklı türleri yaratabilir.

Tanrıya inanın ya da inanmayın, inanmanız ya da inanmamanız evrimi ilgilendiren bir şey değil, evrim şu ana kadar, insanın kökeni konusunda ileri sürülmüş en bilimsel teoridir.

kadir mısıroğlu

kültürün, sanatın, bilimin hakim olmadığı toplumlarda, ortaya çıkan, bilgi tacirlerinden biri. Taktığı fes bile, aslına bakarsanız, bilgisizliğinin ürünüdür. Her ne kadar sembol anlamıyla kullanılsa da, Osmalı'da, II. Mahmut döneminde, modernleşmenin sembolüydü. Fakat kökenleri, Fenikelilere kadar gitmektedir. Aslında köken itibariyle hilafetle falan alakası yoktur.
bir başka örnek için (bkz: harun yahya)

beyazıt öztürk ün türk halkından özür dilemesi

Sözlükte pek de politik konularda yazan bir insan değilim fakat bu konuda kendimi tutamadım.

Ben Beyaz'ın de neden özür dilediğini anlamış değilim. Telefon konuşmasını dinledim Ayşe Çelik'ten terör konusunda ya da PKK'ya ilişkin bir kelime çıkmadı. Sadece belirttiği çocukların ölmesiydi. Şimdi, çocukların ölmesi diyerek sizinde sesinizi duyurmanız gerektiğini söylemek terör propagandası yaptığı anlamına mı gelir? Öncelikle burada iki tarafın olduğunu ve bu taraflar ile anlaşma yapılması gerektiğini söylemektir.

Eğer bir yerde anneler ölüp cesetleri yol ortasında bir hafta bekliyorsa ve bu cesede kurt kuş ilişmesin diye ailesi de kurşunların arasında o cesedi bir hafta boyunca gözden uzak tutamıyorsa, öte yandan da kurşunlardan da yanına gidemiyorsa, 5 yaşındaki bir çocuk ölüyorsa ve cesedi bir hafta boyunca buzdolabında kalıyorsa, bir durun demek lazım. Bu konuda çatışmaların durmasını istemek en doğal şeydir.

bu konuda linç etmeye yönelik çeşitli akıl yürütme biçimleri var. Ben en bilinenlerden bahsedeceğim;

1-Çatışmalar dursun diyorsa---> terör propagandası yapıyordur
2-Pkk'ya karşıt bir şey söylemiyorsa---> terör propagandası yapıyordur
3-ölümlerden bahsediyor, şehit ölümlerinden bahsetmiyorsa---> terör propagandası yapıyordur
4-Pkk'yi kötülemediyse---> Pkk'lıdır.
5-Askeri&polisi övmediyse---> Pkk'lıdır.
6-Asker&polisi ölümlerinden bahsetmiyorsa---> Pkk'ldır.
7-iktidara karşı ve Pkklı ise---> Paralelcidir (ya da Fetö'cudur), ya da paralelci ise pkk'lıdır.
8-Vatan millet edebiyatı yapmıyorsa---> Pkk'lıdır.

Şimdi yukarıdaki akıl yürütmelerde gerçeklik payı olabilir mi? gerçeklik payı olabilir, ama zorunlu olarak bir kişiyi salt 3 cümle üzerinden suçlayamazsınız. Onun sözlerini yukarıdaki önermelerden birine indirgeyemezsiniz.

Yargısız infaz bizim kültürümüzde yeni değil, eskilerden getirdiğimiz güzel bir linç kültürümüz var. Ulusça, insanca, nereye gittiğimizi kendimize sormalıyız? Bakın bu durum bir "kitlesel histeri"yi beraberinde getirebilir.

Toplumumuzda itaat'in yeri, sadece bizim toplumumuzda değil, önemlidir. Bunun nedeni, anne-baba'lar ile çocuk arasındaki ilişkilerin iktidar ilişkileri üzerinden kurulmasıdır. çoğunlukla anne-babaların yapmasını istediği şeyi yapar, istemediği şeyi yapmayız. Bu durumda onların bir ego-uzantısı gibi oluruz. Bu uzantı gibi olma durumu, beraberinde kendi benliğimizi unutmayı, onların istediği insan olmayı beraberinde getirir. Duygularımızı rahatça dışa vuramayız, çünkü kendiliğimiz, ebeveynlerin sakınmamızı istediği korku dolu bir şey olmuştur. Kısır döngü adı da verilen bu şey, iki ucu boklu değnektir. bir yandan kendimizi ararken, öte yandan aradığımız bu kendiliğimizden korkmamızdır, çünkü kendin sakınılacak, korkulacak bir şeydir. Kendimizi bulmamız demek, aslında bize itaat etmemizi söyleyen sevgi nesnelerin de sevgisini yitirmemiz anlamına gelir.

bu durumda olan şey, bir başkasına bağımlılığa yitirmemek adına kendimizden vazgeçişimizdir. bu nedenle mi ufak bir itaatsizlik algısı ortalığı herc-ü merç ediyor? Aile içinde kurulan ilişkiler, iktidar ile olan ilişkimizi belirlerler. Bizim kafamızda itaat ve sevgiye ilişkin oluşan şema, devlet ve yurttaşı arasındaki ilişkiye dair bir şey söyler. Çünkü bu ilişkinin ilk oluşup şekillendiği yer aile içidir. Devlet ve itaat seviciliğinin boyutları çok derinlere gider. Bunu sorgulmadığınız sürece gazla çalışmaya devam edersiniz...

allah zamandan ve mekandan münezzehtir

Tanrının var olduğunu nesnel olarak ortaya konamadığı, bir deney ile gösterilemediği, gözlemlenemediği, kontrol edilemediği için herhangi bir anlamı olmayan önermedir. Doğru ya da yanlış denmesi spekülatif bir sonuca ulaştırır. Çünkü tanrıya ilişkin söylediğimiz her şey, tanımlar üzerine dayanır, yani deneyim üzerine dayanmaz. Bir önermeyi doğrulamak ya da yanlışlayabilmek için onu öncelikle deneyimlemek gerekmektedir.

Bununla birlikte "tanrı zamandan ve mekandan münezzeh"tir demek, bir totolojdir. Zaten Tanrı tanımı [kastedilen islamın tanrısıysa yani Allah ise] tanrı tanımı zaten zammandan ve mekandan münezzeh olmayı kendi içinde taşır. Yani "tanrı tanrıdır" demek ile aynı şeydir. Bunun için burada bahsedebileceğimiz tek şey. Kitapların tanrıyı nasıl tanımladıklarıdır. Tanımlar da kitaplara göre farklılık gösterir. Onların tanrıya ilişkin ortak terimleri de vardır. Fakat önermenin salt spekülatif oluşu nedeni ile bizi bir sonuca ulaştırmaz.

kendini bilimadamı sanan ilahiyatçı

Teolog anlamında söylenmediği için bilim adamı değildir, olsa da pek değildir, Türkiye'de hiç değildir.

uludağ sözlük sekizinci kelimelik turnuvası

Sonucu merak edilen turnuvadır.

bilim adamı olacaksan ateist olacaksın kuralı

Biraz daha açıklanması gereken cümle. Bilimi yaparken herkesin anlayacağı, kabul edebileceği, nesnel olarak sınayabileceği bir dil üzerinden konuşmamız gerekir. Bu olmadığında "tanrı" gibi operasyonel bir tanımını yapamayacağınız bir duyular-ötesi nesne söz konusu olduğunda bilimin uzlaşabileceği ortak ve nesnel bir kavram ortaya koyamazsınız.

