bugün

entry'ler (10)

mehmet ali türkmen

türkiye toplumsal formasyonunun önemli grafik sanatçılarından olan mehmet ali türkmen'i (mat) bilenler bilir. yolları şu ana değin onunla kesişmeyenlere mat'i tanıtmak adına, blogumda yer alan ve tamamı 11 ara başlık ve 24 bibliyografik ve açıklayıcı not içeren çalışmamın üç bölümü ile 3 dipnotunu aşağıya alıyorum:

1***prologue / medhal : 'bundan ötesi.....'

çok beğendiğim ve yüksek bir sadakatle parmak izlerini, ayak izlerini ve tabii ki gri hücrelerinin işlerini takip ettiğim bir grafik sanatçısını, şimdiye değin yayımlanan 5 kitabı (ama en çok da son albümü olan therapia) üzerinden tanıtan bu metinle, doğrusu, sadece grafik sanatlarla ilgilenenleri hedeflemedim. onun yanı sıra, okunulan satırlar, felsefe (özellikle de onun fenomenoloji ve varoluşçuluk disiplinleri), psikiyatri, popüler kültür, koleksiyonerlik, kitabiyat, sinema, kozmoloji, edebiyat, çizgi roman evreni, payitaht'ın (âsitâne, der saadet) kültür haritası ve halîtası, kuramsal fizik, bilim kurgu.... gibi onlarca başka alt metin ve izleğin dolayımları üzerinden de kendisini var ederek, çok daha geniş bir okur kitlesi için cazibe merkezi olmayı arzulamaktadır (olası bir yanlış anlaşılmayı kestirmeden bloke etmek adına diyorum ki: 'eserin arzusu, müessirinkine, telifin beklentisi müellifinkine bitişiktir, ayrı ayrı var olamazlar, düşünemezler ve düşünülemezler).

metni(mi)n çok sayıda farklı disiplin üzerinden / içinden yürüyor oluşu, temelde, referanslar verdiğim müktesebatı oluşturan karikatür / desen / resimleri çok önemsiyor, (çok sayıda alt metni içermeleri bakımından) farklı bir eşikte değerlendiriyor ve beğeniyor oluşumla doğrudan alâkalıdır tabii ki. birlikte dillendirilmesi çoğunlukla alışılmışın, rutinin dışında olan antiteleri meczederken satırlarımda, sanatçıya gösterdiğim ihtimamın ayna simetrisi olan bir ihtimamı da esirgememiş oluyordum metnimden / okurumdan: okudum, araştırdım, düşündüm, tartıştım ve çokça ihtimam gösterip ehemmiyet verdim bu işe - ki, ortaya, hakkında konuştuğu külliyatı kelimenin hakiki manasıyla ve lâyığıyla kuşatabilen kapsamlı, özel ve sıra dışı bir metin çıkabilsin(0).

therapia'nın elime geçtiği 25 ocak 2021'de bu yazının taslağını çıkarmaya başlamıştım. 2021 ağustos'unun başında, nihayet tamamladım onu işte.

'uçurum gözlü ve bıyıkları beş okka o prusyalının tarzında ve kalitesinde, adeta gök gürültüsü kıvamındaki cümlelerle ve muhatabının suratına ve şuuruna kırbaç gibi şaklayarak inen satırlarla konuşamayacaksam şayet...' demiştim kendime ve devam etmiştim o mezkûr ocak itmam olur iken klavyenin başında, 'öyle bir yazı olsun ki bu, hiç olmazsa...okuyan desin şöyle: 'bundan ötesi, doktora tezi!'

2***beklemediğimiz darbe n'eder bize?

birçok bölümü, başlangıcında son derece güvenli, emniyetli, sakin, âsûde bir gelişme ve final vaat etmesine karşın, beklenmedik sahnelerle, şok edici gelişmelerle ve adeta ters köşe yapan finallerle seyircisini allak bullak eden bir dramatik kurguya evrilen tv serilerinin belleğimize kazınması ve popüler kültür kodlarını kökten değiştirmesi (alfred hitchcock presents, dizinin ilk bölümünün gösterildiği yıl: 1955 ve the twilight zone, dizinin ilk bölümünün gösterim yılı: 1959); kavurucu yaz sıcaklarının ultraviyole indeksini 10'un çok üzerine taşıdığı oldukça uzun bir sahili dolduran mahşeri kalabalığın, okyanusun serin sularında yaşadıkları konforlu ve keyifli anlarının, kopmuş kol ve bacaklardan fışkıran kanlarla kızarmış köpüklü dalgalarla birlikte, yerini görülmemiş bir korku ve dehşet kasırgasına terk etmesi (jaws, gösterime giriş yılı: 1975); adeta usta bir ressamın mahir fırça dokunuşlarıyla özene bezene çizdiği izlenimini uyandıran nefis bir pastoral manzaranın ortasından geçen bir yolda, insanı dingin bir ruh mood'una sokan bir klasik müzik parçasını dinlerken, beraberinde seviyeli şakalar yapmayı da ihmal etmeyerek, yelkenlilerini çeken lüks bir station model otomobille, hafta sonu tatili için, göl kenarındaki villalarına doğru ilerleyen anne, baba ve çocuklarından oluşan bir çekirdek üst-orta sınıf avrupalı ailenin, kendilerini uzaktan bile tanımayan, daha önce yollarının asla kesişmediği ve fakat hayatın, evren'in, insanlık vaziyetlerinin ve dünya hallerinin o gizemli ve o saçma sapan rastlantısallığıyla karşılarına çıkıveren, kendileri gibi üst orta sınıftan oldukları izlenimini uyandıran iyi görünümlü, 'bebek yüzlü', bembeyaz ve tertemiz giysili ve beyaz eldivenli iki genç tarafından, olmadık işkenceler sonucunda, katledilecekleri trajik ve absürt bir devam yoluna sürüklenmesi (funny games, michael haneke tarafından çekilen orijinalinin gösterime giriş yılı: 1997)(1); kanun kaçaklarını kovalayan şerifin, çatışmada aldığı yaralarla girdiği komadan, 'sakin ve emniyetli' kavramlarının, adeta, sözlüklerdeki mütekabili sayılabilecek bir yoğun bakım odasının sterilliğinde, güvenilirliğinde ve dinginliğinde uyandığında, dünya'nın artık bir pandemiyle mutasyona uğramış 'yaşayan ölüler'in hakimiyeti altında olduğunu ve medeniyet adına yarattığı her ne varsa, onun ezici çoğunluğunun, insanlığın ellerinden kayıp gittiğini, derin bir dehşet ve çaresizlik hissiyle, anlaması (the walking dead, sagayı başlatan ilk comics fasikülünün yayımlanış tarihi 2003) ve bu minvaldeki diğer pek çok üst kültür ve popüler kültür fenomeni, bize, bildiğimiz, sevdiğimiz, idealize edip her koşulda bağrına sığınmak istediğimiz güvenli ve sevimli (home sweet home kıvamındaki) ortamların aslında, bilinenin ve sanılanın aksine, çok da tekin olamayabileceklerini epeydir göstermekteydi zaten.

bir diğer deyişle, bu 'ters köşe olma' hallerimize, sağ gösteren rakibimizden aldığımız sol aparkatla yere serildiğimiz bu sürpriz abandone olma vaziyetlerimize karşı, belleğimizdeki onlara dair (adeta bir çeşit arketip niteliği kazanmış) onca alışkanlık ve ezberin sayesinde, hazırlıklı ve şerbetli olmamız beklenir, öyle değil mi? peki, verili durum gerçekten de böyle midir, gerçekten de bu gibi şok edici sürprizlere hazırlıklı mıyızdır acaba?!?

giriş cümlemde altını çizdiğim üzere, neredeyse 30 yıldır (verimi, işleri, asârı üzerinden) tanıyıp takip ve takdir ettiğim ve güvenilirlik acun'unundan >>> tekinsizlik evren'ine (belki sebep - sonuç / illiyet / causality ilişkisinin ve determinizm prensibinin iptal olduğu bir kuantum sıçramasıyla, belki de, zamanda yolculuğu mümkün kılan bir kozmik solucan deliği vasıtasıyla) ansızın geçiverilen o farklı dünyalara, değişik boyutlara ve alışılmışın dışındaki eşiklere referanslar veren mehmet ali türkmen'in (bundan böyle mat inisiyalleri ile belirtilecektir) kompozisyonlarının gravitasyon sahasına girdiğinizde, aslında durumun hiç de böyle olmadığını, bahse konu o kompozisyonların (özellikle de bazılarının) içerdikleri (ifrattan tefrite salınan pandül gibi) alâkasız insanlık durumları ve dünya halleri arasında yapılan ani sıçramalara / geçişlere / kaçışlara / intikallere karşı idrakimizin, benliğimizin, kişiliğimizin (ruhumuzun diye de okunulabilir) daima şaşırmaya ve şoke olmaya yazgılı olduğunu bütün çıplaklığıyla anlayıveriyoruz. bu 'radikal hakikat'i zihnimizin (yakın ve malûm ya da ırak ve meçhul, fark etmez) bir coğrafyasına kaydedelim (sabitleyelim, gömelim) derim, zîrâ, ilerleyen satırları hem önceleyecek, hem de domine edecektir bu argüman .

ezcümle, mat hakkında, yüzlerce karikatürü, deseni ve resmi üzerinde tek tek durarak ve tefekkür ederek eriştiğim sezgi, kanaat ve fikirlerden damıttığım okunulan satırları yazmaya soyunmamın en önemli nedeni, ilerleyen bölümlerde paylaşılacak olan diğerlerinin yanı sıra, işte bu, aralarında irtibat / iltisak / ilişki olması mümkün olmayan, hatta, düpedüz birbirinin zıttı olarak da tezahür edebilen, alâkasız insanlık hallerini ve dünya vaziyetlerini (paralel evrenler(2) diye de okunabilir), inşâ ettiği illüstratif solucan delikleri ve fikri ve (düşsel anlamında) fiktif kuantum sıçramalarıyla, birbirine bağlamayı başarmasıdır.
..................................
..................................
..................................

10***epilogue / nihayet

bu uzun metni alabildiğine kısaltmak zorunda kalsam, şöyle derdim:

'memento vivere, memento mori (yaşadığını hatırla, öleceğini unutma)'; hayat beklemediklerinle, tekinsizliklerle örülü bir kanaviçe. o, üstelik, büyük ve korkunç bir uçuruma açılır sonunda, muhakkak ve mutlaka. bunları idrak et, kabul et; titre, şaşır, kork, coş, tedirgin ol, hayran ol, dehşete düş! bütün bunları yaparken de kozmos'daki (atomaltı partiküllerden galaksilere değin) her şeye ihtimam göster ki, görebil ihtimam. bu ahval ve şeraitte işte, carpe diem!

hóper édei deîxai ... q.e.d. ... vesselâm(22). (23).

11***dipnotlar ve bibliyografya:

(0): yukarıdaki metnin anahtar kavramlarından olan ihtimam gibi, ehemmiyet, mühimme, ehem, mühim, mühimmat, himmet kavramları da, 'hmm' kökünden türetilmiştir arapçada. bu mecradaki diğer birçok metnim gibi bu da, hmm'den kopup gelen ihtimam, ehemmiyet ve mühimme ile yoğrulmamış olsaydı şayet, onun, tamamını okumamış olanların 'müellif bu telifini öylesine dağıtmış ki, toparlayıp anlamlı bir şekilde finalize etmesi neredeyse imkânsız!' merkezindeki olası zanları hakikatle mutabık olurdu. öte yandan, bir telifin kendisinden ve müellifinden, tam da şu anda okunulan satırlarda olduğu gibi, bu denli ısrarlı ve şeddeli şekilde, bahsetmesi, bir diğer deyişle, kendine kuvvetli referanslar vermesi, '1 - ikinci önerme yanlıştır; 2 - birinci önerme doğrudur.' argümantasyonunda olduğu gibi, kendi kendini besleyen bir paradoks içermesine yol açmaz belki, ama, bir şekilde 'kuyruğunu ısıran yılan' formundaki bir 'özbeslemeli döngüsel karakter'den de izler taşımasına neden olabilir. öte yandan, literature çalışan bir edebiyat kuramcısı, ya da, işine odaklanmış bir yazın eleştirmeni, veya, profan ya da uhrevi metinler şerh eden bir hermeneutikçi olmanıza hiç gerek yok, dikkatli bir okur olmanız halinde bile, bahsettiğim mahiyetteki metinlerden yola çıkarak, postmodern metnin işlevi sorunsalı etrafında sürdürülen (köklü ve hararetli) bir tartışmanın ateşine, ister istemez, odun taşırken bulabilirsiniz kendinizi. postmodern metni, metnin postmortem döneminin tezahürü olarak gören geniş bir okur kesimini irrite edebilecek (okunulan satırların özniteliklerinden olan) verili bu üslûbun, müellifin sadece içerikte değil, formda da risk alma kapasitesinin oldukça yukarılarda seyreden seviyesine işaret etmesi bakımından, önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum.
.................................
.................................
.................................

(22): bu bahis altında tartışılanları derinleştirmek adına okunabilecek eserlerden derlediğim kısa bir liste:

1-varoluşçu psikoterapi, irvin yalom; 2-bir psikiyatrisin anıları, irvin yalom; 3- varlık ve zaman, martin heidegger; 4- bir alman üstat heidegger, rudiger safranski; 5- husserl, david woodruff smith; 6- akılcılıktan varoluşçuluğa varoluşçular ve 19. yüzyıldaki kökenleri, robert c. solomon; 7- kierkegaard, alastair hannay; 8- varlık ve hiçlik, jean-paul sartre, 9- varoluşçuluk, richard appignanesi - oscar zarate, 10- varoluşçular kahvesi özgürlük, varoluş ve kayısı kokteylleri, sarah bakewell; 11- birlikte ve başka ı ve ıı, ahmet soysal.

(23): türkiye toplumsal formasyonu'nun önemli grafik sanatçılarından birine, ne ekşi sözlük'te, ne de katkı verdiğim diğer sözlük platformlarında ve milliyet blog'da yer verilmemişti. bu eksikliği seve seve giderdim.

'buraya kadar okuduklarım ilgimi çekti, tamamını okuyabilirim' diyen için https://ziyaversencan.blo...in-kozmosu-samimiyet.html

kutsal inek bilim

iki değerli dostumun, Türkiye Toplumsal Formasyonu'nun kaliteli entelektüelleri ve esaslı bibliyofillerdir, Facebook'da başlattıkları, sürecin bir yerinden sonra, bilimin bir 'Kutsal inek', râm edilecek bir put, tapılacak bir ilâh olup olmadığı konusuna evriliveren sohbetlerine, diğer birçok kişinin yanı sıra, ben de katıldım ve katkı verdim. Orada dillendirilenlerin bir kısmıyla bana ait olan argümantasyonların tamamını, önemlerine binaen (ilâveten de, son zamanlarda pek moda olan bir tabirle söyleyeyim: 'tarihe not düşmek adına') bloguma da dercetmenin faydalı ve anlamlı olacağını düşündüm.

Linkine 'dipnotlar ve bibliyografya' faslında(1) erişilebilecek olan mezkûr tartışmanın (yukarıda sohbet kavramını kullanmıştım; aslında birbirini bütünleyen antiteler bunlar) tamamını okumanın, işaret ettiğim bağlamdaki bir fikir mücadelesinin meraklılarına enteresan geleceğini, hatta bu kabil bir okumanın faydalı bile bulunabileceğini düşünüyorum doğrusu.

O mezkûr tartışmadan yaptığım seçkiye geçmeden önce, katılımcılarını, onlara nispet ettiğim mahlâslarla, takdim ediyorum:

- 'bir dost' : sohbeti başlatan o ilk paylaşımı yapan kişi,

- 'bir başka dost': 'bir dost'un paylaşımına yorum yapanlardan biri,

- 'bir katkı veren': 'bir dost'un yaklaşımını eleştiren bir katılımcı,

- 'bir dost daha': tartışmaya katkı veren bibliyofil bir dostum,

- 'bendeniz' : 'hakir-i fakir-i pür taksir-i tâliban-ı hakikat' bloggerınız.

' 'bir dost': Yapay kornea "icat"eden, yani olmayanı mevcut olanlardan yaratan insan uygarlığı, 10 yıldır kör olan 78 yaşındaki bir adamın gözüne yapay kornea yerleştirerek adamın körlüğünü gidermiş.
Ne müthiş değil mi?
Devrim mi ? Al işte kocaman devrim...