Bu arada bilim ateist olmaz. Bunu yapan kişi ateist olabilir, lakin onun ateist olması ile dindar olması arasında herhangi bir fark yoktur. Çünkü bilimine bunu karıştırmaması gerekir. Bu kişisel bir meseledir. Sonuçta bilim okunmuş fasülye deneyi ile ilerlemiyor.

doğan tılıç

iyi bir yazardır.

68 kuşağı

68'ler hareketi slogan kelimesi adı altında, uluslararası ve sol kanat bir sivil hareketler olarak özetlenebilir, 1960'lı yılların ortasında etkili olmuştur. 68'ler hareketi Amerikan sivil hakları savunucularının protestosu ile başlamıştır.
Almanya'da, diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, yoğun sivil bir çatışma durumu vardı. 13 Ağustos 1961'de Berlin Duvarı'nın inşa edilmesinden sonra, doğu batı çatışmasının odağı değişmiştir. Sovyet-çin yayılmaları ve proxy savaşları (Vietnam'da yapıldığı gibi) [Vekaleten savaşlar] daha çok ön-plana çıkmıştır. Küba Devrimi, Vietnam'da Amerika'nın savaşının yarattığı ilk gerginlik, Kongo ve sınıf mücadeleleri, Cezayir'deki devrim düşünceye yeni bir yön vermiştir.

1968 yılında, bu hareketler tarafından temel konu haline getirilen çatışmalar ortamın tansiyonunu yükseltmiş, Amerika'da vietnam savaşına, teolog ve sivil haklar mücadelecisi aktivist Martin Luther King'in öldürülmesi olayına karşı bir çok gösteri yapılmıştır. Vietnam Savaşı'nın yoğunlaşması Yeni Sola global bir fenomen haline getireceği merkezi bir hareket noktası vermiştir.

68'ler hareketi, Prag Baharı'nı batıya ilişkin bi fenomen olduğunu yorumunu yaparak bu olayı gözardı etti. 1968, kültürel bir batılılaşma ile aynı anlama dönüştü. Buna karşı, immanuel Wallerstein 60'ların sivil hareketlerini kapitalizme karşı yöneltilmiş global bir hadise olarak yorumladı. O bunun için "world revolution" kavramını kullandı. Wallerstein şu varsayımdan yola çıktı; Kapitalizm bir batı sistemi olarak var olmuştur, böylece, ulusal bir düzlemde, hiçbir devrim ortaya çıkamaz.

Bir çok isyanla eş zamanlı olarak-1848 ve 1968'de olduğu gibi- gerçek dünya devrimleri olarak kabul edilmiştir. 1968 yılında Amerika'nın hegemonyası en dikkate değer ortak hedef haline gelmiştir. Marcel van der Linden 1960'ların sonunda kısa bir periyodun içinde, 1970'lerin başlangıç yıllarında, çeşitli süreçlerin işleyiş nedenlerini açıklamaya çalışmıştır. Bununla ilgili olarak çeşitli farktörler vardır; en temel üç faktör ise şunlardır; ikinci dünya savaşından sonra 1966 yılının krizi ile sekteye uğrayan güçlü ekonomik gelişim; üniversite eğitimi de dahil olmak üzere, eğitimli insan sayısında dünya çapında görülen güçlü bir artış, ikinci dünya savaşından sonra başlayan ve 1960'ların başlangıcında hızlanan kolonizasyon faaliyetlerinin sona ermesi.

Bu yapısal etkilerin yanında, poltikanın başka biçimlerine esin kaynağı olan bir çok olaydan bahseder; bunlar Küba devrimi, Çin'in Proleterya Kültür Devrimi ve 1968 yılındaki Prag Baharı, bunlarla aynı derecede önemli bir diğer olay Vietnam savasşındaki Tet saldırılarıydı. Bununla birlikte, öğrencilerin-müdahil olmadığı, özellikle Fransa, italya ve ispanya'daki hereketlere de dikkat çekmek gerekmektedir.

68'ler hareketinin ulusları aşan boyutu kolonizasyon hareketlerinin sona ermesi, anti-emperyalizm ve neo-kolonyalizmin bir çok biçimine karşı protestoyla desteklendi. Kolonyalizm karşıtı hareket için karakteristik olan katılımcılar arasında tüm dünyada büyük bir bağ meydana getirmesiydi. Che guevara'nın Foco teorisi ve Cezayir'in bağımsızlık mücadelesi savunucularından Franz Fanton'un yazıları ortak bir entegrasyon ve birleşme çerçevesi sağladı ve bir gerilla mantalitesine göre somut organizasyon biçimlerinin kurulmasını da beraberinde getirdi.

Küba devrimi ve Cezayir savaşı 68'ler hareketinin öncüsü olarak görülebilir. 68'lerin Zeitgeist'inde, katolik kilisesinin uluslar ötesi bir yapısı teolojik bir özgürleşmenin ortaya çıkışını sağlamıştır. 1962-1965 yılları arasında hüküm süren ikinci Vatikan Konsülü kilisenin şümüllü bir yenilenmesini desteklemiştir. Bu arka plana karşı, Latin Amerika'da yoksulluk, baskılanma, adaletsizlik ile karakerize edilen yaşam koşullarından ötürü, 1968 yılında Piskoposların bir araya geldiği Medellin konferansında yoksullara ilişkin teoloji fikri kabul edildi. Benzer bir kavram Güney Afrika ve Asya'da da gelişti. Amerikan Sivil Haklar hareketinden ortaya çıkan "Black Theology", teolojik özgürleşmenin radikal bir biçimi olarak anlaşılmıştır.

Uluslararası önemine rağmen, 1960'ların öğrenci hareketi tarafından başlatılan Almanya'daki olayları 68'ler hareketi olarak tanımlanımıştır. Bu hareket kendi ismini tüm bir jenerasyona vermişti. Bu insanlar için 1960'lı yılların sonu biçimlendirici ve eğiticiydi. Bu jenerasyonun üyeleri olan ve aktif bir biçimde protestolara dahil olanlar 68'ler kuşağı gibi tanımlanmışlardır. Yayıncı Rainer Böhme 1940'dan 1950'ye kadar ki yaş grubunu sekiz milyon almanı 68'ler kuşağı olarak belirlemiştir.

Gündelik düşünceler temelinde bakıldığında, bazı ülkeler 68'ler hareketini bir nesil çatışması ya da gençlik hareketi olarak kategorize etmiştir. Olaylara bu şekil bir bakış farklı jenerasyonların çatışmaya girdiği gerçeğini dikkate almamıştır. Farklı teorik kavramlara dayanarak, 67/68 kuşağının toplumsal hareketi, uluslararası bir önem arz eden ve nesillerin müdahil olduğu bir protesto hareketi olarak kavranmıştır,.

cafer penahi

gerçekten ilginç ve yaratıcı bir yönetmendir. ilk dönem filmlerinde belli çocuk karakterler üzerinden yaratılan bir iran eleştirisi söz konusudur. Fakat bunu o kadar ustalıkla yapar ki öykü kendini yavaş yavaş gözler önüne serer. Anlatısal yapı olarak "kahramanın yolculuğu"nun en iyi uygulanışlarındandır.

Yeni dalga'da gördüğümüz "newsreel footage" tekniğini (yabancılaştırma tekniğini uygulamak ve özdeşleşmenin uyutuculuğunu aşabilmek amacıyla, belgeselvari ya da gerçek sahnelerin kullanılması) kullanır. "Ayna" filminde çocuk karakterin filmin ortasında sıkılıp filmi bırakması bunun en ilginç örneklerinden biridir. Bu teknik Fransız Yeni Dalga'sının Brecht'in yabancılaştırma tekniğini sinemaya uygulamasıydı. Fakat burada salt yabancılaştırma değil, o sahnenin gerçekliği de önemlidir. Çocuğun gerçekten sıkılıp mı filmi bıraktığı yoksa onunda mı senaryo olduğu sorunludur.

Daha ilginci ise "Kanlı Altın" filminde gerçekleşir. Bu filmde de anlatı birbirinden bağımsız bir şekilde ayrımlmamış zamansal olarak geleneksel anlatıyıtersyüz eden bir yapıdadır. Bu tarzı ile W. Faulkner'in Ses ve Öfke'deki anlatısal bölümler arasındaki belirsiz geçişi ve güvensiz anlatıcı'yı yansıtmaktadır.

ilk dönem filmlerinin bir diğer özelliği bir çeşit feminizmi yansıtmaktadır. iran'da kadınların yaşadığı sıkıntılar, 8 yaşındaki bir çocuğun kadın olarak toplumda yaşandığı sıkıntılar ya da hapishaneden çıkan kadınların kendi ailelerince ve toplumca nasıl damgalandığını anlatmaktadır. Cafer Penahi iran'n en yaratıcı ve nev-i şahsına münhasır yönetmenlerinden biridir. Umarım daha fazla film çeker.

bir sözlük yazarının intihar mektubu

Klinik psikologlar, intihar gibi meselelerde hemen harekete geçmenin elzem olduğunu hastaya normalde herhangi bir şeyi yap şeklinde seslenmelerin bu gibi tehlike arz eden durumlarda bir gereklilik olduğunu belirtirler. Şimdi meseleyi, "bencillik ettin bari çocuğunu düşün" tarzı üstten inmeci ve intihar edecek olan kişiyi suçlar bir vaziyette çözüme kavuşturmaya çalışmak hiçbir şeyi çözmez.

Öncelikle mektuptan intiharın spesifik nedeni bilinmiyor. Ne konuşsanız belli bir bağlamda konuşmadığınızdan ona ilişkin cevaplar da belli bir noktada yetersiz kalabilir. En iyi ihtimal o kişiye özel bir mesaj atıp bunun nedenini sormak. Manic Depressif olabilir, Şizofrenik olabilir ya da Ölümcül bir hastalığa yakalanmış olabilir. bir olay yaşamış olabilir. içini dökmek istemiş olabilir. Nedenini tam olarak bilmediğimiz konularda neden yorum yapıyoruz ki? Hele ki bu mesele intihar konusunda belki de tam kararını vermemiş biri için bir intihar nedeni olabilecek ciddiyette iken?

siktir et kanka geçer diyen psikolog

etik kurallara uymayan psikologtur. Ayrıntılar için aşağıdaki link incelenebilir.

http://www.psikolog.org.t...-surec-yonetmelik2013.doc

frankfurt okulu

Frankfurt okulu çeşitli disiplinlerden gelen bilim adamların ve filozofların Hegel, Marx ve Freud'un teorileri arasında çeşitli bağlantılar kuran grubu olarak tanımlanır; Frankfurt Okulunun Merkezi 1924'de Frankfurt am Main'de açılan Institut für Sozialforschung idi. Bu kurum orada kurulan eleştirel Kuram'ın temsilcisi olaak kabul edilmiştir.

eleştirel Kuram'ın tanımı Marx Horkheimer'in 1937' yılında Traditionelle und kritische Theorie isimli programatik makalesinin başlığına kadar gider. Bu okulun şaheseri Horkheimer ve Adorno tarafından 1944-1947 yılları arasında birlikte yazdıkları Dialektik der Aufklärung kitap kabul edilir. Frankfurt Okulu Frankfurt'daki Johann Wolfgang Goethe-Universitesi Institut für Sozialforschung'nden ortaya çıkmış, 1924'de Mäzens Felix Weil'in emekleri ile üniversite enstitüsü kurulmuş ve ilk yılında Carl Grünberg tarafından yönetilmiştir.

Max Horkheimer'in yönetiminde 1932 yılında Zeitschrift für Sozialforschung enstitünün temel kuramsal organı olarak ortaya çıkmıştır. Bu dergide, Enstitü üyeleri ve bu harekete sempati duyan entelektüeller ve batı marksizminin ortodoks olmayan biçimi altında, dünya çapında bir önem kazanan toplumsal eleştirel bir kurama ilişkin bir temeli formüle etmiş ve tartışmışlardır; Enstitü üyeleri arasında Theodor W. Adorno, Herbert Marcuse, Erich Fromm, Leo Löwenthal, Franz Neumann, Otto Kirchheimer ve Friedrich Pollock bulunmaktadır. Ayrıca Walter Benjamin, emigrasyon yılları zamanında, enstitü tarafından finansal olarak desteklenmiş ve önemli bir katkı sağlamıştır.

Enstitü 1933 yılında Nasyonal sosyalistler tarafından zorla kapatılmıştır ve üyeler ise Almanya'yı terk etmeye karar vermiştir. Nasyonal sosyalistler tarafından tehdit edilenler daha önceden de bilindiğinden, daha 1931 yılında vakfın tüm varlığını Hollanda'ya transfer etmiş ve Cenevre'de iki şube kurmuştur. Horkheimer toplumsal Araştırmalar enstitüsünü New York'da Columbia Üniversitesinde yeniden kurdu. Sürgünde Adorno ve Horkheimer Otoriter Karakter Üzerine şümüllü bir araştırma üzerine çalıştı.

1950 yılında sürgünden sonra Adorno ve Horkheimer'in Goethe-Universität'e dönmesinden sonra, Frankfurt okulu 65'ler hareketi için büyük bir önem kazandı ve Alman akademik sosyolojisini Eleştirel kuramın doğrultusunda güçlü bir biçimde etkiledi. Frankfurt Toplumsal Araştırma enstitüsü Horkheimer'in yönetimi altında, disiplinler arası çalışan bir enstitü oldu, Kuramsal temel bir eleştiride emprik araştırmalar ile bağlantılar kuruldu. Eleştirel kuramın temsilcisi, herşeyin ötesinde Adorno, böyle bir katastrofinin felsefi düşünce, toplumsal eleştiri ve aklın rolü üzerinde etkisini inceleyen soruların peşindeydi. Horkheimer ve Adorno'nun ölümünden sonra, Jürgen Habermas ve Oskar Negt Frankfurt Okulu'nu temsil ediyordu. Onun eleştirel kuramı Adorno'nun ve horkheimer'in Älteren Kritischen Theorie'sine sınır koyarak daha yeni eleştirel kuramları ortaya koydu ve kendilerinden farkını gösterdi.

Frankfurt Okulu'nda dogmatik olmayan marksistler, Değer-eleştirisi yapan Kapitalizm eleştirmenleri toplanmışlardı, bunlardan ortaya çıkan ise, Marksist Ortodoks Komünist Partilerde sıklıkla Karl Marx'ın fikirlerinin sadece sınırlı bir seçkisi gözden geçirilmesi ve özellikle Felsefi imalar ve implikasyonlar gözardı edilmiştir. Birinci Dünya savaşı ve Uygar bir ulusta Nasyonel sosyalizmin yükselişinden sonra işçi Hareketinin devriminin başarısızlığının tarihsel arkaplanına karşı, Horkheimer ve Adorno Markx'ın düşüncelerini bu bağlamda incelemeye başladı, Sosyal ilişkilerin analizinin uygun olduğu bir kapsam ve dereceye kadar, Marx hayattayken üstesinden gelemediği sorunları incelediler.