Doğuştan ya da sonradan kör olan milyonlarca insanın gözleri açılacak, renklerin binbir çeşidini, ışığın binbir tonunu görecekler, kitap okuyacaklar, standart eğitim alacaklar, toplum içindeki engellilik durum ve statüsünden kurtulacaklar.
Toplumsal işbölümünde eşit olarak yer alacaklar. Ticarete, ekonomiye, eğitime, bilime, milli hasılaya, entelektüel toplumsal sermayeye ilh.. katkıda bulunacaklar, Ailelerin üzererinden kimbilir kaç ton maddi ve manevi yük kalkacak? Kendilerine özgürce iş, eş bulacaklar, aile kuracaklar, çoluk çocuğunu dünya gözüyle görüp sevecekler ? Ve akla gelen gelmeyen ne çok şey değişecek
Kimbilir kaç milyon kişi yararlanacak, dua edecek ?
Al sana devrimin daniskası.
Böyle haberleri görünce
Bir düğme ile aydınlandığı elektrik ampulünden, elindeki cep telefonununa, otomobilinden buzdolabına kadar kadar hayatının ayrılmaz parçası olan ama bunların geliştirilmesinde en küçük payı olmayan, bu bağlamda bugün insan uygarlığına olan katkısından bahsedilemeyecek olan bir ülkenin insanının bundan hiç rahatsızlık duymadığı, ama ırkından, milliyetinden, dininden bahisle kendi kendisine karşılaştırmalı üstünlük bahşettiği, dev aynasında gördüğü, böylece hiç bir şeyi sorgulamadığı,
üstüne üstlük insanlığa yapılan bu müthiş katkıları yapanlara dua edeceğine,
cahilleri düpedüz nefret söylemi olarak "gâvur" deyip ayrımcılık yapan,
eğitimlileri 12. Yüzyıla kadarki karşılaştırmalı üstünlükten dem vuranlar,
Ya da işçi sınıfının diktatörlüğünden, emperyalizmden bahsedenler aklıma geliyor...
Dış mihraklar, eyyy Avrupa, tek yol islam, tek yol devrim...
kahrolsun bağzı şeyler...
Falan filan.

- 'bir katkı veren': Uğur bey, Nasıl bir öfke bu yapay gözü malzeme yapıp yine biryerlere bağlandınız. Bari bir kere de ama bizde Çağ değiştirdik, hemde dünyanın en aydın isimlerinden bir komutanla deyin. Veya biraz Endülüs emevi, ve bugüne ulaşan ilimlerden dem vurun da içimiz aydınlansın. Bilim kutsanır ama zerre bir virüse de teslim olur. ilim başka bir dünya, başka kapılardır. Biraz da o kapıları aralasanız ya !

- 'bir dost': Size ancak yazdıklarımı zihin kapılarınızı açarak daha dikkatli okumanızı önerebilirim. Bir de ipucu: Olay 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde ve farklı bir coğrafyada geçiyor.

- 'bir katkı veren': Zihnimi ilim kapıları ile aydınlatıyorum.
BiLiM, / iLiMdeki ve mevcud da zaten mevcud gerçekleri farkedip araştırmak ve sırrına ermek için vardır. Einstain (O deha zekası ve zihni ile ve bu nedenle ) ;
" Bir kum tanesinin sırrını çözmeyi başarsaydık, bütün dünyanın sırrını öğrenmiş olurduk.'' dedi. Bugün o kum tanesinin sırrına BiLiM ile erebilirsek mevcud iLMiNE de vakıf olmuş olacağız. Bilmem anlatabildim mi ?

- 'bendeniz': Ayşe Hanım, EinstEin'ın külliyatından ingilizce ve Türkçe, ne bulduysam kıraat ettim. Üstadın müktesebatının ve telifinin basılmış ve kamuya açık olan kısmının tarafımdan tetkikinin itmamına pek az kaldı diyebilirim. israil devleti ve oradaki akademik yapılar tarafından korumaya alınan basılmamış özel notlarına ise, mâteessüf erişemedim, bunlar basılıncaya değin de erişebilme imkânım yoktur diye düşünüyorum. Durum böyle iken, ifade buyurduğunuz o merkezdeki bir Albert EinstEin beyanına hiç bir sahih kaynakta ne yazık ki şu ana değin tesadüf edebilmiş değilim. Lütfedip iktibas ettiğiniz ifadenin kaynağını da paylaşırsanız medyûn-ı şükranınız olurum efendim. Sağlıklı günler ve bâkî selâmlar...

- 'bir başka dost': Oysa insanlık, sıfırın bulunması ile ne de güzel başlamıştı işe. Yıllar yılları kovaladı, atom çağı vs derken milyonlar ultra modern silahlar ile öldürülmeye devam etti. Keşke sıfırın bulunduğu zamanda kalsalardı.. Konumuz bu değil farkındayım da, yine de bilim denen puta secde edemem.

- 'bir dost': Seyfettin yahu secde et diyen mi var? Takdir etmek yeterli. Sen de mi "eyyy Avrupa"

- 'bir başka dost': Uğur Güracar yazılı bi takdirname göndereceğim (2)

- 'bir dost': Seyfettin Ünlü Karl Popper'dan önceydi o bilimin kutsallığı falan. Neredeyse 100 yıl oldu kutsallık mutsallık kalmadı. Bilim ölçülen, gözlemlenen, yanlışlanabilen bir şey.

- 'bir başka dost': Uğur Güracar anthony standen'de onu diyor zaten de..

- 'bir dost daha': Seyfettin Ünlü doğası gereği yanlışlanabilen bir şey nasıl put olabilir ki?

- 'bir başka dost': Murat Can Mutlu yanlışlanana dek, başka bir puta evrilmeden yani

- 'bendeniz': iki münevver dostumun muhaveresine destursuz girmediğimi umarak katkı yapmaya çalışacağım: inanca müteallik olguların inanlıları, devraldıkları canonique mirasın sadece yanlışlanması teşebbüslerine değil, yanlışlanmasının teklif dahi edilmesine aşırı sert tepkiler verir. Öyle ki, bu tepkiler, canonique varlıklarına karşı mezkûr tutumları alanları yok etmeye kadar varır.

Bu dün böyleydi, bugün de böyledir. Yarın ne olacağını ise, kelimenin en hakiki manasıyla God knows!

Öte yandan, 'bilime inananlar'ın şu ana değin, 'inanmayanları' tehcire zorladıkları, engizisyon işkencelerine maruz bıraktıkları ya da öldürdükleri henüz görülmemiştir, öyle değil mi.

Bu bakımdan muhterem dostlar, bilimin bir inanç sistemi ve bir örgütlü / ya da örgütsüz din olduğu tam manasıyla koca bir safsatadır, tam bir insanı salaklaştırma operasyonu enstrümanıdır, post-modernizmin, ancak hunili cinsten delilere yakışacak olan bir zırvalığıdır, anlayacağınız bu perspektif, ne bir eksik, ne bir fazla, 'totally bullshit'tir.

Bütün bu 'bilim dindir, yeni puttur' zırvalıklarının hiç kuşkusuz vardır bir maksadı. O da, hiç kuşkusuz, bilime olan güveni yok ederek, insanlığı bilimin imkânlarından yoksun bırakmak ve bu suretle de (bir yıldan fazla bir zamandır yaşadığımız pandemi sürecinde olduğu üzere) bir çare arayışında olduğunda, onu bilim dışı sahalara mahkûm etmektir.

inanın bana mon camarades, istimal ettiğim lâkırdı, safahatına şahit olduğunuz argümantasyon silsilesi nihayetinde serimlediğim hipotez ve sürecin nihayetinde vardığım bahse konu hükm, 55 yıldır yaptığım bilim okumalarından temellük ettiğim en önemli kazanımlardandır.

Muradımı özetleyen ve uluslararası entelektüel arenada çok yüksek kredibilitesi olan iki yapıt Post-modern zırvalıkların bilime ettikleri ihanetin ipliğini pazara çıkarmak hususunda fevkalâde başarılı olmuştur:

1 - Son Moda Saçmalıklar - Postmodern Aydınların Bilimi Kötüye Kullanmaları, Alan Sokol - Jean Bricmont; ve bu eserin devamı mahiyetinde olan

2 - 'Şakanın Ardından - Postmodernizmin Bilimsel, Felsefi ve Kültürel Eleştirisi, Alan Sokol(3), (4).

Okumuş olma ihtimalinizin yüksek olduğunu düşündüğüm eserleri eskaza ıskalamış iseniz muhterem efendim, onları okumanızda naçizane musrırım.

Ezcümle - epilogue - nihayet - exeunt omnes: Anthony Standon halt etmiştir, hem de en vahiminden olmak kaydıyla. Zirâ, bilim bir kutsal inek değildir, bilim kutsala dair hiçbir şey değildir, bilim, yanlışlanmaya açık hipotezlerin hayat / deney / olgu ile doğrulanmadığında terk edilip, yerine yenilerinin teklif edildiği, metodik şüphenin esas olduğu bitimsiz, sonsuz bir süreçtir,
quod erat demonstrandum

- 'bir başka dost': Ziyaver Şencan sorun burada değil ki üstad. Sorun "bilim var , geri kaldınız " yaklaşıminda . Engizisyon ise devlet denen aygıtla yürüdü hep. Tabi hepsi çook uzun hikâye. Ikna olmaya gerek yok.

- 'bendeniz': Seyfettin Hocam, Bilim Kutsal Bir inektir'i okuyalı tam 30 yıl oldu. Çıdam Yayınlarından çıkan ilk baskısıydı ve her satırının altını çizerek, yazarıyla adeta korakor tartışa tartışa ve çarpışa çarpışa okumuş, epeyce de etkisinde kalmıştım.

Hemen ardından, taş çatlasa bir yıl kadar sonra, kuramsal fizikçi akademisyen bir dostumun önerisiyle, aslında epeydir başlamayı düşündüğüm Karl R. Popper külliyatına daldım bodoslama. Takip eden 10 yıl boyunca ne bulduysam okudum üstadın yazdığı.

Bilim tarihi, bilim felsefesi ve bilim sosyolojisi ile ilgili okumalarım sonunda Anthony Standen, Paul Fayrabend ve Thomas Kuhn'dan çok şeyler öğrenmeme karşın, mon camarade'ımın Popper olduğunu anlamıştım: o benim adeta ruh ikizim, fikirdaşımdı.

Senin 'bilim putunun karşısında eğilmem' ifadenin altını imzalarım ve Standen'ın fikirlerine bu bağlamda iştirak de ederim; lâkin, onun mezkûr eserini yayımladığı 1950'den yana köprülerin altından öyle çok su aktı ki. Her şeyden önce ortodoks pozitivizm geriledi; bununla birlikte Viyana Çevresi / Viyana Circle, Anglo-Sakson ampirizmi ve Analitik Felsefe ekoleri büyük ölçüde kan kaybetti ve popülarite yitirdi. Termo-nükleer silahlar ve toplama kampları gibi ileri teknolojiyle mücehhez yüksek düzeyde örgütlenmiş kötülüğün insanlığa nasıl büyük zararlar vereceği idrak edildi. Ve en önemlisi de; bilimi sorgulanamaz bir yere taşıyarak mutlaklaştıran, bu yolla da ondan modern bir ilâh yaratan bahsettiğim düşünce ekollerinin karşısına Poppercı bilim felsefesi yaklaşımı dikildi.

işte bu yüzden de an itibarıyla ilâhlaştırılarak tapılan bir bilim antitesi nâ-mevcuttur.

Anlayacağın dostum, korkacak bir şey yok, referans gösterdiğin eser 70 yıl öncesine ait eskimiş bir zihni idman teşebbüsü derekesindedir artık.

Ezcümle: bütün bu saydığım gelişmelere karşın, birileri halâ bir yerlerde bilimi sorgulanamaz kılıyor, bilimsel iddiaları mutlaklaştırıp onları ilâh mertebesine terfi ettiriyor ve tapıyor ve insanlıktan da benzer bir tutumu bekliyorsa şayet, merak etme, seninle birlikteyim, popperyen külliyattan aldığım kuvvetle o münafıklara karşı kutsal bir mücadeleye girmeye hazırım. Sağlıklı günlerde görüşmek ümidiyle, bâkî selâmlar...'

dipnotlar ve bibliyografya:

(1): https://www.facebook.com/...ent_mention&ref=notif

(2): Bilim Kutsal bir inektir, Anthony Standen, Çeviren: Burçak Dağıstanlı, Çıdam Yayınları, istanbul, 1990, 203 sayfa.

(3): Son Moda Saçmalıklar - Postmodern Aydınların Bilimi Kötüye Kullanmaları, Alan Sokol - Jean Bricmont; çevirenler: Mehmet Baydur & Ongun Onaran, iletişim Yayınları, istanbul, 2002, 321 sayfa.

(4) : 'Şakanın Ardından - Postmodernizmin Bilimsel, Felsefi ve Kültürel Eleştirisi, Alan Sokol, çeviren: Gülsima Eryılmaz, Alfa Yayınları, istanbul, 2011, 530 sayfa.

james joyce

James Joyce (1882 - 1942) 139 sene önce 2 Şubat'ta doğmuştu.

Başyapıtı Ulysses'le okurunu tam manasıyla 'tepe aptalı'na(1) çevirir, kendini süzme bir salak gibi hissetmesine neden olur Joyce. Tek cümleyle özeti budur Guinnes marka siyah fermente malt suyunun tiryakisi YemyeşilDiyarlı'nın ve Ulysses'inin.

Lâfı yeni menzillere götürmeden önce, ilerleyen satırlarımı güdüleyen, besleyen, belirleyen bir okumalar toplamımı paylaşacağım.

Bu blogu 5 kitaplık (ve de epeyce bir makalelik) okuma serüvenime ve bir de büyük kızgınlığıma borçluyum.

Söz konusu kitaplar şunlar:

1 - James Joyce - Hayatı ve Eserleri, Richard Ellmann, Kabalcı Yayınları;
2 - Çizgilerle Yeni Başlayanlar için Joyce, David Norris - Carl Flint, Milliyet Yayınları;
3 - Babalar ve Kızları, Mary & Bryan Talbot, Desen Yayınları;

4 - Ulysses, James Joyce, çeviri: Nevzat Erkmen, YKY;
5 - Ulysses, James Joyce, çeviri: Armağan Ekici, Norgunk Yayıncılık.

Bunların yanı sıra, Joyce ve Ulysses hakkında okuduğum ve yekûnu epeyce kabarık olan Türkçe ve ingilizce makale, inceleme, eleştiriler de cabası.

Kitaplardan ilk üçünü, altını çizerek, sindire sindire ve epeyce bilgilenerek ve istifade ederek okudum. Ulysses'in iki farklı Türkçe çevirisini ise defalarca başlamama karşın, ne yazık ki tamamlayamadım.

Okula başlamadan önce, 5 yaşımdayken, kendi gayretimle öğrenmiştim okuma - yazmayı; demek ki 57 yıldır sürmekte okuma uğraşım. Bu süreçte tamamlamakta zorlandığım, defalarca yeniden başlamam karşın yarım bıraktığım epeyce kitap oldu. Ancak bunlardan biri hariç diğerlerini bitirmeyi başardım. Sadece Ulysses'in okumasını tamamlayamadım. Bu yüzden de ciddi bir kızgınlık içerisindeyim. Kızgınlığımın nedeni ve nesnesi mezkûr kitap ve yazarıdır. Okunulan satırlar tam da bu 'okuYAMAma'nın ve onun doğurup büyüttüğü kızgınlık hallerimin üzerine bina edilmiştir.

Bahsettiğim okumalarıma ve de 'okuYAMAmalarıma dayanarak söylüyorum: Joyce, bu dediğimden adım gibi eminim, hayatı boyunca sadece ve yalnızca kendisi için yazdı, okurunu zerrece umursamadı. Özellikle de Ulysses özelinde söylüyorum, bu metni kotarırken o asla ve asla okurunca anlaşılmayı hedeflememişti; o, kendisine kendisini kanıtlamaya uğraşıyordu, yaptığı tam manasıyla bir entelektüel teşhircilik ve 'bakın ben müesses edebiyat düzenine nasılda çakıyorum!' anlamındaki bir kalem erbabı mastürbasyonuydu, hepsi bu. Sadece bu, inanın bana....

Öte yandan, Dünyaya gelmiş ve geçmiş ve halâ da yaşayan onca okurundan, ana dili ingilizce olmayan hiç kimsenin de, tamamını okumuş olsa bile, Ulysses'i bütünüyle anlamadığından / anlayamayacağından eminim. işi daha da ileri götürüyorum: çevirmenler de bu iddiama dahildir. Ulysses'i ingilizce'den bir başka dile çeviren bütün çevirmenlerin, kitabın inceliklerine ve detaylarına yeterince vakıf olamadıkları ve olamayacakları için, özellikle de onun satır aralarında imâ edilen fenomenleri yakalamış olmaları imkân dahilinde olmadığından ve olamayacağından, kaçınılmaz olarak çeviri yanlışları yaptığını düşünüyorum.

iddiamı şimdi bir adım daha ileri götürüyor ve anadili ingilizce olanların da bu kitabı tam manasıyla anlayabilmelerinin imkânsız olduğunu söylüyorum.

Bu kitabı olsa olsa bir kişi anlamıştır: o da James Joyce'un bizâtihi kendisidir. Ulysses için 'iki kişi anladı' cümlesi, kelimesinin gerçek manasıyla, bir oksimorondur.

Şimdi, bu metne muhatap olanlardan her kim ki 'ben tamamını okudum, üstelik de bütün detaylarını, inceliklerini, satır aralarındaki göndermelerini, imâ ve nispet ettiklerinin cümlesini anladım' derse, ona tepkim:

'anlamadığın halde hava atmak, alemlerde prim yapmak için böyle söylediğini sen de pekalâ biliyorsun; ya da, daha da kötüsü, anlaşılması imkânsız bir metni anladığını sanmak gafletine düşmüşsün, farkında değilsin' şeklinde olacaktır.

Buna rağmen bu merkezdeki iddiasında ısrarcı olana da kitaptan öyle sorular sorarım ki, foyası hemen seriliverir ortaya.

Onun için lütfen kimse 'Ulysses'i baştan sona okudum ve gerçekten de anhasına minhasına değin anladım, künhüne vakıf bütün veçheleriyle oldum' diye hava atmaya kalkmasın, alıveririm havasını hemen.

Öte yandan, Ulysses, okunamıyor ya da anlaşılamıyorsa da, tamamen faydasız, işlevsiz ve gereksiz değildir hiç kuşkusuz.

Meselâ parçası olduğu kitaplıklara değer katar, iyi kütüphane süsü olur anlayacağınız; ilk baskıları çok prim yapar, iyi bir yatırım enstrümanıdır, çantanızda taşımanızda ve gittiğiniz mekânda masaya koymanızda büyük fayda vardır, bu sayede acayip hava atar, karizma kasarsınız.

Guinnes müptelâsı bu YemYeşilDiyarlının yaş gününü hatırlatarak başlamıştım bu metne.

Öyleyse, Ulysses'ini tamamlamayı başaramadığım için kendisine acayip gıcık olsam ve kallavi tepki duysam da, Joyce'un bu dünyaya adım atmasının 139. yılı yine de ve her durumda kutlu olsun.

dipnotlar:
(1): Tepe aptalı deyişini ananem çok kullanır, hatalarından sonra, kafasına vurarak çocukları uyaranları ya da cezalandıranları, 'yapmayın öyle, kafasına vura vura tepe aptalına çevireceksiniz' diye ikaz ederdi. Sonrasında kimseden duymadığım bir ifadedir bu. Yine ondan duyduğum, birkaç on yıldır ise kulağıma hiç çalınmayan bir başka ifade de 'sıçırık'tır. Argoda ufak - tefek, minyon kişiler için kullanılan bu deyişi ananem, kedilerin kuyruklarını çekiştiren çocukları uyarmak için kullanırdı: 'yapmayın, sıçırık yapacaksınız hayvancağızı!' Osmanlı kadınıydı Emin'anım (1905 -1982), güneş ışığı görmemiş bunun gibi epey deyiş vardı lügatinde; bu vesileyle onu da rahmetle anmış olayım.

canonis medicinae el n n fi ıbb

0 - prologue - medhal - bidayet

Bir tivit okudum ve olaylar gelişti.
Giriş cümlesini, Orhan Pamuk'un kült kurmacası Yeni Hayat'ın ilk cümlesine nazire olarak yazdığımı gören edebi oyunlar meraklısı okur, onu niçin 'Bir gün bir tivit okudum ve bütün hayatım değişti' şeklinde kurmamış olduğumu da sorgulamıştır diye düşünüyorum.

Öyle yapmadım, zirâ, o denli abartılabilecek, duygu durumlarıyla düşünme pratiklerinin uçlarında deneyimlenen dramatik bir antite değildi o tivite muhatap olmamın akabinde yaşadığım / eylediğim süreç. Lâkin, mezkûr tivitin beni kapsamlı bir okuma - araştırma - düşünme - yazma faaliyetine teşvik ettiği (mecbur ettiğini desem daha uygun olurdu sanırım) ve nihayetinde de bu metnin oluşmasının pimini çektiği de inkâr edemeyeceğim bir vakıadır.

Columbia Üniversitesi'nde Klasik islâmik Arap Tıbbı, Grek - Arap Filolojisi ve Klasik islâmik Çalışmalar alanlarında öğretim üyesi olan Profesör Elaine van Dalen'ın, ibn Sînâ (ibn-i Sînâ)'nın 13. asır - 17. asır dönemine damga vuran medikal kanonu 'Canonis Medicinae (el-Ḳānûn fi’ṭ-ṭıbb / القانون في الطب)'nin Arapça ilk baskısı hakkındaki (dipnotlar bahsinde linkini verdiğim) Twitter paylaşımından bahsediyorum(i). Bahse konu tivite muhatap olduktan sonra, şu soruların cevabını aramaya başladım:

***Profesör Doktor Esin Kâhya tarafından eksiksiz olarak dilimize kazandırılan Türkçe edisyonu 6 cilt ve 3,422 sayfaya baliğ olan eserin söz konusu Arapça baskısı tam metin midir, yoksa el-Ḳānûn fi’ṭ-ṭıbb'ın sadece bir kısmını mı içermektedir?
***Kitabın kapağında yer alan ''Kütübü kanuni tıp. Bazı telifleriyle birlikte ilmi mantık, ilmi tabii (ilmi tabiye) ve ilmi kelam" ifadesi, mezkûr baskının, sadece el-Ḳānûn fi’ṭ-ṭıbb'ı değil, ('kütüb / kitaplar' kavramından hareketle) ibn Sînâ'nın tababet alanındaki birden çok metnini hâvî olduğuna mı işaret etmektedir?
***Kezâ, ifadenin devamından hareketle, söz konusu çevirinin, Üstad'ın kelâm, mantık, felsefe, metafizik ve fizik gibi tıb ve eczacılık haricindeki disiplinlere dair görüşlerini de içerdiğine hükmedebilir miyiz?
***Eğer böyle ise, mercek altına aldığım çeviri için 'ibn Sînâ'nın oldukça geniş bir entervale yayılmış olan müktesebatının çeşitli branşlarına ait katkı ve görüşlerinin özet bir koleksiyonudur' denilebilir mi?

Bir tividin zihnime perçinlediği sezgilerin muharrik etkeni / ateşleyicisi olduğu zikrettiğim bu soruların peşinde gerçekleştirdiğim cehdin nihayetinde, bir taraftan içerisinde ilerlenilen bu satırlar neşv ü nemâ bulurken, öte yandan da yukarıdaki sorular bazı başka soruları da bilinç alanıma taşıdılar ve beni konuyla az ya da çok alâkalı çok sayıda tâlî patikada ilerlemek ve keşifler yapmak durumunda bıraktılar. Bu metin daha çok o yan yollarda yaşadıklarımla irtibatlı ve iltisaklı oldu(ii).

Ve fakat, bahse konu soruları cevaplamadan önce, ibn Sînâ'nın hayatına, müktesebatına, tesirlerine dair bazı detayların da altını çizmekte fayda var diye düşünüyorum. Öte yandan, ilerleyen bölümlerde dillendireceğim bahse konu antitelerin, başta TDV islâm Ansiklopedisi olmak üzere, referans verdiğim kaynaklardaki bilgilerin, klasik nakil tekniğiyle yapılmış birebir tekrarı - klonu - replikası olmayacağını söylemeliyim. Bu metnin iddialarının muhkem kılınması adına onun gövdesine gömülmüş, temel ya da tâlî savlarını desteklemek için mimarisine eklemlenmiş olan bazı malûmatın ise, bir kısım okur tarafından unconventional - spekülatif - provokatif - irritative olarak değerlendirilmesi mümkündür. Mahiyetinin bu unsurları bakımından bu deneme, bibliyografyasında yer alan (Burchard Brenties - Sonja Brenties'in müellifleri oldukları eser hariç) kaynaklara hâkim olan resmi tarih tezlerinden ve ana akım kültürel kodlardan ayrışmaktadır. Bu da bana göre onu öne çıkaran orijinalitesidir, topoğrafyasının tezahür ettiği 'uzay-zaman sürekliliği'dir.

1 - Hipokrat, Galen, Avicenna

ibn-i Sina (Abū ʿAlī al-Ḥusayn ibn ʿAbd Allāh ibn Al-Hasan ibn Ali ibn Sīnā; 370/980 (981) Buhara - 428/1037, Hamedan) sadece islâm aleminin değil, bütün insanlık camiasının en yaratıcı ve üretken beyinlerinden birisidir. iştigal - meşguliyet sahaları saymakla bitmez. Bunların en bârîz olan ve öne çıkanları: tababet, eczacılık, fizik, metafizik, felsefe, ahlâk felsefesi, psikoloji, mantık, astronomi, müzik, hendese ve ilm-i hesap gibi branşlarının toplamı olarak riyaziye, kelâm ve teolojidir. Bu metnin oluşturulmasında çok faydalandığım (yukarıda da referans verdiğim) TDV islâm Ansiklopedisi'nin ibn Sînâ maddesinin başına, onu çok iyi karakterize eden ve düşünme tarihindeki yerini, ağırlığını ve önemini çok iyi özetleyen şu tespit kırmızı hurufatla manşet olarak yerleştirilmiştir: 'islâm Meşşâî okulunun en büyük sistemci filozofu, Ortaçağ tıbbının önde gelen temsilcisi'

Yeri gelmişken, altını çizmekte fayda görüyorum: 1999 - 2010 periyodunda yazı kurulunda olduğum Hedef Sağlık Dergisi'ndeki 'Sektöre Kanat Gerenler' başlıklı yazı dizim çerçevesinde, 2008 başlarında okuruyla buluşan, bir ibn-i Sîna etüdü yapmış idim. Mezkûr metnimi, bu blogun 'bibliyografya ve dipnotlar' faslında paylaştığım kaynakları kullanarak - okuyarak inşâ etmiş idim. Toplamda 3,000 sayfaya erişen okumalar nihayetinde yaptığım bu biyografik çalışmanın, bahse konu kaynaklara erişme ve/veya onları okuma noktasında (zamanının olmaması, uzun metinlere muhatap olduğunda odaklanma problemi yaşaması vb. gibi) bazı problemlere dûçâr olan konunun potansiyel meraklıları için, güvenilir bir komprime kaynak ve alternatif bir özet bilgilenme fırsatı olduğunu düşünüyorum(iii). Pek tabii ki mezkûr metin, zikrettiğim kaynaklarla mukayese edilemeyecek denli mütevazi bir gayrettir. Paylaştığım kaynaklar, meselâ, TDV islâm Ansiklopedisi'ndeki o mükemmel biyografi, söz konusu olduğunda, o metnimin esamesi dahi okunmaz. Bir diğer deyişle o, bibliyografyadaki diğer kaynakların ancak (tavşanın suyunun suyunun suyu... misali), özetinin özetinin özetidir. Dedim gibi, bahsettiğim kaynaklara erişim sorunu yaşanıyorsa, şahsın okumakla arası iyi değilse, yânî, uzun ve savlı metinlere muhatap olduğunda konsantrasyon problemi yaşıyor ya da sıkılıyorsa; lâkin, bütün bunlara karşın, ibn Sînâ hakkında da özet - komprime - hap - konsantre nitelikte de olsa, bilgi sahibi olmak istiyorsa, işte, esas olarak bu gibi hallerde bahse konu özet metin fonksiyonel ve faydalı olacaktır.

ibn-i Sîna'nın insanlık aleminin fikir hayatında, özellikle de tababet ve eczacılık sahalarında ne derece önemli bir sîmâ, ne kadar merkezi bir figür olduğunu kanıtlayan Orta Çağa ait aşağıdaki gravür, konuya dair yüzlerce sayfa dolusu metne bedeldir doğrusu. Bahse konu gravürde ibn-i Sîna, 'Batı Tıbbın ve eczacılığı'nın kurucu babaları sayılan Hipokrat (460, Ελλάδα / Yunanistan, Kos / istanköy - 370, Ελλάδα / Yunanistan, Larissa) ve Galen'in (129, Bergama - 216, meçhûl) ortasına yerleştirilmiş, başına da bir taç konulmuştur. Bu suretle de onun tababet ve eczacılık sahalarındaki merkezi ehemmiyet ve ağırlığına, yüksek düzeyde sembolizma içeren bir yaklaşımla, işaret edilmiştir(iv). Bu resim esasen, ibn-i Sîna'ya 'Tıbbın hükümdarı', 'Hekimlerin Kralı', 'Büyük Üstat' diyen Batılı bakış açısının pitoresk bir ifadesi, grafik bir özeti gibidir(v).

Aşağıdaki gravürde ise ibn-i Sîna Tıbbın ana gövdesi, Hipokrat (kâdîm islâm düşüncesinde Bukrat diye anılır idi) sağ, Câlînûs (islâm Medeniyet Havzası'nda Galen böyle çağrılırdı) ise sol kolu olarak resmedilmiştir. TDV islâm Ansiklopedisi'nden iktibas ettiğim görsel 17. asra ait olup 'Habit de Medecine' başlıklıdır(vi). Bu görsel de, yukarıdaki gravür gibi, ibn'-i Sîna'nın Batı'nın fikir dünyasındaki önemine işaret eden sayısız örnekten sadece birisidir. TDV islâm Ansiklopedisi'nin (bu metinde sık sık kendisine gönderme yaptığım) ibn-i Sîna maddesinde yer alan (metnin sağ tarafında yukarıdan aşağıya doğru akan) renkli ve siyah - beyaz (yukarıdaki gravürün de arasında olduğu) 23 görsel, onun hayatına, ilmine, dönemine, kariyerine, mirasına ve tesirlerine dair zengin bir görsel boyut - algılama - anlamlandırma - kavrayış sağlamaktadır izleyicisine, okuyucusuna(vii).

Yukarıdaki gravürlerin gösterdiği üzere, Batı Dünyasında Avicenna diye mâruf ve meşhur olan ibni Sina'nın asırlar boyunca hem Doğuda ve hem de Batıda kanonik (kural koyan, gündemi belirleyen, rehber addedilen...) ders kitabı olarak okutulan El-Kânûn fi't-Tıbb (Tıpta Kanun) kitabının, 13. -17. asırlar arasında yapılmış, Latince 10 çevirisi mevcuttur. Bu eserin asırlar boyunca istinsah edilen çok sayıdaki yazma nüshalarından günümüze kalanlar Dünyanın çeşitli arşivlerinde muhafaza edilmekte ve araştırmacılara hizmet etmektedir. Eserin Arapça ilk baskısı ise 1593'de Roma'da yapılmıştır. Bu blogun girişinde görselini paylaştığım kitap işte bu ilk baskı edisyondandır. Yanındaki ibn-i Sîna portresine gelince, bu ikononik illüstrasyonun, ihtiva ettiği sembolizmasının aksine, temsil değeri - hakikatle mutabakatı - konusunda ciddi şüphelere sahibim. Bir diğer deyişle, üstadın gerçek görünümünün, bu illüstrasyonun iddia, imâ ve nispet ettiğinden farklı olma olasılığının da masada olduğunu düşünenlerdenim. ibn Sînâ'yla âdeta özdeşleşen bir başka ikonik illüstrasyona gelince, hem onu, hem de onun kısa bir açıklamasını dipnotlar ve meraklısı için ileri okumalar başlığı altında bulabilirsiniz(viii).

2 - Canonis Medicinae

Bu metin için çalışırken eriştiğim kaynaklara göre, ibn-i Sîna'nın El-Kanun fi't-Tıb'bının bahse konu baskının künye sayfasında şu bilgiler yer almakta:
'Avicenna, Libri V. canonis medicinae Abu Ali principis filii Sinae, alias corrupt. Avicennae quibus additi sunt in fine physicae et metaphysicae Arabice nunc primum impressi, Roma 1593.

Anlayacağınız, Arapça eserin sadece kapağında değil, künye sayfasında da Latince izahat bulunmakta.

Araştırma yaparken kullandığımız temel vasat / medium haline gelen internet'in sunduğu imkânlar ve fırsatlar dünyası gerçekten de ucu bucağı olmayan bir ummanı andırmakta. 1593 baskı çok nadir bir eserin metnine erişmek için 'pre-internet süreci'nde, ülke ülke, kütüphane kütüphane, arşiv arşiv, üniversite üniversite, manastır manastır, sahaf sahaf, enstitü enstitü dolaşmamız gerekiyordu. Şimdilerde ise aradığımız (her şey olmasa da çok şey) parmaklarımızın ucunda, o popüler metaforik ifadeyle, bir tık uzakta artık. Ne yazık ki, El-Kanun fi't-Tıb'ın şu dipnotta paylaştığım link üzerinden pdf'ine (mezkûr link onu içermesine karşın) erişmeyi ve ortaya çıkan sayfaları tetkik etmeyi beceremedim(ix). Bunu yapabilmiş olsaydım, eser hakkında daha ayrıntılı konuşabilecektim. Bu satırların muhatapları bunu gerçekleştirdiklerinde, bu blogun altındaki yorumlar kısmına bunu nasıl yaptıklarının algoritmasını paylaşırlarsa, çok sevinirim. Böyle bir paylaşımı kuvvetli bir şekilde hayata geçiren Facebook'taki izleyenlerime şükranlarımı sunuyorum(x).