Bununla birlikte, onlar diğer çağdaş bilimsel disiplinlerin ortaya koyduklarına geri dönmüşlerdir. Onlar için önemli olan Weber'in sosyolojisi ve Freud Psikanaliziydi ki, onlar Psikanalizi altyapı ve üstyapı [Basis und Überbau] arasındaki bir aracı olarak ele almışlardır. Kuramın eleştirel bileşenlerinin vurgulanması Pozitivizm, diyalektik materyalizm ve Fenomenoloji arasındaki sınırın aşılma çabasını ortaya koydu. Frankfurt Okulu bunun için Kant'ın eleştirel felsefesine ve onu devam ettiren Alman idealizmine geri döndü. Özellikle gerçekliğin içkin bir özelliği olarak Hegel'in değilleme ve çelişki vurgusu içeren Diyalektik Felsefesi önemliydi, Özellikle Marx'ın 1930'lu yıllarda ökonomisch-philosophischen Manuskripte ve onun Deutschen Ideologie isimli eserleri yayınlandığından beri, onun düşüncesinin Hegel ile olan devamlılığı ortaya kondu. Frankfurt Okulundan olan düşünürler Georg Lukács ile bağlantı kurmuştur.

Enstitü, insan öznesinin rasyonel eylemin olanağı ile ilişkisini kuran araştırma alanlarına temel bir katkıda bulundu, örneğin rasyonel eylem aracılığı ile toplum ve tarih üzerindeki kontrolü yeniden elde etmek için bunu yaptılar. Araştırmaların en temel ve ilk çekim merkezi Klasik Marksistler tarafından bir üstyapı unsuru ya da ideoloji olarak ele alınan sosyal fenomenlerin araştırmasını içeriyordu; bunlar Kişilik, Aile, Otorite yapıları (enstitünün ilk yayını otorite ve aile üzerine çalışmalar adını almıştır) ve Estetik ve Kitle iletişimiydi.

Çalışmalar Devrimci bilinçleri ortadan kaldıracak bir eleştrinin önkoşullarına, Kapitalizmin olanaklılığına kaygı ile bakmışlardır. Bununla ideoloji eleştirisi toplumsal iktidarın idamesine ya da sağlanmasına hizmet eden mekanizmalara yöneltilmiştir. Eleştirel Kuramın çekirdeği şöyle formüle edilir; ideoloji toplumsal yapıların temellerinden biridir.

Enstitü ve enstitünün autoritäre Persönlichkeit yazısının Sosyal bilimlere dikkate değer etkisi olmuştur (özellikle Amerikan sosyal bilimlerine). Bu yazıda, sosyolojik ve psikanalitik kategorilerin yardımıyla detaylı deneysel araştırmalar bireylerin kendilerin faşist hareketler ya da faşist partiler ile ilişkilendirmesini ya da bunları desteklemesine neden olan güçleri karakterize etmek için yürütmüşlerdir. Marksizmin kendisinin doğası yani temel özünün çözümlenmesi enstütünün ikinci bakış açısını belirlemiştir. Bu bağlam eleştirel teorinin kavrayışının kaynağıdır. Bu ifade onlara başka amaçlar da sağlamıştır.

ilkin kuram ya da teorinin geleneksel anlayışında bir gerilim yaşanmıştır, bu teori ki geniş ölçüde pozitivistik ya da bilimseldi. ikinci olarak, kısmi olarak politik kavramlar ile yüklü konotasyonlardan Marksizm'i yoksun bırakacak ifadelerin kullanımına izin vermişlerdir. Üçüncü olarak eleştirel kuram Kant'ın eleştirel felsefesi ile birleştirilmiş ve böylece "eleştirel" ifadesi bilimin belli bir tipince kullanılan ve bu eleştiri ile moral otonomi vurgusu arasındaki doğrudan ilişkiyi kuran ölçüt ya da standartların üzerine felsefi bir düşünüşe göndermede bulunuyordu.

Bir yandan dogmatik pozitivizm ve scientisizm ve öte yandan da dogmatik, bilimsel sosyalizm tarafından belirlenen Entellektüel bir bağlamda, eleştirel teori en azından felsefi eleştirel bir yaklaşım ile devrimci özneyi rehabilite etme olanağına ilişkin düşüşte olan bir eğilime göndermede bulunur. Kuram, devrimi yönetenlerin rolunü değerlendirmiş ve işçi sınıfının devrimci eylemine ilişkin umudu inşa etmiş görünmektedir. Hem Marksist-Leninist hem de Sosyal demokratik ortodoksi arkaplanına karşı, Marksizm'de yeni bir pozitif bilim tipi gördüler ve Frankfurtlular Marx tarafından ima edilen ve kendisini eleştiri olarak anlayan bilgi teorisine [Marx'ın Kritik der politischen Ökonomie altbaşlığı altında kullandığı anlamda] geri döndüler. Onlar şunu vurgulamışlardır; Marx'ın istediği, eleştirel bir analizin yeni bir tipinin yaratılmasıydı, ki kuram ve devrimci praksis'in birliğini yeni tip bir pozitif bilim kavramındadaki gibi benimseyen bir analiz tipiydi bu.

1960'lı yıllarda Jurgen Habermas bilgi teorisi tartışmasını Erkenntnis und Interesse isimli yazısında yeni bir düzleme yükseltti. Habermas kendi-üzerine-düşünme ve özgürleşmeye yönelim aracılığı ile klasik filolojiyi doğa bilimlerinin ilkelerinden ayıran ilke üzerine dayanan eleştirel bilgiyi tanımladı. Böylece Habermas daha önceki Frankfurt Okulu'nun arayışından vazgeçti. Frankfurt Okulu'nun eleştirel teorisinin ikinci aşaması iki eserde kristalize edilmiştir, 20. yüzyılın klasiklerinden olan; Horkheimer ve Adorno'nun Dialektik der Aufklärung ve Adorno'nun Minima Moralia'sıdır. Her iki eser Nasyonal sosyalizm zamanında Amerika'da yazarların sürgünleri esnasında ortaya çıkmıştır. Her iki eser Marxist analize sıkıcı sarılsa da, bu eserlerde eleştirel teorinin vurgusunun değiştiği göze çarpıyordu.

Kapitalizmin eleştirisinde, Marx'ın yaptığı gibi, doğaya hakim olunması [Naturbeherrschung] ve onun felsefi öncü düşünürlerinin bir eleştirisi gitgide artıyordu. Bu düşünme-biçimi sermaye ilişkileri ile çakışıyordu. Aydınlanmanın Diyalektiğinde Homeros'un Odyysseus'u burjuva bilincinin çözümlemesi için bir paradigmaydı. Horkheimer ve Adorno bu eserlerde son zamanlara kadar düşünceye hakim olan daha önce değinilmiş temaları çıkarmıştır. Böylece onlar doğaya hakim olunmasını, ekolojinin bir slogana dönüşmeden çok çok önce, kapitalist biçimde düzenlenmiş bilimlerin en temel özelliği olarak görmüştür. Aklın çözümlemesi bir adım daha ileriye taşınmış. Batı Uygarlığının akıl kavramı [Vernunftbegriff] içsel ve dışsal doğal güçleri insan öznelerin kontrolü altına almak isteyen teknik bir akılla iktidarın birleşip kaynaşması olarak görülmüştür. Bu süreçte özne kendi kendisini ortadan kaldırır [aufhebung], hiçbir toplumsal güç (Proleterya gibi) özneye özgürlüğü konusunda yardım edemez.

Ortaya çıktığı zamanda, gerçekliğin kendisi bir ideolojiye dönüşmüştür, bir yandan bireysel öznel deneyimin diyalektik antagonizmi [dialektischen Widersprüche] araştırılacak ve öte yandan da teorinin hakikati korunup desteklenecektir. Fakat Diyalektik iktidarın bir aracına dönüşecektir, çünkü o hakikatini teorinin kendisinden elde etmez, tarihsel süreçteki görevinden elde eder. Diyalektik kadirimutlak bir mutluluk ve özgürlüğe yönelmiş olarak kalmalıdır.

Bu görüşler temelinde, savaş sonrası periyotta Frankfurt okulunun pozisyonuna ilişkin sadece küçük bir adımdı, özellikle 1950'li yılların öncesinde 1960'lı yılların ortasında kadar bu geçerliydi. Soğuk savaş yıllarının koşulları altında gelişmiş endüstriyel bir toplumun yükselişiyle, Frankfurt Okulu'nun kuramcıları ekonomik ve tarihsel koşulların dikkate değer biçimde değişmiş olduğu, bastırma-mekanizmalarının [Unterdrückungsmechanismen] başka bir biçimde çalıştığı ve endüstriyel işçi hareketinin artık kapitalizmin aşılmasına ilişkin özne rolünü benimseyemeyeceğini ya da benimseyemediği sonucuna ulaşmışlardır. Bu ise Adorno'nun "Negativen Dialektik"inde yaptığı gibi Diyalektiğin bir değilleme yöntemi olarak kullanma girişimini beraberinde getirmiştir. Bu dönemde, Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü Frankfurt'a -her ne kadar bir çok enstitüye yakın entelektüeller (Neumann ve Marcuse gibi Enstitü üyeleri) Amerika'da kalsalar da- sadece araştırmaları devam ettirmek için değil, aynı zamanda dikkate değer bir gücü toplumsal eğitim ve Almanya'nın demokratikleştirilmesi çabalarına dönüştürmek amacıyla geri dönmüşlerdir. Bu ise Enstitünün Kuramsal analizlerinin ve empirik araştırmalarının toplamının bilinçli bir sistematizasyonunu beraberinde getirmiştir. Fakat daha önemlisi ise Frankfurt okulu o zamandan itibaren aklın kaderinin yeni tarihsel periyotta kavranabileceği arayışındaydı.

Marcuse bunu kapitalizmde bilimsel methodun süregelen olanaklarıyla, çalışma sürecinin yapısal değişimlerinin analizi aracılığı ile yapar, Horkheimer ve Adorno ise Eleştirel Kuramın temellerinin yenilenmiş düşünüşü üzerine yoğunlaşırlar. Bu çabalar Adorno'nun Negatif Diyalektik'inde, bir çağ için yeniden tanımlanan bir diyalektik, sistematize edilmiş olarak yayınlanmışlardır. Negatif diyalektik eleştirel düşünce fikrini iktidar aygıtının ifade edemediği bir biçimde dile getirdi.

Bu özneye ilişkin nesnenin tüketilme/yiyip bitirilme girişimi yani bir "Identität" mücadelesi olacaktır, Böylece Düşünce iktidarın bir suç ortaklığına dönüşür.Negatif Diyalektik eleştirinin merkezi olarak bireysel özneler geleneğinin sonunun ifadesidir. Özerk bir birey kavramının liberal&kapitalist ve toplumsal temelinin çöküşü ile, bu kavram üzerine dayanan Negatif Diyalektik, belirsiz hale gelmiştir. Böylece, Frankfurt OkuluInun bir sonraki, yani şuan mevcut olan aşamasını hazırlanmıştır. Bu aşama Habermas'ın iletişim kuramı ile karakterize edilir ve Enstitünün dönüm noktası olarak kabul edilmektedir.

psikiyatriste gitmek

Psikiyatra gidin ama ilaç yazma makinelerine gitmeyin [Psikotik bir rahatsızlığınız varsa herhalükarda bir psikiyatra gitmelisiniz]. Yalandan soru sorup da her depresyona seratonin dayayan kişilerden uzak durun. Mümkünse psikoterapi yapa-bilen bir psikiyatra gidin.

uygarlığın huzursuzluğu

Uygarlığın huzursuzluğu [tam çevirisi Uygarlıtaki rahatsızlık] Freud tarafından 1930 yılında yayımlanan yazısının adıdır. Eser, 1921 tarihli "Metapsikoloji ve Ben Çözümlemesi" yanında, Freud'un en şümüllü kültür incelemesidir; 20. yüzyılın en etkili kültür eleştirilerinden birini oluşturur. Konu Kültür ve içgüdüsel dürtüler [Triebregungen] arasındaki çatışmayı konu alır. Kültür daime daha büyük toplumsal bir birliği inşa etmeye çalışır. Bu şekilde, Kültür acıların kaynağıdır; onun gelişimi git gide büyüyen bir huzursuzluğu beraberinde getirir.

inceleme 1927 tarihli Freud'un "bir Yanılsama'nın Geleceği"[Die Zukunft einer Illusion ] isimli yazısına bir ek ile başlar. Freud Baba özlemine ilişkin [Vatersehnsucht] orada geliştirdiği tezleri dinin temeli olarak sağlamlaştırmıştır. Romain Rolland buna karşı dinin kaynağının "Okyanus Hissi"ni [ozeanische Gefühl] olduğunu ifade ederek itiraz etmiştir. Freud bu hissi ben ve dış dünya arasındaki sınır olmaksızın Birincil Narsizm olarak yeniden ortaya koymuş ve bu narsizmin din ile ilişki içinde gelişip ortaya çıkabileceğini kabul etmiştir. Onun dine verdiği anlam kati surette sekülerdir.

Akabinde Freud inceleme konusu olarak Kültür ve huzursuzluk [Unbehagen], yani (hazsızlık/unlust, acı ve/ya mutsuzluk) arasındaki ilişkiye geçer. Freud "unlust"un[acı, hassızlık]çeşitli kaynaklarının tartışması ile başlar. Yaşamın amacı haz ilkesi aracılığı ile hazın artırılmasına yönelik arayışı olarak ortaya konmuştur. Bu ilke genellikle gerçekleştirilebilir değildir; dış dünya, sosyal ilişkiler ve beden mutsuzluğun kaynağıdır. Haz ilkesi bu nedenle gerçeklik ilkesi aracılığı ile "Unlust"un kaynağını etkilemek suretiyle "Unlust"un artırılmasına yönelik bir arayış ile ikame edilir. Fakat bu şekilde bir sınırlama ile karşılaşır.

mutsuzluğun önemli bir kaynağı ise Kültürdür. Kültür insanı "hayvan"dan farklı kılar ve onun iki amacı vardır; Doğaya hükmetmek ve insan ilişkilerinin düzenlemektir. Kültür dürtü tatmininin yadsınması üzerine inşa edilmiştir. Bununla Uygarlığa karşı düşmanlığının yarattığı bireysel özgürlüğe karşıt bir şey anlaşılır.

ilk bakışta Uygarlığın temelinin iş bölümü yanında sevgi ve dürtü tatmini olduğunu farklı bir bakış ile dile getirir. Sevgi/Aşk ailenin kurulmasını tarihsel olarak sağlamış, sadece bunu seksüel bir biçimde [Erkek ve Kadın arasındaki ilişki] yapmamış, aynı zamanda "amacı ketleyen"[ zielgehemmten] sevgi/şefkat biçiminde [Anne ve çocuk arasındaki ilişki] gerçekleştirmiştir.

Aşk ve uygarlık arasında daima bir karşıtlık/çatışma vardır. Aile uygarlığın amaçlarına, daima daha büyük toplumsal bir birliğin inşasına karşı koyar. Uygarlık cinsel yaşamın güçlü sınırlamalar ile boyunduruk altına alır, böylece uygar insanın cinselliği ciddi bir biçimde zarar görür. Uygarlık cinsel dürtülerin, libidonun enerjisi üzerinde temellenir. Böylece Libido baskın bir biçimde "amaç-ketleyen" bir forma, daha büyük toplumsal bir birliği (özdeşleşme yolu ile) meydana getirmek için dönüşür.