3 - Litera ve TTK yayınları

Litera Yayınları fevkalâde hayırlı bir işe girişerek ibni Sina külliyatını basmaya başlamış ve bu alanda da büyük ölçüde mesafe kat etmiş idi. Öte yandan, bu kitapların bazılarının baskısı tükenmiş durumda. Bunların yeni baskılarının en kısa zamanda yayınevinin programına alınması, sadece bir yayımcının ticari aksiyonu değil, ülkemiz kültür hayatında önemli bir gereksinimi karşılamak adına atılmış bir adım olarak değerlendirilmelidir(xi). Tam da burada, insanlık aleminin bu büyük evlâdıyla ilgili olarak Türk Tarih Kurumu'nun (TTK) - armağan kitap / mélange tarzında - bastığı iki abidevi eserden bahsetmemiz faydalıdır ve elzemdir.

1 - 'Büyük Türk Filozof ve Tıb Üstadı ibni Sina, şahsiyeti ve eserleri hakkında tetkikler, 900.üncü ölüm yıldönümü armağanı'': ilk tâbî 1937'de istanbul'da yapılan eser 9 farklı matbaada basılmış ve sayfa sayıları 4 ila 88 arasında değişen 23 ayrı çalışmanın tek cilt birlikteliğinde toplanmasıyla oluşmuştur ve toplam tirajı da 1,500 nüshadır. Bunlardan 100 tanesi özel baskı olup satış dışı tutulmuş ve dönemin devlet ricaline dağıtılmıştır. ibn-i Sîna'nın ölümünün 900. yıldönümü olan 1937'ye yetiştirilebilmesi için hazırlıklarına yıllar önce başlanan eser başta Cumhur Reisi Atatürk, Başvekil ismet inönü ve Maarif Vekili Saffet Arıkan olmak üzere, dönemin devlet ricalinin oluşturulma sürecine nezaret ettikleri sıra dışı bir başyapıttır. Geniş bir yerli ve yabancı ilim insanları ve akademya mensupları heyetinin teliflerinden oluşan armağan kitap, baskısının kalitesiyle de göz doldurmaktadır. Eserin, döneminin cildindeki (popüler edisyon denilen 1,400'lük kısmına ait olan) yüksek kondisyonlu bir nüshası, şu aktüel uğrakta, sahaflarda ve müzayedelerde 600 - 800 Lira aralığında bir ederle el değiştirebilmektedir. Bu edisyondan 3 nüsha, bu satırları yazarken, Nadir Kitap'ta satıştaydı. Bunlardan kondisyonu en iyi olan nüshaya satıcısının biçtiği eder 500 Liradır; nadir eserlerin ilk baskılarını koleksiyonuna, arşivine katmak isteyenlere duyurulur. Mezkûr eserin devlet ricaline dağıtılmak üzere 100 adet yapılan ful deri ciltli, altın varaklı, kapak içleri orijinal - ıslak ebrulu, her şeyiyle çok özenli ve çok özel edisyonu uzun süredir ne sahaflarda ve ne de müzayedelerde görülememektedir. Bu edisyonun muhammen ederi ise 2,000 - 3,000 Lira aralığındadır. TTK bu önemli ve çok nadir eserin 2000'lerde yeni baskısını yaptı. Meraklısı, TTK sitesinden ya da Nadir Kitap platformundan 50 - 60 Lira civarında bir bedelle edinebilir bu önemli kaynak eserin yeni baskısını(xii).

2 - ibn Sînâ doğumunun bininci yıl armağanı: ilk olarak 1984'de tâb edilen eserin söz konusu baskısı, üstelik oldukça makul fiyatlarla olmak kaydıyla, Nadir Kitap platformunda ve sahaflarda bulunabilmektedir. TTK, bu armağan kitabın da, yukarıdaki kitapta olduğu gibi, yeni baskılarını 2000'li yıllarda yapmıştır. Bu yüzden de, isteyen yeni baskısını, isteyen de ilk baskısını temin etmekte zorluk çekmemektedir. Burada enteresan olan husus, - kitap kurtlarının gözdesi, hatta bazı durumlarda da 'arzu nesnesi' olabilen ve tam da 'şömine üzeri'ne yakışacak nitelikte - nadirattan bir ilk baskının birçok nüshasının yeni baskılarından daha hesaplı ederlerle satışa sunulmasıdır(xiii), (xiv). Bu önemli armağan kitabın editörü / derleyicisi Ordinaryüs Profesör Doktor, PhD. Aydın Sayılı'dır. Ülkemizin kültür, bilim ve eğitim alanlarında çok önemli bir sîmâ olan Aydın Sayılı, bizzat Atatürk tarafından takdir edilmiş ve yurt dışına eğitime gönderilmiştir. Sadece Türkiye'nin değil, Dünya'nın da ilk Bilim Tarihi Doktoru olan Aydın Sayılı'nın biyografisine, müktesebatının önemine binaen, dipnotlar kısmında yer verilmiştir. Bu bahsi bir sitemle kapatıyorum: karar vericilerin yerinde şayet ben olsa idim, Aydın Sayılı'nın resminin olduğu banknot 5 Lira değil, hiç olmazsa 50 Lira olurdu. (xv).

4 - TDV teşekkürü hak ediyor

Türkiye Diyanet Vakfı'nın yayınladığı 46 ciltlik islâm Ansiklopedisi, bu topraklarda üretilmiş en kaliteli, en kapsamlı, en derinlikli, en özgün telif ansiklopedidir. Şimdiye değin dünyanın onlarca dilinde yayınlanmış olması gereken bu önemli külliyatın, henüz belli başlı dillere çevrilmemiş olması, bir taraftan Dünya'ın ilgisizliğiyle, öte yandan da daha çok yayıncı kuruluşun bu doğrultuda yapması gerenleri yeterince yapmamış olmasıyla açıklanabilir diye düşünüyorum. islâm Medeniyet Havzasına dair diğer pek çok konuda olduğu gibi, ibn-i Sîna ile ilgili olan (yazının önceki bölümlerinde görsel galerisi nedeniyle link verdiğim ibn-i Sîna biyografisi başta olmak üzere) çeşitli maddeleriyle de bu külliyat, konuya dair ileri okuma ve araştırma yapmak isteyenler için, vazgeçilemez mahiyette bir kaynaktır.

Bu metni, mezkûr eseri hak ettiği üzere, yabancı dillere kazandıramamış olduğu için az önce eleştirdiğim Türkiye Diyanet Vakfı'na, şimdi de can-ı yürekten ve de kucak dolusu teşekkürler ediyorum. Bu sitayişimin, bu pozitif nümayişimin sebebi, bahse konu kurumun mezkûr ansiklopediyi hem pdf, hem de orijinal sayfa düzenlerini aynen yansıtan tarama usulüyle internette bilâ-bedel paylaşmasıdır. Hem çok kaliteli bir yayımcılık ve kültür aksiyonuna imza attıkları, hem de bunu meccanen insanlıkla paylaştıkları için Diyanet Vakfı, okuyan, araştıran, sorgulayan, yeni terkiplere - orijinal sentezlere - aktüel çözümlere erişmeye çalışan (aralarında bu satırların hakir müellifinin de olduğu) herkesin gönlüne taht kurmuştur vesselâm. Katkı verenlerin ellerine, emeğine, yüreğine sağlık.
5 - tarih - mitoloji - ideoloji; ya da, mesele hiç de söylendiği gibi olmayabilir!

Tarihi gerçekler, ana akım bilimin ve hakim kültürel kodların vaz'ettiklerinden farklı, hatta onlarla taban tabana ters olabilir. Gündelik politik ihtiyaçlar ve aktüel sosyolojik zaruretler, tarih denilen anlatının bazı bahislerinin kimi yorumlarını öylesine gerçeklikten koparır ki, onların esasen mitoloji disiplinine ait olan normlarla şekillendiğine ikna olmamız işten bile değildir. ibn Sînâ bahsinde de, işaret ettiğim bu 'hakikat deformasyonu'na, bu 'gerçeklik inşâsı'na verilebilecek karakteristik örnekler mevcuttur. işte onlardan bazıları:

*) ibn Sînâ'ya Avicenna, ibn Rüşd'e ise Averroes diyor Batılılar. Niçin orjinal isimlerini zikretmiyorlar? 'Ne var bunda, bu yazıda sen islâm aleminde Galen'in Calînûs, Hipokrat'ın ise Bukrat diye anıldığını yazmamış mıydın?' Evet yazdım, ama aynı şey değil bunlar. Biz söz konusu eşhası orijinal isimleriyle de anmaktayız. Hele de modern zamanlarda eski anma şekli terk edilmiş, Calînûs ve Bukrat adlandırmalarından neredeyse vaz geçilmiştir. Oysa Batılılar mezkûr islâm alimlerini halâ da - büyük ölçüde - orijinal isimleriyle anmamaktadır. Bu, Edward W. Said'in işaret ettiği üzere, oryantalist bir zihniyetin tezahürü müdür, yoksa, dilin dönmemesinden - telâffuz edememekten - rahatça diyememekten kaynaklanan ve arkasında da başka bir düşüncenin - plânın - amacın olmadığı basit bir adaptasyon eylemi midir? Doğrusu ben buna bir türlü karar veremedim. Bu noktadaki hükümlerinizi, yorumlarınızı, görüşlerinizi merak ediyorum; onları yorumlar kısmında paylaşırsanız çok makbule geçer, bilesiniz muhterem kârîm(xv). isim koymak, adlandırmak en önemli iktidar yöntemlerinden biridir. Yukarıda mercek altına aldığım problematiği 'vahim bir mesele' olarak görmem ve dillendirmem bundandır.

*) ibn Sînâ Türk müdür? ibn Sînâ'nın Türk olduğunu iddia ederiz ezelden beri. Bu metnin ortaya çıkmasında faydalandığım temel kaynaklardan birinin ismi, hatırlanacağı üzere 'Büyük Türk Filozof ve Tıb Üstadı ibni Sina, şahsiyeti ve eserleri hakkında tetkikler, 900.üncü ölüm yıldönümü armağanı' idi. Milli mensubiyet, Fransız ihtilâli sonrasında, 18. asrın son yıllarıyla 19. asrın başlarında, Napoléon Bonaparte'ın biçimlendirdiği Dünya'da, güçlenen burjuva sınıfının teorisyen ve ideologları tarafından icat edilen bir sosyolojik normdur. Bu bakımdan, ibn Sînâ gibi tarihi aktörlerin milli mensubiyetlerinden ziyade, hangi dilin kültür kozmosu içinde yaşadıkları ve ürettiklerini tartışmak esas alınmalıdır. Bilindiği üzere ibni Sînâ bilimsel eserlerini, bilimin bütün disiplinlerinde döneminin 'Lingua Franca'sı sayılan Arapça yazmıştır, bu bakımdan da o Arap dilinin domine ettiği kültür dairesinin bir mensubudur. Genç Cumhuriyet rejiminin bir millet inşâsı sırasında başvurduğu bu propagandif yöntemin, 21 asrın ilk çeyreğinin tamamlanmak üzere olduğu şu aktüel uğrakta, artık terk edilmesinde fayda vardır. Bir diğer deyişle, millet, ulus gibi kavramların esamesinin bile okunmadığı, aslolanın aile, kabile, kavim olduğu bir tarihsel dönemde yaşamış tarihi figürlerin milli aidiyetlerine, etnik mensubiyetlerine takılmak yerine, onların hangi dilin evrenine ait olduklarına, hangi lisanın içinde ikamet ettiklerine, hangi ifade sistematiği içerisinde düşüp konuştuklarına - yazdıklarına kenetlenmek doğru yaklaşımdır.

*) Ya ibn Sînâ günümüzde yaşasaydı?!? Siyasal islâmın selefi yorumlarının öne çıktığı son üç on yılda, islâm dünyasının düşünsel kodları, zihniyet mekanizmaları, argümantasyon süreçleri ve bunların nihayetinde inşâ edilen söylem ve eylem pratikleri fevkalâde olumsuz bir mecrada geliştiler ne yazık ki. Özellikle de 11 Eylül 2001'de ABD'de gerçekleştirilen terörist eylemlerle zirve yapan selefi aksiyon zinciri, sadece islâm Dünyasının kültürel kodlarını menfi manada derinden domine etmekle kalmadı; zaten var olan global ırkçı, faşist, islâmofobik reaksiyoner damarın daha da gelişmesine, güçlenmesine ve Dünyanın bir çok devletinin resmi politikalarını belirler hale gelmesine neden oldu. Önceki asırlarda hoş karşılanan, ya da en azından tekfir edilmeyen eleştirel düşünce temelli söylem ve eylemlerin, artık islâm düşmanı olarak nitelenerek bu inanç dünyasının düşünce kozmosundan sürülmeleri şeklindeki temelindeki tezahürler, - ağırlıklı olarak - bahsettiğim son 30 yılın hasılasıdır. Buradan hareketle 'islâm alemine aktüel olarak hakim olan zihniyet onların dönemlerine de damgasını vursaydı şayet, başta ibn Sinâ, ibn Rüşt, Râzî, Fârâbi olmak üzere 8 -12. asırlar arasında islâm düşüncesine altın çağını yaşatan kanaat önderleri, fanatiklerce tekfir edilir, yerlerinden yurtlarından sürülür, hatta canlarına bile kast edilebilirdi' tespiti yapıldığında, bunu çürütecek argüman bulmakta gerçekten de çok zorlanırsınız doğrusu.

6 - prologue - final - nihayet

Blogun ilk kısmında ateş hattına atarak okurun menziline soktuğum, bu suretle de dikkatine sunduğum sualleri bir kez daha gündeme getirmenin tam sırasıdır. Öyleyse gelsin o mezkûr sorular:
'Profesör Doktor Esin Kâhya tarafından eksiksiz olarak dilimize kazandırılan Türkçe edisyonu 6 cilt ve 3,422 sayfaya baliğ olan eserin söz konusu Arapça baskısı tam metin midir, yoksa el-Ḳānûn fi’ṭ-ṭıbb'ın sadece bir kısmını mı içermektedir? Kitabın kapağında yer alan ''Kütübü kanuni tıp. Bazı telifleriyle birlikte ilmi mantık, ilmi tabii (ilmi tabiye) ve ilmi kelam" ifadesi, mezkûr baskının, sadece el-Ḳānûn fi’ṭ-ṭıbb'ı değil, ('kütüb / kitaplar' kavramından hareketle) ibn Sînâ'nın tababet alanındaki birden çok metnini hâvî olduğuna mı işaret etmektedir? Kezâ, ifadenin devamından hareketle, söz konusu çevirinin, Üstad'ın kelâm, mantık, felsefe, metafizik ve fizik gibi tıb ve eczacılık haricindeki disiplinlere dair görüşlerini de içerdiğine hükmedebilir miyiz? Eğer böyle ise, mercek altına aldığım çeviri, ibn Sînâ'nın oldukça geniş bir entervale yayılmış olan müktesebatının çeşitli branşlarına ait katkı ve görüşlerinin özet bir koleksiyonu mudur?'
Bu metin (dipnotlarıyla birlikte) okunduğunda, kolaylıkla görülecektir ki, bu soruların cevabı yer almamaktadır içinde. Oysa bahse konu kitabın hem pdf'ini ve hem de 80 sayfasının (taranmak suretiyle oluşturulmuş) imajlarını içeren çok önemli bir linki paylaşmıştım 9 numaralı dipnotta. Bunların içeriğinin incelenmesi, dillendirdiğim bütün soruların kesin ve net bir şekilde cevaplandırılması için kâfidir aslında. Lâkin, daha önce de işaret ettiğim üzere, pdf'i açmaya muvaffak olmadım. Okurun bu noktada benden çok daha becerikli olacağına dair inancım tamdır. Metnin taranarak bize sunulan 80 sayfasına gelince, bunların bazıları 'içindekiler' bahsine aittir (bakın burası çok önemli işte!). Bu kadarı bile, mezkûr soruların sağlıklı bir şekilde cevaplanması için yeterli miktarda bilgi içeriğine sahip olduğumuz anlamına gelmektedir. Ne yazık ki ben Arapça bilmediğimden, cevaplarının peşinden koştuğum sorular karşısında bana bir aydınlanma - bilgilenme - farkındalık edinme imkân sunamamaktadır eriştiğim bu sayfalar da.

Arapça bilen okurlardan ricam, söz konusu linkin içerdiği bilgiler üzerinden, altını çizdiğim soruların cevaplarını bu blogun nihayetindeki yorumlar bahsine girmeleri ve benim gibi Arapça bilmeyenleri de bu paylaşımlarıyla bilgilendirmeleridir. Bu doğrultuda adım atacak olanlara peşine teşekkür ederim. Onların da, kelimenin hakiki manasıyla, medyun-i şükranı olacağımı beyan etmekte bir beis görmemekteyim efendim.

Evet dostlar, görüldüğü üzere, epeyce lâkırdı istimal etmeme karşın, maatteessüf, cevaplarını aradığım sorular olduğu gibi durmaktalar oldukları yerde. Tesellim şudur: insan düşüncesinin en soylu faaliyetlerinden olan felsefede aslolan yeni - orijinal - hayati - ehemmiyetli soruları koymaktır ortaya. Cevaplar nasıl olsa bulunur, verilir; siz yeter ki sorulmamış soruları icat edin ve atın insanlığın eyleme podyumuna, ramp ışıklarının altına, söylemlerin ve fiillerin sahnesine. Bu az bir gayret değildir, inanın bana. işte bu yüzden, yola çıkış amacını realize edemeyen bu metni yine de faydalı ve işlevsel buldum. Öyle olmasaydı paylaşmazdım zaten.

Metni tamamlarken, konunun ilgilisinin, ibn-i Sîna gibi önemli bir başka islâm bilim ve felsefe insanına, Bîrûnî (Beyrûnî)'ye dair yaptığım biyografik etüde(xvi); kimya, tıp, eczacılık, biyoloji, felsefe ve ahlâk alanlarında çığır açan çalışmaların müellifi olan Râzî'ye dair (onun materyalist - ateist, deist olduğuna dair iddiaları da mercek altına alan) bir biyografik çalışmaya(xvii); modern akıl sağlığı anlayışıyla sinir (akıl, ruh) hastalıkları teşhis ve tedavi metotlarının geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemlerinde yerleşmesini sağlayan Mazhar Osman Usman'ın kapsamlı yaşam öyküsüne(xviii); Eczacılık tarihi ve farmasötik bitkiler alanlarındaki çığır açıcı çalışma ve eserleriyle Türkiye bilim tarihinde kalıcı izler bırakmayı başarmasına karşın, Türkiye Toplumsal Formasyonu entelijansiyasının kadri bilinmemiş ve unutulmaya yüz tutmuş kıymetlerinin ön sıralarında yer alan eczacı - kimyager Naşid Baylav'ın hayatına dair yazdığım metne de (xix) göz atmasında fayda var diye düşünüyorum(*), vesselâm / quod erat demonstrandum

bibliyografya ve dipnotlar / meraklısı için ileri okumalar(**):

Illustrations from the 1556 edition of Iranian physician Avicenna's The Canon of Medicine, a translation by medieval scholar Gerard of Cremona. Avicenna treated spinal deformities using the reduction techniques introduced by Greek physician Hippocrates. Reduction involved the use of pressure and traction to correct bone and joint deformities. The Reynolds Historical Library, Lister Hill Library, University of Alabama at Birmingham.(i): https://twitter.com/linaa...52214841502728192/photo/1
(ii): ***el-Ḳānûn fi’ṭ-ṭıbb ile ilgili ayrıntılı açıklama içeren ve bu eserin tam metin bir Türkçe çevirisini de yapmış olan Prof. Dr. Esin Kâhya'nın müellifi olduğu TDV islâm Ansiklopedisi'ndeki el-Ḳānûn fi’ṭ-ṭıbb maddesi için:
https://islamansiklopedisi.org.tr/el-kanun-fit-tib, TDV islâm Ansiklopedisi, cilt: 24, sayfa: 331 - 332, 2001, istanbul.
***el-Ḳānûn fi’ṭ-ṭıbb / القانون في الطب'ın Profesör Esin Kâhya tarafından gerçekleştirilmiş 6 ciltlik ve 3,422 sayfalık Türkçe çevirisiyle ilgili izahat için:
1 - https://www.facebook.com/...ya/posts/1631409453672838
2 - https://www.kitaptakipcil...E65vQ_dbmnIjf_9owC38h-2nE
***el-Ḳānûn fi’ṭ-ṭıbb / القانون في الطب'ın geniş bir özeti için:
http://www.inonu.edu.tr/m...t-t%C4%B1b_%C3%96zeti.pdf
***Ömer Mahir Alper, Ali Durusoy ve Arslan Terzioğlu'nun kendi uzmanlık alanlarında katkı verdikleri son derece kapsamlı ve kaliteli bir biyografik çalışma için:
https://islamansiklopedisi.org.tr/ibn-sina, TDV islâm Ansiklopedisi, cilt: 20, sayfa: 319 - 358, 1999, istanbul.
***Bu blogda mercek altına alınan hususat hakkında çok kapsamlı ve vazgeçilemez mahiyette - her ikisi de, ibn Sînâ çalışmaya başladığı 2008'den bu yana bu satırların müellifinin başucu kitapları olan - iki önemli referans kaynak:
1 - Büyük Türk Filozof ve Tıb Üstadı ibni Sina, şahsiyeti ve eserleri hakkında tetkikler, 900.üncü ölüm yıldönümü armağanı, Türk Tarih Kurumu Yayını, istanbul, 1937.
2 - ibni Sînâ doğumunun bininci yılı armağanı, Derleyen: Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı, Türk Tarih Kurumu Yayını, istanbul, 1984.
Her iki kitap hakkında da, blogun ilerleyen satırlarında ayrıntılı izahat yer almaktadır.
***Bu da insanlığın düşünce macerasının önemli mecralarından / antitelerinden / kaynaklarından olan Encyclopædia Britannica'daki ibn Sînâ maddesi:
https://www.britannica.com/biography/Avicenna/Legacy
***Konuya dair popüler bir kaynak: https://en.wikipedia.org/wiki/Avicenna
***Önemli bir düşünce insanı olan üst düzey bir masonun bakış açısından ibn Sînâ:
Cemil Sena, Filozoflar Ansiklopedisi, ibn Sinâ maddesi, sayfa: 21 - 28, Remzi Kitabevi, istanbul, 1976.
***Yukarıda zikredilen ana akım kaynaklardan farklı olan bir yaklaşım arayanlar için şu komprime çalışma doğru adreslerden birisidir diye düşünüyorum:
ibni Sina (Avicenna); Burchard Brenties - Sonja Brenties, Pencere Yayınları, 103 sayfa, istanbul, 1997; https://www.kitapyurdu.co...amp;manufacturer_id=10028
Avicenna's recommended spinal manipulations, 1556 edition, The Canon of Medicine Illustrations of Muslim physician Avicenna's recommended spinal manipulations, from the 1556 edition of Avicenna's The Canon of Medicine, a translation by medieval scholar Gerard of Cremona. The Reynolds Historical Library, Lister Hill Library, University of Alabama at Birmingham(iii): https://ziyaversencan.blo...am-altn-cagnn-harika.html
(iv): 'Batı tıbbı ve eczacılığı' ifadesinin ciddi manâda problemli olduğunu teslim ediyorum. Lâkin, buradaki soruna, dipnotlar bahsinde de olsa, işaret etmek adına, kullandım onu. Batılılar (Avrupa ve Kuzey Amerikalılar olarak da okunabilir), medeniyet adına insanlığın ürettiği - yarattığı ne varsa, bunların kendi marifetleri ve eserleri olduğunu savunur. Asırlardır da bunun propagandasını büyük bir başarıyla yaparak 'ikna' etmişlerdir insanlık âlemini. Oysa durum hiç de öyle değildir. Klasik dönemde, antik çağlarda Grek ve Roma Medeniyetlerinin ortaya koyduğu total müktesebata Çin, Hint, Mezopotamya, Mısır vd. kâdîm medeniyet havzalarının çok önemli ölçüde telif katkısı söz konusudur. Dolayısıyla da, insanlık tarihinin hakikatiyle mutabık olmayan 'Batı Medeniyeti', 'Batı Tıbbı ve Eczacılığı',... gibi sorunlu ve taraflı ifadeler yerine 'Dünya Medeniyeti', 'Dünya Tıbbı ve Eczacılığı' gibi kavramsallaştırmaları kullanmak icap eder.
(v): Bu gravür, el-Ḳānûn fi’ṭ-ṭıbb’ın 1510'da Pavia, italya'da yapılan Latince baskısının kapağını illüstre etmiş bir görseldir (bknz. TDV islâm Ansiklopedisi, ibn Sînâ maddesi, görseller kısmı) Kaynağına dair yaptığım araştırmada, bahis konusu gravürün Paris Üniversite'nin girişinde yer aldığı bilgisine işaret eden, doğruluğundan emin olamadığım, bir sosyal medya paylaşımına tesadüf ettim: https://www.facebook.com/...a-1037-h/670798526426534/
(vi): Habit de Medecine: pre-modern dönemde (tarihsel dönemlerin tanımı, başlangıç ve bitiş yılları konusunda umumi bir konsensus olmamasına karşın, kabaca 1850 - 1950 periyoduna Modern Çağ denilebilir), bir diğer deyişle, yaklaşık olarak 28 asır (MÖ 1,000 - MS 1850) boyunca, tababette ve eczacılıkta (aslında modern döneme değin bu ikisi birbirinden ayrılamaz faaliyetlerdi; doktorsanız aynı zamanda da eczacı idiniz, ya da vice versa!) uygulanan teşhis ve tedavi metotlarıyla, koruyucu hekimlik uygulamalarına damgasını vuran alışkanlıklar, inançlar, kabuller, davranışlar ve protokoller toplamıdır .
(vii): Metnin sağ tarafında, yukarıdan aşağıya doğru akan zengin içerikli görsel galeriye erişmek için tıklayın lütfen: https://islamansiklopedisi.org.tr/ibn-sina
(viii): Tarihe mal olmuş şahsiyetlerin görsellerinin, mezkûr eşhasın yaşadıkları çağla, onları mercek altına alan araştırmacının zamanı arasındaki makas açıldıkça, güvenilir - tercihen ilk elden - kaynaklarda yer alan ve dönemin şahitlerinin tanıklığına dayanan ayrıntılı bir tarifi, yapılmış bir resmi ya da çekilmiş bir fotoğrafı yoksa, bu imajların kurmaca olma olasılığı artar, hakikatle mutabakat ihtimalleri zayıflar. Güvenilir tariflerine ve resimlerine sahip olmadığımız tarihi aktörlerin görsellerinin, onların ismi etrafında oluşturulan efsaneye destek olmak adına imal edilmiş unsurlar olması hali sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Bunun en önemli örneklerinden birisi Hz. isa'dır. Sâmî milletinden olan bahse konu yalvaç'ın, sarışın ve mavi gözlü çok sayıda tasviri olmasına karşın, onun buğday tenli, koyu renk gözlü ve siyah saçlı olma olasılığının bir hayli yüksek olduğunu bu vesileyle hatırlatmış olayım. Bu antitenin konumuzu ilgilendiren kısmı ise şudur: Ruslar 1978'de, yâni Sovyetler Birliği döneminde, 'antropolojik araştırmalara dayanarak' (iddia Ruslara aittir) ibn Sînâ'nın (hemen aşağıda yer alan) temsili bir resmini yaptılar. Müessir ve musavvirlerinin, resmin bilimsel temeline vurgu yaparak, onun, hakikatiyle mutabakatına işaret etmelerinin yanı sıra, TDV islâm Ansiklopedisi'nin ibn Sînâ maddesinde de bu imajın kullanılması, septisizmi metodik bir stil olarak kuşanan bu satırların müellifini, bu görselin otantisitesi konusunda bir miktar mutmain etmiştir doğrusu.

(ix): ***El-Kanun fi't-Tıb'ın bahse konu Roma, 1593 baskı Arapça edisyonunun pdf'ne erişmek için bir imkân:
https://reader.digitale-s...ay/bsb10141160_01087.html
(x): Facebook ahalisinden, bu metnin en üstünde yer alan El Kanun fi't-Tıb'bın kapak görselindeki Arapça ifadelerin çevirisi konusunda yardım talep etmiş idim. O çağrıma aldığım cevaplar için kelimenin en hakiki manasıyla medyûn-i şükrân olduğumun bir kez daha altını çizmekte faide mülâhaza etmekteyim efendim. işte o katkılara erişmenizi sağlayacak köprü:
https://www.facebook.com/...an/posts/3436800709713461
(xi): Litera Yayınları'nın bastığı ibni Sina eserleri için bknz.
https://www.kitapyurdu.co...e=ibni%20sina%2C%20litera
(xii): Eserin nadir ve kıymetli olan (1,400 adetlik popüler edisyondan, sonradan yapılmış cildinde) ilk baskısına erişim için:
https://www.nadirkitap.co...kitabi-kitap12184409.html
(Mezkûr kitabın bulunabilitesi ve alınabilitesi mümkün ve makûl olan yeni baskısı için:
https://emagaza-ttk.ayk.g...i-hakkinda-tetkikler-2014
(xiii): Kitap Müzayedesi münadiliğim ve moderatörlüğüm sırasında, eylediğim faaliyetin kıdemlilerinin, üstatlarının birikimlerinden faydalanmış, onları kendimce geliştirip sitilime ve yeteneklerime adapte ederek uygulamıştım. Bu arada, müzayede pratiklerine ve söylemlerine bazı mütevazı katkılar da yapmadım değil doğrusu. Aklıma ilk gelenler, kitapseverlerin edinmek için yarıştıkları bir kitap için 'arzu nesnesi' deyişini; cildi ve görselleri gibi formel özellikleriyle göz dolduran eserler için ise 'şömine üstü' nitelemelerini kullanmamdır meselâ. Bu tabirler önce muhataplarınca garipsenmiş, akabinde ise kanıksanmış ve benimsenmişti. Öyle ki, müzayede işine daha sonra katılan genç meslektaşlarımın da repertuvarına girdi ve kullanılır oldu bu kavramlar. Sözün burasında, her iki deyişle de her fırsatta tatlı talı dalga geçen, müzayedelerin renkli ve sevilen simâsı Pınar (Dudaksızoğlu) Abi'yi muhabbet, hürmet ve özlemle anmadan geçemeyceğim doğrusu. Onunla ve kitap müzayedelerinin diğer bütün müdavimleriyle en kısa zamanda yeniden birlikte olabilmeyi can-ı gönülden diliyorum efendim.
(xiv): Kitabın ilk baskısına erişim için bknz.
https://www.nadirkitap.co...0&siralama=sepetegore
Kitabın son yıllarda yapılan baskıları için tıklayınız lütfen:
https://emagaza-ttk.ayk.g...tr/detay/918/product.html

(xv): Aydın Sayılı (1913 - 1993) ordinaryüs profesör doktor ünvanını taşıyan son bilim insanlarımızdan olup, Türkiye'nin akademik ünvanlı ilk bilim tarihçisidir. Bilim tarihi ve bilim felsefesi eğitimi almamasına karşın Abdülhak Adnan Adıvar (1881, Gelibolu – 1 Temmuz 1955, istanbul), bu alanda verdiği eserlerle öncü bir rol üstlenmiş ve kendisinden sonra gelen Aydın Sayılı gibi akademisyenler için de rol modeli olmuştur. 1942'de Harvard Üniversitesi'nde bilim tarihi doktorasını tamamlayan Aydın Sayılı, bu yola, Atatürk'ün, ve, Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip Bey'in yönlendirmesi ve destekleriyle girmiştir. 1942'de, Harvard'dan hocası George Sarton'un jüri başkanı olduğu doktora sınavını, 'islâm Dünyasında Bilim Kurumları' başlıklı teziyle, ve, iyi dereceyle vermeyi başarmıştır. Bu doktora, sadece ülkemizde değil, aynı zamanda dünyada da bilim tarihi alanında alınan ilk akademik ünvandı.
1943'de Türkiye'ye dönen Sayılı, AÜDTCF Felsefe Bölümü'ne öğretim üyesi olarak girmiş, 1952'de de bilim tarihi profesörü olmuştur. Ordinaryüs Profesör ünvanını aldığı 1958'e kadar, ABD'de çeşitli üniversitelerde hocalık yapan Aydın Sayılı, birçok muteber dünya üniversitesinden teklif almasına karşın, 'bana kefil ve destek olan Gazi'ye, Reşit Galip Bey'e, ve, tabii ki Türk milletine olan borçlarımı eda etmek için memleketimde kariyer yapacağım' demiş, ve, bu düstura uygun davranmıştır. Başyapıtı olan, ve, bilinmeyen birçok hususu gün ışığına çıkarırken, doğru sanılan birçok yanlışı da tahsis eden 'islâm Dünyasında Rasathane ve Genel Rasathane içindeki Yeri' adlı eserini 1960'da yayınlayan Sayılı, üniversiteden emekli olduğu 1983 yılına kadar Felsefe Bölüm Başkanlığını yürütmüştür.

Yurt içindeki ve dışındaki birçok kurum, enstitü ve üniversitenin de fahri ve eylemli üyesi olan Sayılı, ilmi ve akademik çalışmalarına emeklilik döneminde de sürdürmüştür. Polonya başta olmak üzere, çeşitli ülkelerden madalya ve onur belgesi alan Aydın Sayılı, 1990'da UNESCO onur ödülüne de lâyık görülmüştür.