Libidonun bu çeşit bir dönüşümü genellikle cinsel yaşamın pahasına gerçekleşir ve cinsel tatminin yadsınması Nevrozu da beraberinde getirir. Neden uygarlık amaç ketleyen cinsel dürtülere tabidir? Böylece başka bir dürtüyü bastırmak için: agresyona bir eğilim meydana gelir. Uygar insan bir parça mutluluk olanağını bir parça güvenlikle değiş tokuş etmiştir.

Freud insanın iki temel dürtü, Eros ve ölüm itkisi ile donanmış olduğunu kabul etmiştir. Eros, Narsizm ve nesne sevgisi [Objektliebe] olmak üzere iki, Ölüm itkisinin iki biçimde ortaya çıktığı gibi o da iki biçimde ortaya çıkar. ilkin Öz-yıkıma yönelik eğilim, dışa yönelik yıkıcılık aracılığı ile agresyon ve yıkıma yol açar. Agresyon uygarlık tarafından tek biçimli olarak bastırılmaz. Bastırılmış agresyonun bir parçası uygarlık için önemli ruhsal bir boyutu meydana getirebilmesi için dönüştürülmelidir. Suçbilinci, otorite ile özdeşleşme aracılığı ile, dışsal bir otorite ile olan agresif bir ilişkinin içselleştirilmesi aracılığı ile ortaya çıkar.

Bu özdeşleşme "Ego" üzerinde süpergeonun farklılaşmasını beraberinde getirir ve Vicdan Ego'ya karşı Süperego'nun agresyonu üzerine dayanır. Suç-bilinci dikkate değer biçimde bilinçdışıdır; O ceza ihtiyacı[Strafbedürfnis] olarak kendini dışa vurur. Onun tarihsel kökeni ilk/kökensel babanın ilksel sürü/güruhdaki çocuklarca öldürülmesi ile oluşan suçluluk bilinci ve böylece nihai olarak baba ile olan ilişkisinde, Eros ve ölüm itkisinin belirsizliğinde kökenini bulur.

Bununla Freud incelemenin temel tezine gelir; Uygarlığın gelişimi için ödenen bedel büyüyen bir suçluluk hissi ile gitgide daha çok biçimde mutluluğun yitirilmesidir. Makale Etik ve nevroz arasındaki ilişki üzerine bir gözlem ile sonuçlanır. Uygarlıklar, bireyler gibi, süperego'ya sahiplerdir. Uygarlığın süperegosu [Das Kultur-Über-Ich] insanların birbirleri olan ilişkilerine ilişkin talepte bulunur; Bu talepler-Etikte özetlenen-dürtülerin hakimiyet altına alınmasını talep eder ve bir ölçüde bunun insanlar için nasıl olanaklı bir şey olmadığını gösterir. Belki de bir kültür bu nedenle hep birlikte Nevrotik olmuştur. Bu nasıl tedavi edilebilir? Freud bu soruyu açık bırakmıştır.

insan yaşamının amacı gerçekte, Haz ve bu anlamda mutluluğa yönelik bir arayıştan ibarettir; Yaşamın anlamı ayrıca Haz ilkesi aracılığı ile koyutlanır.

Bu program genel itibari ile pratik bir program değildir; "amacın, insanın mutlu olabilmesi için, yaratım planı içinde içerildiği söylenebilir". Freud şöyle der; "Bize haz ilkesini empoze eden Program, mutlu bir program olacak, tatmin edilmeyecek, fakat insana bir dereceye kadar tatmine ilişkin anlayış sağlayan çabalardan vazgeçmesine izin vermeyecektir.

Izdırap olanağının baskısı altında, acıdan kaçınarak hazzı artırmaya yönelik çaba haz ilkesinin doyuma ulaşmış gerçeklik ilkesi ile ikame edilir. Çünkü ızdırabın üç kaynağı ardır; organizmanın kendisi, dış dünyadaki gerçeklik ve sosyal ilişkilerdır; ızdırabı hafifletmenin üç yolu vadır;

-organizmanın kendisinin etkilenmesi yolu ile
-dış gerçekliğin yeniden biçimlendirilmesi (umgestalten)
-Sosyal ilişkilerin erotize edilmesi-aşkın kendini ortaya koyma biçimlerinden biri[Erscheinungsform], cinsel aşk, karşı konulmaz bir haz duygusuna ilişkin deneyimi sağlamıştır ve böylece bizim mutluluğa ilişkin çabamızın örneğini vermiştir.

Tüm bu olanaklar genellikle sınırlanmıştır; ne hazzın elde edilmesi yoluyla ne de hazzın hafifletilmesi yolu ile biz tüm, bu arzu ettiklerimize ulaşabiliriz. Organizmanın ekstazik bir durum ile [Rauschmittel] etkilenmesi, itkilerin yok edilmesi/öldürülmesi, itkilerin kontrol altına alınması, illüzyonlar ile temsili doyumu, mutluluk olanakların zayıflaması ile eşlik edilir ve bu gerçek bir umutsuzluğu/zayıflık/kötülüğü unutturmak için yeterince güçlü değildir.

Dışsal gerçekliğe karşı umutsuz bir biçimde öfkelenen deliliğin kurbanı olur. Fakat bizden biri herhangi bir noktada paranoidler gibi davranabileceği, bir ideal aracılığı ile dünyanın nahoş tarafları düzeltileceği ve bu hezeyanların gerçekliğin içine girdiği de iddia edilebilir. Sevgiye ilişkin bir mutluluk üzerine kurulu bir yaşam tekniği ötekileri bağımlı kılar ve bu nedenle aynı zamanda acıların da kaynağıdır. Din mutluluğun elde edilmesi ve gerçekliğin biçiminin bozulması vasıtasıyla acıdan korunma arayışındadır; o bir Massenwahn'dır [kitlesel bir histeridir]. O bireyi nevrozdan, ruhsal bir infantilizm pahasına korur.

Kültür ve bireyin özgürlüğü birbirlerine karşıttır. Kültürün mutsuzluğun kaynağı olduğu ve kültürden feragat edersek daha mutlu olabileceğimizi iddia etmektedir. Bu kültür düşmanlığının nedeni, kültür tarafından empoze edildiği gibi, insanların itkilerden feragat etmesinin dayanılmazlığına ve nevroza yol açtığına ilişkin keşiftir, ki bu nevroz kültür insanının yetisi dahilinde olan bir tutam mutluluğun dibini oyar. Bir öteki neden ise bilimin ilerlemesi ve tekniğin bizi mutsuzlaştırdığına ilişkin deneyimdir. Peki Kültür nedir? Kültür bizi hayvansallığımızdan farklılaştıran kurumlardan ibarettir. Bu kurumların iki fonksiyonu vardır; bunlardan birisi doğanın korunmasına hizmet eder ve insanların birbirleri ile olan ilişkilerini düzenler.

Kültürün alamet-i farikası:
-Bilim ve tekniktir-insan bir çeşit protezli tanrı olmuştur [Prothesengott]
-Güzellik, Temizlik ve Düzendir
-Daha yüksek psişik aktivitelerden ortaya çıkan başarılar; Bilim, sanat, din, Felsefe, ideallere ilişkin bir eğitim
-Sosyal ilişkilerin özellikle hukuk aracılığı ile düzenlenmesi böylece, bir kaç kişinin iktiarının toplumun iktidarı ile ikame edilmesidir.