Aydın Sayılı, hocası George Sarton gibi, başta Mısır ve Mezopotamya olmak üzere, Batı dışı kâdim medeniyetlerin Batı Medeniyeti üzerinde derin ve tayin edici etkilerine vurgu yapan ilmi çalışmalarıyla temayüz ederken, Türklerin ilme katkısını öne çıkarmayı da ihmal etmemiştir. Onun, çeşitli yabancı dillerden Türkçeye giren farklı disiplinlere ait çok sayıdaki bilimsel terime karşılık teklif ettiği Türkçe karşılıklar, bugün yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Bu arada, Bîrûnî'nin Türk olduğu iddiasının altını, ileri sürdüğü sağlam argüman ve kanıtlarla dolduran da Aydın Sayılı olmuştur.
(xvi): https://ziyaversencan.blo...1-asra-damgasn-vuran.html
(xvii): https://ziyaversencan.blo...iyoloji-felsefede-ve.html
(xviii): https://ziyaversencan.blo...umuze-akl-hastalklar.html
(xix): https://ziyaversencan.blo...i-nasid-baylav-fatih.html
(*): Bu mecranın sadık okurlarından olan bir dostum, son bloglarımdan birinin linkini paylaştığım bir sosyal medya platformunda - dm marifetiyle - şu mesajı attı:
'Ziyaver, pandemi sürecinde üretkenliğinin iki yönlü - hem niceliksel bakımından, hem de bloglarında işlediğin konuların önemi, derinliği ve kalitesi anlamında - arttığını sevinerek müşahade etmekteyim. Bu vaziyet, yazdıklarından istifade eden çok sayıda okurunu da mutlu ediyor olsa gerek. Doğrusu, o okurlardan birisi olarak ben, hem çok memnunum ve hem de fevkalâde ümitvarım bu gelişmeden. Sen ve senin gibi kültür insanları, düşünce adamları, omuzladığınız ve deruhte ettiğiniz misyon çerçevesinde, ülkenin eğitim seviyesine, giderek de küresel ölçekte insanlık camiasının aydınlanma düzeyine olumlu katkı yapıyorsunuz. Bu da her aklı başında, vicdanlı, insaflı, irfanlı, sorumlu insanın esasen katılması gereken - bağnazlığa, önyargılara, cehalete karşı yürütülen mukaddes savaş manasındaki - o kutlu mücadeleye senin elinden geldiğince destek verdiğin anlamına gelir. Bu bakımdan sana kendi adıma teşekkür eder ve bu misyonu aynı şevk, heyecan ve enerjiyle yerine getirmeye devam etmeni yürekten dilerim....(mesajın takip eden kısmını - konumuzla doğrudan alâkalı olmadığı için - almadım buraya)'
Arkadaşıma aynı mecrada ve aynı metotla verdiğim cevabın bu metni alâkadar eden kısmı şöyleydi:
'Mültefit ifadelerine teşekkür ederim dostum. Hemen akabinde de şunu eklemeliyim: kültür insanı ve düşünce adamı mıyım gerçekten de, bundan emin değilim. Olduğumdan emin olduğuma gelince: blogger'ım, okurum, araştırmacıyım, arşivciyim, koleksiyonerim, kitap müzayedesi münadisi ve moderatörüyüm, kitabiyat ağırlıklı kültür sohbetleri eyleyicisiyim. Bunlarla marufum, dediğinle değil. Mesajının - okurumu, insanları aydınlatma misyonu gibi bir görevle mücehhez olduğum merkezindeki - ana temasına ise ne yazık ki katılamıyorum. Özel de okurumu, genelde ve Büyük Resim düzeyinde de insanlık alemini aydınlatmak gibi bir misyonum, bir vazifem, bir mükellefiyetim olduğunu hiç bir zaman düşünmedim, bundan böyle de böylesi bir zehaba kapılacağıma ve bunun doğal bir sonucu olarak da 'öğreten adam', 'aydınlatan aydınlanmış' kiplerini kuşanacağıma doğrusu zerrece ihtimal vermiyorum. Böylesi bir düşünce taşımam, en hafif ifadeyle, müstekbir bir anlayışla mücehhez olduğum manasına gelir ki, bu kabil bir hadsizliği ne ben ve ne de sen yakıştır(a)mayız bana, öyle değil mi? Gerek işaret ettiğin yazımı ve gerekse de onun gibi belli bir entelektüel iddia taşıyan diğer metinlerimi, esas olarak öğrenmek için, öğrendiklerimi içselleştirerek kalıcı zihni mülküm haline getirmek için, öğrendiklerimden hareketle sentezler yapabilmek ve bu süreçte gerçekleştireceğim argümantasyonlarla da yeni
fikirlere erişmek için yazdım. Bir diğer deyişle, benim için en iyi öğrenme metodu, öğrenmeye çalıştığım konuda yazmak olduğu için yazdım ve yazıyorum ve yazacağım. Bunların yanı sıra, paylaşmak da yazmamın önemli bir sebebidir. Öğrendiklerimi paylaşarak muhatabımı da yaşadığım mezkûr süreçlerden geçmeye özendirmiş olduğumu düşünüyorum. Muhatabım da benim gibi yaparak sorularının peşine takılabilir, akabinde de yazarak öğrenebilir, bilâhare paylaştığında ise, o da başkalarını yazmaya ve paylaşmaya motive edebilir. Bu sayede, geometrik ve hatta üstel olarak büyüyen entelektüel bir hasılanın ve zincirleme bir reaksiyon mahiyetini kazanmış bir müktesebat genişlemesinin olmazsa olmazları olan sinerji ve ortak aklın serpilip gelişmesine el birliğiyle katkı vermiş oluruz. Yazdıklarımı paylaşmamın altında yatan saiki blogumun mottosunda yıllar yıllar önce şöyle formüle etmiştim: 'olan biteni zerre miskal mertebesinde anlayabilmek adına, mütemadiyen yüksek sesle düşünüyor, benzer duyarlılıkları paylaştığını sandıklarıma, bu blog benzeri, işaret fişekleri yolluyorum. bütün debelenmem bir 'NiÇiN!' uğrunadır anlayacağınız...' Yazma maceram bundan böyle de bu temelde ilerleyecek, bu hedeflerle güdülenecek, motive olacak ve sevk ve idare edilecektir sevgili dostum.'
'Sosyal medyada dm marifetiyle bana yürüyen' mültefit dostuma verdiğim cevabın ana gövdesi böyleydi işte. Birbirini besleyen - doğuran - boğazlayan fikirler zincirinin bizi getirdiği bu aktüel uğrakta, yazma ve paylaşma edimlerimin mutfağını, kamera arkasını, perde gerisini, kulis bilgilerini, satır aralarını özetlemesinin yanı sıra, bunlarla irtibatlı ve iltisaklı başka bazı enteresan hususata daha vurgu yapan bir metnime götürmek istiyorum meraklısını şimdi de. Ezcümle, bir metnin inşâ sürecine dair olan pratikleri konu alan 'kalem teşebbüsleri'ni kıymetli bulanlara hitap edeceğini düşündüğüm bir görüşler manzumesidir bu. Evet, mezkûr eşhas, şu linkle erişebileceği blogun 10. dipnotuna bir göz atıversin lütfen:
https://ziyaversencan.blo...bris-intikam-tanrcas.html
(**): Dipnotlar bahsindeki iki gravür el-Ḳānûn fi’ṭ-ṭıbb'ın Orta Çağın önemli alimlerinden olan Cremonalı Gerard tarafından yapılmış Latince bir çevirisinin 1556'da gerçekleştirilen baskısından alınmıştır. Mezkûr eser The Reynolds Historical Library, Lister Hill Library, University of Alabama at Birmingham'ın arşivinde muhafaza edilmektedir.
Gravürlerin ingilizce izahatı şöyledir:
ilki: Illustrations from the 1556 edition of Iranian physician Avicenna's The Canon of Medicine, a translation by medieval scholar Gerard of Cremona. Avicenna treated spinal deformities using the reduction techniques introduced by Greek physician Hippocrates. Reduction involved the use of pressure and traction to correct bone and joint deformities. The Reynolds Historical Library, Lister Hill Library, University of Alabama at Birmingham.
ikincisi: Avicenna's recommended spinal manipulations, 1556 edition, The Canon of Medicine Illustrations of Muslim physician Avicenna's recommended spinal manipulations, from the 1556 edition of Avicenna's The Canon of Medicine, a translation by medieval scholar Gerard of Cremona. The Reynolds Historical Library, Lister Hill Library, University of Alabama at Birmingham,
vesselâm / exeunt omnes

alfred north whitehead

α - prologue - bidayet - takdim

15 Şubat, ingiliz matematikçi, filozof, Mantıksal Pozitivizmin ve Viyana Çevresi'nin önemli üyelerinden, Süreç Felsefesi ile Organizma Felsefesinin 20. asırdaki en önemli temsilcilerinden, Cambridge Platonistlerinin pîri, (Şimdilerde Oxford Platonistlerinin önde gelen sîmâsı ve 2020 Nobel Fizik Ödülü sahibi olan) Roger Penrose başta olmak üzere, son 100 yılın çok sayıda düşünce insanını derinden etkileyen bir fikir mimarı, 1+1= 2'nin kanıtlamasının, 300 sayfadan fazla süren bir akıl yürütmeler zinciri sonucunda gerçekleştirildiği ve de tamamı büyük ölçüde matematik simgelerden oluşmuş üç ciltlik abidevi Principia Mathematica'nın Bertrand Russell'la birlikte eş-yazarı olan Alfred North Whitehead'in (1861 – 1947) doğum günüydü, kutlu olsun(0), (1), (2).

Üç cildinin ilk baskıları 1910, 1912 ve 1913 yıllarında yapılan Principia Mathematica'nın(3), üzerinden 110 yıl geçmesine karşın, henüz Türkçe'ye çevrilememiş olduğunu da hatırlatmış olayım(4). Neden olduğu sonuçları bakımından matematik, mantık, bilimin hemen her disiplini, teoloji ve metafizik için değerli olan; bu niteliğiyle de insan aklının büyük bir utkusuna işaret eden bu eserin en kısa zamanda dilimize kazandırılması gerekiyor. 'Bu gerçekten 'demir leblebi' işi kim lâyığıyla yapar, kim Principia Mathematica'yı, eserin değeriyle örtüşen bir kalitede, basar?' diye sorguladığımda, aklıma ilk etapta sektörün lideri olan Türkiye iş Bankası Kültür Yayınları geliyor haliyle. iş Bankası'nın yayımcılık sektöründeki liderliğine dair sektör bileşenlerinden epeyce bilgi geliyordu; ancak, mezkûr kurumun 2020 sonunda sosyal medya mecralarında yaptığı aşağıdaki paylaşımı, bu konudaki tartışmalara noktayı koyan hamle oldu(5).

1 - Türkiye iş Bankası Kültür Yayınlarına yakışır

Doğrusu ben, Türkiye iş Bankası Kültür Yayınları'ndan bu matematik - mantık - felsefe - bilim şaheserinin çevirisini yapmasını bekleyenlerdenim.

Türkiye yayımcılık piyasasının lideri olarak bu önemli misyon onlara aittir bence. Çevirmeninin, Yapı Kredi Yayınları'nın Ulysses'inin çeviri sürecinde gerçekleştirdiği üzere, bir yarışma ile belirlemesinin mezkûr eserin ruhuna fevkalâde yakışacağını düşünüyorum. Öte yandan, eserin ingilizcede ya da başka ciltlerde basılmış nüshalarını da fiziken elime alıp tetkik edemedim. Aslında bunu yakın zaman kadar gerçekleştirmem mümkündü, zirâ, haftada iki gün müzayede yaptığımız Gezegen Sahaf'ta bu eserin bir takımı bulunmaktaydı. O süreçte, yâni, pandemi öncesinde, maalesef, herhalde basiretim bağlandığından olacak, onu elime alıp dünya gözüyle tetkik edememiştim. Şu sıralarda da mezkûr sahafın olduğu Galatasaray'a az biraz uzakta olduğumdan, bu zevkli işi an itibarıyla yerine getiremiyorum. istanbul'da olan, ya da yolu bir şekilde istanbul'a düşen kitapseverler, satılmadan Principia Mathematica'yı mutlaka incelesinler derim. Şu sıralarda teselliyi, değerli dostum Murat Haser'in paylaştığı esere ait pdf linklerini incelemede buluyorum, ne diyeyim, bu kadarına da şükür. Ya bu linkler de olmasaydı?!?

2 - Kurt Gödel'in yanlışlaması!

Kitapla ilgili bir bilgi notu daha: Matematikçiler, mantıkçılar, çeşitli disiplinlerden bilim insanları gibi alanının profesyonelleri (yarı şaka, yarı ciddi tonda) bir asırdan fazla bir zamandır şunu söylerler:

Bu eseri, yazarlarından başka, sadece Kurt Gödel, Alan Turing, John Von Neumann gibi sayıları iki elin parmağına ancak erişebilen dahi statüsündeki eşhas tam manasıyla anlayabilmiştir.

Anlayanların başında gelen Kurt Gödel (28 Nisan 1906 - 14 Ocak 1978) ise, geliştirdiği 'Eksiklik Kuramı' ile Russell & Whitehead'in bu eserleriyle giriştikleri 'tamamen mantıksal argümantasyon zincirlerine dayanan eksiksiz, yanlışsız, ikirciksiz, flu alan bırakmayan bir matematik inşâ etme' çabasının beyhude ve yanlış olduğunu, (çok büyük bir emeğin, insanüstü bir eforun, beşeri idrakin sınırlarını zorlayan bir konsantrasyon gösterisinin ve Kozmos'un anlamlandırılması bağlamındaki dahice bir meydan okumanın bu kanıtlama sonucu refüze edilmesi yüzünden kullanıyorum takip eden üzüntü ve teessüf bildiren iki kelimeyi) MAALESEF ve MAA'TTESÜF, kanıtlamıştır(6).

Bana göre burada o amansız 'Cosmic Law of Karma' hükmünü icra etmiş (halk arasında çok yaygın olan o Arap atasözündeki gibi 'men dakka dukka'ya; veya, bir yazımda tafsilatıyla anlattığım bir meselin savsözü olan 'kim ne eder kendine, yine kendi kendine'ye(7); ya da, ibrahimi gelenekte yeri olan 'kişi, en çok korktuğu / sakındığı şeyle imtihan edilir' argümanına denk bir antitedir bu) ve Russell 1903'te Frege'ye fahiş hatasını göstererek nasıl eziyet ettiyse, bundan sadece iki on yıl sonra, Kurt Gödel de, aynı entelektüel eziyeti, bilimsel zalımlığı, üstelik de misliyle olmak kaydıyla, yapmıştır Lord Bertrand Russell'a. Yeri gelmişken ve önemine binaen, Russell'ın hayatının en büyük entelektüel sıkıntısını yaşamasına yol açacak olan Frege'nin o mezkûr müdahalesinin ne olduğunu, daha önce ona dair yazdığım bir yazıdan alıntı yaparak, paylaşıyorum .

3 - Russell vs. Frege

''Modern mantığın başlangıcı Gottlob Frege'nin 1879'da yayınlanan 'Begriffsschrift' kitabıdır (iv). Begriffsschrift (ingilizcesi ideography) 'fikirlerin simgelerle / sembollerle ifade edilmesi demektir. Bu kitabıyla Frege, Leibniz'in 'Kanıt Teorisi' temelinde inşaa ettiği bir önermeler mantığı teklif eder.

Ancak Frege'nin bir sıkıntısı vardır: sayıları teklif ettiği bu önermeler mantığına uygun olarak formüle (sembolize) edemiyordu. imdadına, dönemin bir başka anıtsal matematikçisi, mantıkçısı ve felsefecisi olan Cantor'un Kümeler Kuramı yetişti. Frege, 'kümeler kuramı temelinde eksiksiz ve çelişkisiz bir aritmetik kurmak adına' yazdığı Aritmetiğin Temelleri (1. cilt: 1893, 2. cilt. 1903) isimli çığır açan eserini borçlu olduğu Cantor'un Kümeler Kuramını şöyle selâmlamıştı: 'kümeler akla gelebilecek en temel matematiksel şeylerdir.

Frege'nin 1893'de Jena'da Hermann Pole Yayınevi tarafından basılan 'Aritmetiğin Temelleri' eserini adeta didik didik ederek okuyan Bertrand Russell, 1901'de onda çok önemli bir çelişki olduğunu gördü. Russell (Berber ya da Katalog Kitap) Paradoksu işte bu çelişkiye dayanır.

Frege, hem yayınladığı ilk cildi istediği ilgiyi görmediğinden, hem de özelde

aritmetiği, genelde ise matematiği çelişkisiz ve eksiksiz bir bilim haline getirmek hedefi bir insanın (o ne denli deha sahibi olursa olsun) kapasitesini çok aşan bir ülkü olduğu için, Aritmetiğin Temelleri'nin 2. cildini ancak 1902'de matbaaya teslim edebilmişti.

Kitap matbaaya verildiğinde, ismi bilim çevrelerinde yeni yeni duyulmaya başlamış olan 30 yaşındaki 'çaylak' Russel, Frege'ye bir mektup gönderdi (16 Haziran 1902). Bu, bilim tarihinin en dramatik gelişmelerinden birisinin fitilini ateşleyen tarihi bir olaydı. Genç Russell mektubunda, eserin ilk cildini çok yararlanarak okuduğuna, onu çok sevdiğine ve ikinci cildi dört gözle beklediğine işaret ederek yazarını göklere çıkarır.
Övgülerle ilerleyen mektubun ortalarında patlatır bombayı Russell: 'Kümeler, tanımları gereği, kendi kendilerinin elemanıdırlar. Bu durumda, 'kendilerinin elemanı olmayan kümelerin kümesi'nin de kendisinin elemanı olması gerekir. Bu açık bir çelişkidir!'