Bireysel özgürlük buna karşın kültürel bir kazanım değildir. insanların bazı etkiler aracılığı ile kendi doğasının bir termite dönüştürülmesi ve kitlelerin arzularına karşı bireysel özgürlüğe ilişkin iddiaları daima savunması pek Freud'un olası gördüğü bir şey değildir.

insanlığın mücadelelerinin büyük bir kısmı, yararlı olan bir şeye, yani bu bireysel ve kültürel "Massenansprüchen" arasındaki mutluluk getiren bir dengeyi bulmaya ilişkindir", Kültürün belli bir biçimlenmesi vasıtasıyla bu dengenin ulaşılabilir olup olmadığı ya da çatışmanın uzlaşılabilir olup olmadığı kadere ilişkin bir problemdir. Kültürün gelişimi aracılığıyla insani eğilimler değişip dönüşmüştür; bu süreç bireyin libido gelişimine benzer. En önemli itkilere ilişkin yazgılar [Triebschicksale](itkinin belli özelliklerinin insanın kaderi olduğu];

-Belirli karakter özelliklerinin gelişimi, örneğin anal karakter biçiminde
-içgüdüsel amaçların [Triebziele] yüceltilmesi
-ve itkilerin tatmin edilmeyişi, "sosyal ilişkilerin hakim olduğu ve kültür düşmanlığına götüren bir "Kulturversagung" ["Kültürel Yadsıma"-Kültürün neden olduğu ve itkilerden vazgeçme durumu-uygarlığın yapısı itkilerden feragat etme bir vazgeçiş ve tatmin edilmeyişi üzerine dayalıdır]

Kültürün gelişiminin başlangıcında insanın dik yürümesi [aufrechte Gang] bulunmaktadır; bu dik yürüme "organik bir bastırma"yla, koklama duyusuna ait bir erotizmin bastırılmasını, yüzün çekiciliğinin hakim olmasını, genitallerin görünür olmasını da beraberinde getirmiştir.

Bu seksüel bir uyarılmanın[Sexualerregung] da devam etmesini olanaklı kılmıştır ve erkeğe cinsel nesnenini yanında tutma güdüsünü vermiştir. Bundan hareketle, tiranik bir babanın emri altında ilksel bir horda ortaya çıkmıştır. Bu tiranik baba tüm kadınları kendi için saklamış; Freud 1912/13 yılında Geliştirmiş olduğu Totem ve Tabu'daki tezine geri dönmüştür. Baba tarafından dışlanmış/toplum dışına itilmiş çocuklar birlikte bir karar almış ve babalarını katletmişlerdir. Bu öldürme eyleminden pişman olduklarından öldükten sonra babaya itaatin bir aktında tekrar canlandırılır, böylece ilk tabu kuralları ve yasa ortaya çıkmıştır.

Kültür bir toplumda büyük miktarda insanın kalıp yaşayabilmesini sağlamıştır. Toplumsal yaşamın bu genişlemesinin iki temeli vardır; Bir yandan zorunlu emek [Zwang zur Arbeit] üzerine, yani ihtiyaç, zorunluluk [Ananke] üzerine dayanır. Toplumun temeli aynı zamanda Freud tarafından "Sevginin gücü" dür ve Freud tarafından "Eros" olarak adlandırılmıştır. Sevgi bir medeniyetin temelini iki biçimde inşa eder, Erkek ve kadın arasındaki ilişkideki direk cinsel tatminle cinsel bir aşk biçiminde ve "amacı ketlenmiş aşk" [zielgehemmt] formunda[ anne ve çocuk arasındaki ilişkide şefkat olarak]

Fakat, Aşk ve Uygarlık arasında sadece temel bir ilişki yoktur, aynı zamanda bir çatışma da vardır. Uygarlık daima daha büyük bir birliği inşa etmeye çalışır, fakat aile bireyi özgür bırakmaz; bu nedenle Kadınlar erkeklerin hükmü altında olan ailenin ve cinsel yaşamın hizmetine girerler. Bu nedenle, uygarlık emeğini bir diğerine bağımlı kılan nüfusun bir katmanın ya da bir kabile gibi davranır.

Ne var ki, biz olası bir biçimde sadece kültürden vazgeçmeyiz, aynı zamanda cinsel işlevin kendisinin özünde varolan tam bir doyumdan [volle Befriedigung] da vazgeçeriz. Koku duyusunun değerinin düşmesi ile, tüm cinsellik, salt anal erotik olan değil, baskılanmanın kurbanı olma tehtidi altındadır; böylece o zamandan beri cinsel işlevi gerçekten temellendirilmemiş muhalefet ile birlikte gitmekte ve ona eşlik etmektedir; tam bir doyum engillenmiş ve cinsel amaçlı olarak yüceltme ve libidonun ertelenmesi ile bastırılmıştır.

Freud amacı/hedefi ketlenmiş libido aracılığı ile agresyonun bastırılmasından bahseder. Kültürün cinsel itkilere karşı olmasını, kültürün daha büyük toplumsal bir birlik inşa etmesi ve bunun işbölümü vasıtasıyla karşılıklı bir bağımlılık ile tatmin edilebileceği üzerine dayanır.

Uygarlık bunun dışında toplumun üyeleri arasında özdeşleştirme aracılığı ile libidinal bağların meydana getirilmesini sağlar. Uygarlık toplumu meydana getirmek için libidiyo, yani cinsel enerjiyi, amacı ketlenmiş libido biçimine dönüştürür [zielgehemmten Libido].

Bu çeşit bir dönüştürme kaçınılmaz olarak dolaysız seksüel bir libido pahasına gerçekleşir ve cinsel vazgeçiş belli bir derecede nevroza yol açar. O halde neden toplumun meydana getirilmesinin kültür için dışsal bir zorunluluk üzerine dayanması yeterli değildir? Neden Toplumu oluşturan bireyler amacı ketlenmiş bir libido aracılığı ile birbirlerine bağlanmayı denerler? Bunun nedeni "Aggressionstrieb" adı verilen "şiddet itkisi"dir.

Bu itki şu yasaya refer eder; komşunu kendini sevdiğin gibi sevmelisin. Fakat bu şiddete ilişkin insani eğilimlere karşı oluşturulmuş bir tepki oluşumudur [Reaktionsbildung].

ilkel düşmanlık şu sonucu beraberinde getirmiştir: uygar toplum biteviye yok olma tehdidi ile karşı karşıyadır. Ve bunun nedeni, sadece iş bölümü aracılığı ile toplumu bir arada tutmanın yeterli olmamasıdır. Kültür şiddet eğilimine karşı güç kullanmalıdır, ki bu mantıksal bir "ilgi"den daha güçlüdür ve bu güç zorlantılı bir tutkudur. Bununla birlikte bu kültürel çaba [Kulturbestrebung] şimdiye kadar böyle bir noktaya ulaşamamıştır. Komünistler doğa insanının iyinin peşinde olduğunu ve özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla düşmanlığın da ortadan kalkacağına inanmaktadırlar. Bu da bir illüzyondur ve özel mülkiyet sadece şiddete hizmet eden bir çok araçtan biridir.

Uygarlığın huzursuzluğu ayrıca sadece cinsellikten bir feragate değil aynı zamanda insanın şiddet eğiliminden de [Aggressionsneigung] vazgeçişine dayalıdır. Buna karşılık kazandığı ise güvenliktir.

insan bizim ihtiyaçlarımızı daha iyi tatmin eden kültürün bu tarz değişimlerinin kabul edeceğinin beklentisi içinde olabilir. Fakat insan kültürün özüne bağlanmış olan dürtülerin sınırlanmasının varolduğunu ve buna ilişkin hiçbir reform denemesinden vazgeçmeyeceği fikri ile aşina olmalıdır. Freud Uygarlıktaki Huzursulukları iki temel dürtünün birbirinden ayrılması aracılığı ile açıklar, itki Teorisine eklediği ve 1920 yılında "Jenseits des Lustprinzips"[Haz ilkesinin Ötesinde] isimli kitabında ortaya koyduğu Eros ve Ölüm içgüdüsüdür.