Russell, ünlü meslektaşının 'aritmetiği kümeler kuramı temelinde çelişkisiz ve eksiksiz olarak yeniden inşâsı' ülküsünü, yazdığı bir kaç satırlık bir mektupla 'alnının tam ortasından' vurmuştur. Bu mektubu 6 gün sonra, 22 Haziran'da cevaplayan Frege'nin satırlarında, yaşadığı derin psikolojik yıkımın ve amansız depresyonun izleri hakimdir. Aynı psikolojinin, bu mektuplaşmadan birkaç ay sonra, 1903'ün başlarında, yine Jena'daki Hermann Pole yayınevi tarafından basılan eserin 2. cildine eklenen sonsöz'e de damgasını bastığı görülür.''(8)

Temel savının Gödel tarafından çürütülmesine karşın, eser, matematiksel mantık, teorik matematik, mantık ve felsefe disiplinleri bakımından önemini halâ da muhafaza etmektedir.

Ω - epilogue / exeunt omnes / q.e.d. / nihayet / vesselâm

Aşağıdaki iddiasını ve ona dair yaptığım çeviriyi, bahse konu ifade Alfred North Whitehead'in holistik ve idealist tahayyülünün adeta bir özeti olması bakımından, ekliyorum satırlarıma ve bu şekilde itmam ediyorum bu blogun ana gövdesini.

''Müstakil varoluş fikri, çağlar boyunca felsefi literatüre musallat olmuş bir yanlış anlamadır. Her bir varlığın, Evren'in geri kalanıyla mecz olduğu bir yolun kavramlarıyla anlaşılmasından başka bir varoluş hali yoktur''(9).
q.e.d.(10).

dipnotlar ve bibliyografya:

(0): ilkin, daha önce de muhatap olduğum 'hiç '0' numaralı bölüm ya da dipnot mu olurmuş?!?' merkezindeki olası eleştirileri cevaplamak adına, bu minvaldeki hesaba çekmelere karşı geliştirdiğim ve müktesebatımın buna benzer halleri bakımından artık klişe ya da stereotip olarak nitelenebilecek cevabımı tekraren emisyona sokuveriyorum: 'Bu nicelleştirmeye itirazı olan, iki hususa dair düşünsün: 1)- '0'ın var olanları nicelleştirme - aritmetize etme bakımından fonksiyonu nedir?, 2)- Termodinamiğin Sıfırıncı Yasası'na bu sıra numarası ne için ve hangi amaçla iliştirilmiştir?'
Bir muhtemel fikri taarruza karşı müdafaamı böylece tahkim ettikten sonra, 'dipnotlar ve bibliyografya'mın mantığı, içeriği ve metodolojisi hakkında özetle lâkırdı istimal etmeye geldi sıra.

Takip eden satırlarda, çoğunlukla, yukarıdaki ana gövdeye dair açıklamaları, onun dayandığı referansları ve söz konusu metni besleyen yan temaları bulacaksınız. Bunlardan (1) ve (6) numaralı olanlar ise, okunulan satırların müellifinin, 'yaw, bunları buraya eklesem mi, yoksa eklemesem mi; bilemedim valla...Hadi, oldu olacak ekleyivereyim de, zihnimde durup beni meşgul edeceğine, blogumda durup, okuru meşgul etsin...' bağlamındaki hesaplaşmasının sonucunda yer bulmuşlardır bu metnin mimarisinde ve uzay-zaman sürekliliğinde kendilerine. Onlar, müellifin şahsi Kozmos'unun izdüşümü ve ifadesi olan entelektüel patterninin, bu metinle irtibatı daha çok 'bir şey (ya da her şey) diğer her şeyle bir şekilde iltisaklıdır' anlayışı çerçevesinde kurulabilecek olan, unsurlarıdır. Öte yandan okur da hak verecektir ki, bu gibi şahsi motiflerin böylesi bir bilim ve felsefe tarihi metninde yer almaları, 'müellifi tanımak, bir bakıma, telifini tanımanın, metnin ruhuna daha ziyade nüfuz edebilmenin ve ona içkin anlam kalelerini daha rahat ve de kalıcı tarzda fethedebilmenin yollarından, imkânlarından ve katalizörlerindendir'.

(1): Bu platformdaki bir çok metin, şu güzergâhı izleyen bir hazırlık sürecinin ardından hayat bulmakta:
a- bir 'X' konuda, platformun izin verdiği karakterlerin tamamını kullanmaya dikkat ederek, bir tivit atıyorum. Bu tiviti mutlaka ona dair görsellerle de besliyorum (bknz. https://twitter.com/ziyav...tatus/1361615194078785539);
b- tivitteki ifadeyi, karakter sınırlaması olmadığından, genişletip zenginleştirerek, çoğunlukla Twitter'da kullandığım görsellerle birlikte, Facebook'taki sayfama / duvarıma ekliyorum;
c- üçüncü adımda, bu paylaşımlardan, bana göre, sosyal medya mecralarında kaybolup gitmesine göz yumamayacağım denli önemli olanlarını, bloguma eklemek üzere mercek altına alıyorum. Bu, onu yan temalarla zenginleştirmek, yeni görsellerle süslemek demek. Böylelikle çıkıyor blogum Dünya sahnesine; bir diğer deyişle o, artık sadece benim muhayyelem ve mutasavveremdeki bir 'VARLIK' olmaktan, maddi Dünya'da nefes alıp veren bir 'VAR OLAN'a terfi etmiş oluyor.
Şunu da eklemeliyim: bu haliyle mezkûr metin, çoğunlukla, onun başlangıç ve hareket noktası olan ve ana fikrini de oluşturan tivitimdeki ifadeden çok farklı bir içerik ve bağlama sahip olmuş oluyor. Öte yandan, bir metni bloguma koymam, onun tamamlandığı anlamına gelmiyor. Daha önce bazı metinlerimde de işaret ettiğim üzere, buradaki bir çok metnin yazımı yıllardır devam etmektedir. Daha genel olarak konuşacak olursam: blogumdaki hiç bir metnimin tamamlandığını düşünmüyorum, buna dair bir kabulüm ve inancım yok. Bu yüzden de, onların basılması için son yıllarda yapılan birkaç teklifi, aslında onların kitaplaştırılması fikri bana çok cazip gelse de, metinlerimin 'nâ-tamam - kusurlu - sıradan' olarak algılanabileceklerini düşünerek, geri çevirdim.
insanların kitabımı ellerine alıp karıştırdıklarında, 'işte yine selüloz israfına ve gereksiz ağaç kesime yol açmış tırışkadan bir kitap bozuntusu!?!' diye yaklaşabilme ihtimalleri benim karabasanlarımdandır. Kitabımı okumanın zaman kaybı ve gözleri gereksiz yere yorma olarak değerlendirilmesini işiteceğime, onun çok yüksek iskontolarla satılmaya çalışıldığı 'fırsat reyonları'na düştüğünü göreceğime, hiç basılmamış olmasını milyon kerre, zilyon kerre ve dahi Googolplex, ({\displaystyle 10^{\,\!10^{100}}}) kerre tercih ederim doğrusu. Zaten metinlerim bu platformdan meraklısına erişiyorlar, öyle değil mi?!? Yoksa, yoksa öyle değil mi?!?

Bir de şu var tabii: basılan metin yazarının kontrolünden çıkmıştır, mülkiyetinden düşmüştür; o artık kendisini, birikimi muvacehesinde yorumlayacak ve değerlendirecek olan okuruna aittir. Telifim üzerindeki kontrolümü sona erdirecek, müktesebatımı akan zaman içinde geliştirmemi, derinleştirmemi, mükemmelleştirmemi engelleyecek olan basılma haline karşı sergilediğim defansif tutumu; kaynağını erken çocukluk dönemimdeki travma ve yoksunluklarıma bağlayacak psikolojist yorumlarla, verili kapitalist sistemin mülkiyet arzusuyla sahip olma hırsının, zihnimi, patolojik tesirler de yaratacak düzeyde, kolonize etmesine bağlayacak siyasi ve ideolojik eleştirilere ve yorumlara muhatap olmak riskini göğüsleyerek yaptım bu samimi muhasebeyi.

Ezcümle, metinlerimi basılmaya değer bulan bir yayımcının ya da bir editörün, yukarıda özetleyerek izaha çalıştığım haller yüzünden, onların gerçekten de basılmaya değer olduklarına beni ikna etmesi gerekiyor anlayacağınız (bu bahsin, çeşitli kanallarla bana 'yazdıklarını kitaplaştırsana, daha ne bekliyorsun!' ya da, 'kitap yaz artık!' merkezinde telkinler ve tazyikler yapan dostlara, ne kadar tatminkâr olduğundan çok da emin olamadığım, bir cevap olduğunu düşünüyorum).

(2): A. N. W. hayatına dair popüler linkler:
***https://tr.wikipedia.org/wiki/Alfred_North_Whitehead
***https://en.wikipedia.org/wiki/Alfred_North_Whitehead

(3): Principia Mathematica'dan daha da temel ve önemli olan bir bilimsel metin de ,

maalesef henüz çok ama çok küçük bir kısmı dilimize kazandırılan, Sir Isac Newton'ın başyapıtı Philosophiæ Naturalis Principia Mathematica'dır. Bunun da, Principia Mathematica gibi, kendisine yakışan bir mükemmelikte olmak kaydıyla, bir an önce dilimize çevrilmesi, ülkemizin fikir hayatı bakımından elzemdir, önemlidir. Eserle ilgili ayrıntılı bilgiye ve onun Türkçe edisyonuna erişmek için bknz.
***https://tr.wikipedia.org/...lis_Principia_Mathematica

***https://www.kitapyurdu.co...m_campaign=kitap-asistani

(4): Konuya dair popüler kaynaklar:
***https://en.wikipedia.org/wiki/Principia_Mathematica
***https://plato.stanford.ed...es/principia-mathematica/

(5): Türkiye iş Bankası Kültür Yayınları'nın yaptığı bahse konu paylaşımlardan benim erişebildiğime dair olan link: https://www.facebook.com/...mp;set=a.1351038301623056
(6): Eksiklik Kuramı / Gödel's Completeness Theory, ''Kurt Gödel, 1931 yılında doktorasında verdiği "Principia Mathematica Gibi Dizgelerin Biçimsel Olarak Karar Verilemeyen Önermeleri Üzerine" başlıklı makalesinde 4. önerme olarak geçer. Sezgisel olarak matematikte belitlere (aksiyom) dayanan her sistemin tutarlı olması dahilinde eksik olması gerektiğini bildirir.'' Konuya dair popüler linkler:
***https://tr.wikipedia.org/wiki/Eksiklik_teoremi
***https://en.wikipedia.org/...ically%20valid%20formulae.

(7): Ananemin repertuarında yer alan masallardan birisi vardı ki, onu dinlemelere
doyamazdım. Hayranlıkla, adeta kendimden geçercesine ve mest olarak dinlediğim (ona ilk muhatap oluşumun 4 ya da 5 yaşıma tekabül ettiğini hatırlıyorum) her seferinde farklı bir lezzet aldığım bu anlatı, sanki ilk kez dinlemişçesine, beni, yeni ve farklı hayallere ve öncekilerden değişik ve egsantrik alemlere götürürdü. 'Kim ne eder kendine, yine kendi kendine!' idi ismi. Ondan aklımda kalanları gönlümce süsleyerek ve dilediğimce detaylandırarak yazdım - arzu eden bu ara başlığın devamını 'blogger'ın kalem teşebbüsü' parantezine alarak okuyabilir. işte o hikmetli masalın ziyavercesi:

Vaktiyle, öyle böyle değil ama, siz deyin 100, ben diyeyim 300 sene falan önce, yaşlı bir derviş dolaşırmış, yoksulluğunu bütün çıplaklığıyla ele veren partal urbalarıyla, bir beldenin tozlu ve çamurlu sokaklarında. Yılların, fakirliğin ve yolların yıprattığı bedenini taşımakta zorlanan ayaklarını sürüyerek yürüyen, bu sırada da görkemli asasını, zemine çarpmasının doğurduğu 'tok!', 'tok!' seslerinin ritmik devinimi içinde yere vurup sürekli olarak 'kim ne eder kendine, yine kendi kendine!' cümlesini tekrarlayan derviş, sustuğunda önce bir lâhza soluklanır, ardından da kapıları çalar, beliren hane sakinine sessizce keşkül-ü fukarasını uzatırmış. Fakir çanağına konanlardan sadece kendisi rızıklanmazmış yaşlı adam; nevalesini sokak hayvanlarıyla ve diğer yoksullarla da paylaşırmış. Böylece çıkarırmış gündelik nafakasını. Yörenin ileri gelen zengin bir ailesinin hanımı, yaşlı adamın istisnasız her gün tekrarladığı bu rutininden öyle rahatsızmış ki, bu sorunu kökünden çözmeye karar vermiş. O gün, kapısını çalan dervişin uzattığı Keşkül-ü fukara'sına, biricik oğlunun da çok sevdiği bıldırcınlı pirinç pilavından silme doldurmasını istemiş kâhya kadından. Sonra da, kâhyaya ve dervişe fark ettirmeksizin, önlüğünün cebine sakladığı fare zehirini el çabukluğuyla boca edip, geri vermiş sahibine keşkülü fukarayı. Oğulcuğu ise, ancak akşama yiyebileceği mis gibi kokular saçan etli pilav ikramına (dervişin de dikkatinden kaçmayacak şekilde) imrenerek, hatta ağzı sulanarak bakakalmış. 10 yaşlarındaki oğlan, kendisine seslenen arkadaşlarının davetine icabet ederek, oynamak için beldenin meydanına doğru koşarken, konağın hanımı da 'pilavı midene indirdikten sonra, kim kime ne etmiş, işte o zaman anlayacaksın derviş efendi' diye düşünüyormuş. Menfur plânını kolaylıkla gerçekleştirmenin ve sinirlerini ayağa kaldıran o cümleyi bir daha duymayacak oluşunun yol açtığı bir memnuniyet halinin yüzüne hakim kıldığı sinsi ve hain gülümsemenin belli belirsiz ele verdiği zafer hissinin esrikliği içinde, dönmüş konağın gündelik rutinine kadın. Aradan birkaç saat geçmiş, güneş yükselmiş, mutfak işleri bitmiş, kâhyası haneyi temizlerken pazara giden konağın hanımı, yol üzerindeki oyun alanında telaşlı bir kalabalık toplandığını görüp merakla o yana doğru seğirtmiş. insanlar onu görünce endişe ve çaresizliğin teslim aldığı gözlerini kaçırmış ve kenara çekilmişler. işte o anda hakikat bütün çıplaklığıyla belirivermiş: kadının biricik oğlu yerde iki büklüm kıvranıyor, ağzından burnundan ve kulaklarından kanlı köpükler fışkırıyormuş. Önce idrakı dumura uğrayan kadın hiçbir şey anlayamamış; öylece kalakalmış. Meselenin kısmen de olsa farkına vardığında ise, olayın şokunu kaldıramayacağını anlayan beyni, bedenine bayılma emrini çoktan vermiş bile; kadın olduğu yere külçe gibi yığılıvermiş. Telaşın ve çaresizliğin ne yapacağını bilememe halleri ahaliyi teslim alırken, 'Hekimi bulun!', 'Eşine, Bey'e haber verin!' bağırışları birbirine karışıyor, göğe yükselen ve olumlu bir sonuca tahvil edilemeyeceği aşikâr olan bir adrenalin bulutunun zerreleri, ikindi güneşinin görünür kıldığı toz moleküllerine yapışıp havada asılı kalıyormuş. Can çekişen çocuğun yere düşürdüğü fukara tasını, kirli ve yırtık mintanın yeniyle silen yaşlı derviş ise, onu zerrece umursamayan insanlara fısıltıyı andırır bir tonda dil döküyormuş mütemadiyen: '....hayırsever hanımın verdiği etli pilavı yemek için şuraya oturmuştum. Annesi bana verirken sabinin gözü takılmıştı zaten, oyun oynarken de yine tasımdaki pilavdaydı gözleri. Besbelliydi imrendiği, hem de çok..... bu yüzden bir lokma bile tatmadan keşkülü ona verdiydim. iştahla yedi yavrucak, ancak kısa süre sonra kâseyi düşürdü ve o sırada da olduğu yere kapaklanıverdi... niye böyle oldu, anlayamadım, belki illetlidir yavrucak, bilemiyorum....bilemiyorum...'