Her iki itki de Freud'a göre tek hücreli canlılardan başlayarak tüm canlılarda etkin bir biçimde bulunur; Onların çatışması canlıları birbirinden ayıran, onları farklı kılan fenomennleri meydana getirmiştir. Bütün olarak bakıldığında her iki itkinin de "konservativ" olduğu yani değişime karşı mukavemet göstermeleri onların ortak özelliğidir; her ikisi de daha önceki bir durumların yeniden restore edilmesine yani daha önceki bir duruma geri dönmeye yöneltir ve yineleme zorlantısı [Wiederholungszwangs] fenomenini insanda bundan hareketle açıklanır.

Yaşam itkisi olarak da adlandırılan Eros, canlı maddenın korunmasını ve daha büyük bir birliğe doğru birleşmesini hedefler.Onun enerjisine "Libido" adı verilir. Ölüm itkisi daha büyük bir bütünde çözülme ve inorganik bir duruma geri dönme dürtüsüne bağlıdır ve bunu içerir. Eros iki biçimde ortaya çıkar, narsizm ve nesne sevgisi olmak üzere ve Ölüm itkisinin içsel olarak kendini yok etme eğilimine dışsal olarak şiddet eğilimine yöneltilmiş olarak iki kaynağı vardır.

Her iki temel güdüde içe doğru yönelmiş bir eğilim temel olarak bulunmaktadır; nesne libidosu nesneye saptırılmış yani yönü nesneye doğru çevrilmiş ben libidosudur ve yıkım kendini yok etme eğiliminin nesne üzerine yönlendirilmesi üzerine dayanır.

Eros ve Ölüm itkisi asla birbirinden ayırılmış bir biçimde ortaya çıkmaz, onlar daima birbirleri ile kaynaşmış/bitişik haldedirler. Mazoşizm ve Sadizm ölüm itkisinin birbiri ile karışmış bir biçimde dışa vurumlarıdır. Masoşizm meselesinde Eros ile birleşen Kendini yıkmaya yönelik dürtü, Sadizm meselesinde ise dışa doğru yöneltilmiş şiddet itkisi sözkonusudur.

Kültür insanlığın üzerinde ilerlediği bir süreçtir, insanın daha yüksek bir bütünlüğe birleştirme amacında Eros'un hizmetinde bir süreçtir. Kültürün bu programı ölüm itkisinin dışa doğru saptırılmış bir temsilcisi olan doğal şiddet itkisine karşı koyar. Kültürün esası onun Eros ve Ölüm itkisi arasındaki mücadelenin sonucu olmasıdır.

Şiddet uygarlık tarafından sadece bastırılmaz. Uygarlık bastırılmış şiddeti kültürün inşasına dönüştürür ve böylelikle, kültür şiddetten haz alma durumu/agresiflik [Aggressionslust] suç bilincine daha doğrusu suçluluk hissine dönüştürür. Uygarlıktaki huzursuzluk sadece her iki güdünün baskılanması ile ortaya çıkan bir tatmin olmamışlık [Unbefriedigtsein] üzerine dayalı değildir, aynı zamanda kültür ile bağlantılı bir suçluluk bilinci ya da suçluluk hissi (ya da vicdan) üzerine dayalıdır.

Uygarlığın gelişimi-insanların daha büyük bir yığına doğru birleşmeleri-birey için olası bir biçimde dayanılmaz olan suçluluk hissinin artışı ile kaçınılmaz bir biçimde eşlik edilmiştir.

ilk aşamada, bir dış otoriteye ilişkindir. Çocuk bu otorite tarafından en erken ve en önemli arzu ve ihtiyaç tatminlerinden yoksun bırakılır, dikkate değer bir şiddet eğilimi ile buna cevap verir ve bu agresyonu tatmin edilmesinden sevgiyi kaybetme korkusundan ötürü vazgeçer. Suçluluk hissi otoriteye karşı toplumsal bir korku/kaygı üzerine dayalıdır.

Daha kötü bir durumda, çocuk, ikinci aşamada tartışma götürmez bir otoriteyi ben de özdeşleşme aracılığı ile kabul ederek, bir çıkış yolu bulur. Bu dış otorite süperegodur ki, Ben'e karşı koyar ve ona karşı şiddetini yöneltir. Suçluluk hissi böylece benin süperegodan korkusu/kaygısı üzerine dayanan suçlu bir vicdan biçimini alır.

Suçluluk hissi de kaygının bir çeşididir. Kaygı kısmi bir biçimde bilinçdışı olan tüm semptomların altına saklanmıştır ve bu nedenle suçluluk hissi ya da bilincinin çoğunlukla bilinçdışı olduğu ve bilince sadece ceza ihtiyacı söz konusu olduğunda erişilebilir olduğu düşünülebilir.

süperegonun katılığının iki kaynağı vardır. Onlar bir yandan kökenini çocuğun bu agresyonu temsil eden dış bir otoritede deneyimlediği ve henüz içselleştirilmemiş ebeveyn otoritesine karşı yönlendirilmiş sertlikten kaynağını alırlar. Özgürce yetiştirilmiş çocuklar bu nedenle acımasız ve sert bir süperego geliştirebilirler. Başlangıçta vicdan itkilerden vazgeçişin kaynağıydı; daha sonra itkilerden vazgeçiş vicdanın kaynağı oldu:itkilerden vazgeçiş ne kadar büyükse vicdanın suçluluğu o kadar kuvvetli ve yoğundur.

Bunun nedeni süperegonun agresyonunun sadece yapılan edimlere karşı yönelmemiş olması, aynı zamanda saf itkilere, yıkıcı olmayan libidinal ve agresif arzulara yönelmiş olmasından dolayıdır. Yaşanan terslikler aracılığı ile de, süperegonun katiliği güçlenir, çünkü kader ebeveyn otoritesinin yerine geçeni olarak yorumlanır, örneğin dini bağlamda tanrısal iradenin dışa vurumu olarak yorumlanır. Otoritenin içselleştirilmesi şuna yol açar; itkilerden vazgeçilmesi artık tam anlamı ile özgürleştiren bir aktivite değildir;

Dış bir otorite tarafından verilen ceza ve sevgiden yoksun bırakılma gibi-Dışsal tehdit edici bir mutsuzluk karşılığında süregelen içsel bir mutsuzluk ile yani suçluluk hissinin gerilimi değiş tokuş edilmiştir. Suçluluk hissi uygarlığın gelişiminin en önemli problemidir. Suçluluk hissinin tarihsel kökeni ilksel babanın katlidir, bu meseleden Freud 1912/1913 tarihli totem ve Tabu'da bahsetmiştir. Şiddet bu durumda baskılanmamıştır, dışa vurulmuş ve uygulanmıştır. O halde bu eylemden ötürü oğullar pişman olmuşlar ve böylece baba öldükten sonra suçluluk hissinin gelişimi nasıl olmuştur?

Bunun önkoşulu babaya karşı duyulan ikircimli histir; Ölüm sevgi karşılığında nefret ile değişimini beraberinde getirmiştir, ambivalent bir tutumdan başka bir tutuma; pişmanlıkta sevgi ortaya çıkmıştır. Sonunda, Suçluluk hissi babaya karşı çifte değerli bir duyguya geri dönmüş, yani Ölüm itkisi ve Eros arasındaki bir çatışmaya. Ölüm itkisinin bastırılması suçluluk hissini meydana getirirken, Eros'un bastırılması ise takıntılı nevrotiklerin obsesif düşünmeleri ya da paranoiklerin hezeyanı hibi semptomlara yol açmıştır