Ahalinin paniğinin ve debelenmesinin oluşturduğu yüksek basınç, dervişin rindliği ve zühtlüğüyle şekillenen alçak basınçla karşılaştığında, dillendirilmesi mümkün olmayan, ancak tecrübe edenlerin, benliklerinin tâ derinlerinde hissedebileceği bir atmosferik olay vukû bulmuş: mevcudatın teninden ziyade ruhuna tesir eden spiritüel bir rüzgârmış bu ve sanki belli belirsiz şöyle fısıldıyormuş: 'kim ne eder kendine, yine kendi kendine!''
Metnin tamamı için bknz. https://ziyaversencan.blo...anga-ve-grafik-roman.html

(8): Metnin tamamını için bknz.:
***https://ziyaversencan.blo...ussell-paradoksundan.html

(9): Konuya dair ilâve okuma için bknz. https://acikders.tuba.gov...ontent/0/odevler/20yy.pdf
(10): exeunt omnes, ''Hepsi çıkar, bütün oyuncular (sahneyi) terk eder'' anlamındaki Grekçe tiyatro tabiri.
q.e.d.: quod erat demonstrandum, 'Söylemek istediğim buydu - gösterilmek / ispatlanmak istenen buydu' anlamındaki Latince ifade.

mikolaj kopernik

19 Şubat; baba tarafından zengin bir Silezyalı tüccar ailesinden, anne tarafından ise, yine Silezya'da, Vistül Irmağı kıyısındaki Toruń (Thorn) ​kasabasında mukim aristokrat bir aileden gelen, Kraków / Jagiellon Üniversitesi, Bolonya Üniversitesi, Padova Üniversitesi ve Ferrara Üniversitesi gibi döneminin prestijli akademik kurumlarında matematik, astronomi, tıp, ekonomi ve kanon (kilise) hukuku okuyup birden çok alanda Phd. derecesini hak eden, bu vasıflarıyla kilise hiyerarşisinde yükselme potansiyeli taşıyan, buna karşın hayatının hiçbir döneminde kilisenin tam zamanlı çalışanı olmayan, hayatını, hali vakti yerinde olan ailesinin, özellikle de kendisini kanatları altına alan dayısının işlerini yöneterek, zaman zaman Katolik Kilisesi'nde danışmanlık yaparak ve yakınlarına medikal destek vererek idame ettiren; 'boş vakitleri'nde ise (mevki, makam ve para kazanmak gibi hedefleri öncelemeyen ve önemsemeyen, hoşlandığı konulara, onlardan hiç para kazanamasa da, profesyonel uğraşılarından daha fazla zaman ayıran birisi olarak, 'boş vakitleri'nin epeyce fazla olduğunun altını çizmeliyim) hobi olarak matematik, astronomi ve haritacılıkla uğraşan, bu meraklarını da, yine 'boş zamanları'nda (tam 30 yıl boyunca üzerinde çalışarak) kaleme aldığı ve insanlığın fikir tarihinin en önemli eserlerinden biri, bir bilimsel baş yapıt (opus magnum) ve janrının klasiği olan ''De revolutionibus orbium coelestium - Göksel Kürelerin Hareketleri Hakkında' ile taçlandıran Leh asıllı Nikolas Kopernik'in (kendisine atalarının verdiği orijinal isimle Niklas Koppernigk, Lehçe'de imlâsıyla Mikolaj Kopernik, Almanca yazımıyla Nikolaus Kopernikus; 19 Şubat 1473 - 24 Mayıs 1543) doğum günüdür(1).

Erken 1510'lardan itibaren güvendiği dar bir arkadaş çevresiyle paylaşmasına karşın, Kopernik, ideolojik hegemonyasını korumak adına o dönemde çok agresif bir saldırganlık sergileyen Katolik Kilisesi tarafından aforoz edilmekten korktuğu için, söz konusu devrimci / tabu kırıcı / ufuk genişletici / çığır açıcı eserinin içerdiği ezber ve konfor bozan fikirleri, taslak aşamasından ileri taşımamış, okuma ve tartışmalarının semeresi olan binlerce sayfalık notlarını kitaplaştırmamıştı. Onların olgunlaştırılarak basılabilir hale geldiği 1532'den itibaren, ölmeden çok kısa bir süre önceye değin, açık fikirli dostlarının teşvik ve tazyiklerine karşın, eserinin basılmasına ayak diremişti. Nihayet, sağlık durumu iyiden iyiye kötüleştiği bir sırada, artık kaybedecek ve korkacak bir şeyi kalmadığını düşündüğünden olsa gerek, 'De revolutionibus orbium coelestium - Göksel Kürelerin Hareketleri Hakkında'nın basılmasına izin verdi (1543)(2).

Mezkûr eseriyle Kopernik, yaklaşık 1,500 yıldır astronomiyi domine eden Aristotélēs'çi (MÖ 384 – 322) ve Klaudios Ptolemaios'çu (nam-ı diğer Batlamyus, 100 - 170) geocentrism'in (Dünya merkezci Evren görüşünü) tabutuna sondan beşinci çiviyi(3) çakıp, heliocentrism'i (Güneş Merkezli Evren Anlayışı / GMEA) kuvvetli bir şekilde başta astronomi, kozmoloji, fizik, geometri olmak üzere doğal bilimlerinin ve yanı sıra da teolojinin, metafiziğin ve astrolojinin gündemine, bir daha çıkmamacasına, yerleştirmişti.

Aslında GMEA Kopernik'ten en az 20 asır önce bilinen ve dillendirilen bir yaklaşımdı. Sümer ve Babil Medeniyetlerinde yapılan astronomik rasatlarda, bu kurama dair bilgiler edinildiği anlaşılıyor; kaynaklara geçerek günümüze kalan ilk somut görüşler ise Kâdîm Grek Medeniyet havzasına aittir. Bunlar, farklı versiyonlarda olmak kaydıyla, Pythagóras (MÖ 570 – MÖ 495), Philólaos (c. MÖ 470 - c. 385) ve de Arístarchos (MÖ 310 – c. MÖ 230) tarafından savunulmuş, ve fakat hakim görüş olamamış, Dünya Merkezli Evren Anlayışı'na galebe çalamamışlardır.

Yukarıda da işaret ettiğim üzere, GMEA'nı gündem oturtan eser 'De revolutionibus orbium coelestium - Göksel Kürelerin Hareketleri Hakkında'dır. Bu suretle de Tycho Brahe (14 Aralık 1546 - 24 Ekim 1601), Giordano Bruno (1548 - 17 Şubat 1600), Johannes Kepler (27 Aralık 1571 – 15 Kasım 1630) ve Galileo Galilei'nin (15 Şubat 1564 - 8 Ocak 1642) halkaları olduğu çok kuvvetli bir bilimsel geleneğin ve teorik damarın ilk filizleri Polonya'daki Frombork (Fraenburg)'tan yeşermiş oldu(4).

dipnotlar ve bibliyografya:

(1): https://tr.wikipedia.org/wiki/Nicolaus_Copernicus

(2): Esere dair iki link: ***https://en.wikipedia.org/...ionibus_orbium_coelestium

***https://tr.wikipedia.org/...vinimleri_%C3%9Czerine%29

(3): Dünya Merkezli Evren Anlayışı'nn tabutuna sondan dördüncü çiviyi Tycho Brahe, üçüncüyü Giordano Bruno, ikinciyi Johannes Kepler ve nihayet sonuncu çiviyi de Galileo Galilei çakmıştı.

(4): Okunulan metin, Twitter'da paylaştığım şu mesajın geliştirilmesiyle çıktı ortaya: https://twitter.com/ziyav...tatus/1362797624282251265

edip cansever

1. Kırk yıllık sevda

Pek severim Edip Cansever'i. Çok. Pek çok.
Bu yüzdendir 'Çağrılmayan Yakup, istenmeyen Yusuf ve Yerçekimli Karanfil olarak 'Bir Edip Cansever Portresi'ni dilendirmem, paylaşmam....

Onun poetikasının izleri ve tesirleri tasavvur ve tahayyül alemimin puslu labirentlerinde, belleğimin tekinsiz mahzenlerinde mahfuzdur. O izlerin ve tesirlerin peşinden 'Stalker' misali gittim ve aşağıdaki ihtiram ve muhabbet metni çıktı ortaya.

Metnin biyografik kısmı (bakınız 2 numerolu bölüm) belgelidir, dokümanteridir.

3. başlık ve sonrasına gelince....
Oralarda istimal edilen lâkırdı her ne kadar şairin müktesebatından ve poetik mirasından beslenmiş olmaklığı bakımdan Edip Cansever'e borçluysa da çokça, yine de, temelde bu satırların müellifinin şahsi sayıklamaları, subjektif hezeyanlarıdır, Cansever'i bağlamaz.

2. Şairin biyografisi

Edip Cansever, (8 Ağustos 1928 – 28 Mayıs 1986) ikinci Yeni akımının en önemli şairlerindendir. istanbul Erkek Lisesi’ni bitiren Cansever, hemen akabinde babası Fazlı Cansever'in Kapalıçarşı’daki antikacı dükkânında hatıra eşyaları, turistik materyeller ve halı ticaretine başladı.

Bundan sonrasını, Edip Cansever'in, 22 Ocak 1979 tarihli Milliyet Sanat Dergisi'nin 307. sayısında yer alan biyografisinden okuyalım:

'1954 yılında çıkan büyük Kapalıçarşı yangınında dükkânım tamamen yandı. Sigortadan aldığım para, yeniden bir işyeri açamayacak kadar azdı. Günler, haftalar geçti. Sonunda bir dükkân buldumsa da, dükkânın satış değeri elimdeki paranın hemen hemen iki katıydı. Kendime bir ortak aradım. Buldum da. Her neyse, küçük bir anaparayla dükkânı açtık. Yeniden bir geçim yolu tutturmak önemliydi elbette. Ama daha önemlisi şuydu: Birkaç ay sonra ortağım bana, alım satımla kendisinin uğraşabileceğini, benimse yukarıdaki asma katta istediğim gibi çalışabileceğimi, saatlerimin de kısıtlı olmadığını müjdeledi. işte, kitaplarımdan dokuzunu bu asma katta yazdım. Tam yirmi yıl. Bugün düşünüyorum da, ya o yangın olmasaydı? (i).

Kapalıçarşı'daki ikinci dükkânın asma katı, genç Cansever'in 20 yıl boyunca hayatının önemlice bir kısmını geçireceği ve tam 9 kitabının ortaya çıkmasına beşiklik edecek olan mekân olacaktı. O, nadiren de olsa, babasından gördüğü gibi, dükkânın gündelik ticari rutinini idare edecek ve ama çoğunlukla da, ortağının dükkândaki bütün yükü omuzlaması sayesinde, kendisini tamamen şiir yazmaya adayacaktı.

Bu arada, şu detayı da paylaşmak yararlı olacaktır. Edip Cansever, kısa bir süre yoğunlaştığı ticaret hayatında da yaratıcı olmasını bilmiş, babasından devraldığı işi çeşitlendirmiş; farklı nedenlerle kutlama organizasyonları düzenleyen kişi ve kurumlarla, Yeşilçam bünyesindeki film yapım şirketlerine, ihtiyaç duydukları dekor, aksesuar ve elbiseleri de kiralamaya başlayarak yeni bir iş alanının öncülerinden olmuştu.

ilk şiirini 1944’de, lise son sınıftayken yayınlayan şair, 1976’da ticareti terk edip kendisini tamamen şiire adayana değin adeta ‘part – time şair’lik yaptı. ikinci Yeni akımının kurucu figürlerinden olan bu ‘part – time şair’in, şiirimizin soy kütüğüne eklediği opus magnum’unun en sıra dışı dizeleri 1950’liler ve 1960’larda yazılmıştır. Sadece yazdığı benzersiz şiirleriyle değil; güncel sanat, edebiyat, şiir, memleket ve dünya meselelerine verdiği tepkileri ve bunlara karşı aldığı duruşlarıyla da kamuoyunun dikkatini çekmeyi başaran Cansever, cumhuriyet dönemi modern Türk şiirinin hiç kuşku yok ki en sıra dışı olmayı başarabilmiş uç beylerindendir (ii).

Edip Cansever'in, önceleri babasıyla birlikte, ardından da, yanana değin, kısa bir süreliğine tek başına işlettiği Kapalıçarşı'daki ilk dükkânına ait bir ilânda şunlar yazıyordu:

'Edip Cansever Fazlı Cansever'in mahdumu Maison des Antiques Kapalıçarşı, Takkeciler Sok, no. 52-64 Grand Bazar, Rue Takkedjiler 52-64 tel: 27657 sicil: 38159
istanbul tiyatrolar, balolar, müsamereler, filmler,için her nevi elbise bulunur ve kira ile verilir. antika ve işlemeli parçalar, peşkirler, çevreler, kumaş ve sevai entariler, şalvarlar, cepkenler, işlemeli yorganlar, bohçalar, seccadeler, şal. ayrıca bilecik, broş, kolye, küpe, pipo, fildişi, gümüş ve bakır işleri' (iii), (iv).

3. prolegomenon

kapalıçarşı'da bir tecimevinde edip cansever, asma katta, şiir yazıyor. dükkân babadan miras; halı, antika eşya, mücevher, elbise falan satılıyor.

antika eşya, en çok da halı satıyorlardı alt katta ortağıyla, ki, simsarlardandılar; adsız kadınların, mecalsiz kızların ırak ilmiklerini, yüreklerinden içre gizli tilciklerini meçhul adreslere pazarlayanlardandılar. simsarlara inat, inat dokumacılara; bir dükkân, bir asma kat ve nihayet bir şairdiler. varoluşu ve hâli ve Ben'i ören ve görenlerdendiler. ki, ölüyordu şair, soylu ve epey ergüvani; biliyordu sanki Şuur'un ve Şiir'in kuvantum hal denklemini. biliyordu ki edip cansever olan oluyordu.

4. şiirin kuantum hal denklemi

onlar sanki biliyordular!
bir süperpozisyondan bu hale çökmenin tekil indirgenmişliğini işte belki anlıyordular.

5. metafizik bir tansiyon

içinden hiçliğin yürüyordu imkâna, yürüyordu bir mutlak vakumdan olacak olana cansever. sevabının allâmesi bir tahrir kâtibiydi zirâ; hayatını damıtıp şuuru dokuyordu. 'aslolan şiirdir' idi amentüsü, tenhaydı epey etrafı; ağyarını mani, efradını cami meçhuller yaratması bundandı. bakın bu imkânsız mekândan doğan imkâna ve alın bunu alın diyordu bir 'hiç kimse'ye. ıssızdı, 'yalnızlık böyledir işte' dedirten bir hayatı vardı ve yalnızca yazıydı. şiiristanda kalabalıktı çok ama, tebâsı metaforlardan mürekkep olan bir muhteşem ve murassa sultandı.

şiire âşina olmayan hayatları yaşayanlar ve cansever, köşelerinde bir mekânın öylece duran gramofonlardandılar. onlar, durmadan konuşup duran, lâkin birbirleriyle asla konuşamayacak olanlardandılar. birbirlerini; oh, evet bu çok acı, ama, derin hakikat ne yazık ki bu, ki, asla duyamayacaklardandılar.

6. teolojik bir stres

cehennem alevlerinde közlenen günahların kokularıydı duyduğu ve cennet bahçelerinden yayılan kutsal yemişlerin rayihaları. o gramofonlar, o mukaddes yemişler ve o rayihalar, işte onlar birbirlerini duyanlardan ve çağrılanlardandılar.

kurbağalara bakmaktan gelendi o, yakup'tu ve şaşırmıştı, o kelimelerle zevkedendi. kalabalıktılar çünkü çok ve şamatacı ve biraz mordular kurbağalar ve sanki yakup demek ister gibi vraklıyordular. her türlü çağrılmanın tabii hali ve ama hiç çağrılmamaya mecbur yakup’a ‘yakup!’ diye bağırmaya yazgılıydılar. o kurbağalar ki daima mor ve gürültücü ve çoktular.

şiirin modus operandisiydi ve cansever’i ve nihayet yakup diye çağrılmaktan kesince ümidi, yusuf seslenişine naçâr icabet etti. icatlar yapıyordu kelimelerden ve ipekten, mecburen yusuf davetine icabet etti. hiç yürüyen merdiven kullanmadı o, yakup'tu, çağrılmazdı ve tahtaboşlara yazılıydı adı ve trabzanlara ve taş sahanlıklara. alınlıklara alınanlardılar Yakup ve kurbağalardılar ve yürümeyen merdivenlerde yürüyen metal avadanlıklar.

7. dirimbilim versus iktisadiyat

kurbağalardan başka kimse yakup demeyince cansever, nihayet, dedim ya, yusuf’a icabet etti. varlığın ve ademin ve şiirin kımıldamaya doğru içinde bir bengi uyum ki bu müthişti. bir mekânsızlığın şaire doğru içinde bir imkânsızlığı seyreden bir müfettişti. dokudular halıları kadınlar ve sattılar simsarlar ve nihayet bidayetten beri cansever bütün ilmikleri teftiş etti.

yusuf diye çağrılan yakup’tu o, cansever’di, teftiş ettiği ilmiklerden damıttığı kelimelerle bir metafiziği resmetti. bidayetten nihayete kadar cansever, yani yakup'tan yasef'a ve tabii matla'dan makta'ya; feshetti hep ve hem kendini fethetti.

8. 'bir cosmic tarih'

'döngüsel midir olan biten' dedi ve ekledi herodotos 'yoksa çizgisel mi ve evrensel bir töz mü taşır; ne gam!? ilmik ilmik beni kim dokuyor, kim ardından kesecek o son ipliği, mesele bu!' kadîm bir dokumacı kadın (halikarnassos'lu o kör hikâyeci gibiydi; âmâ, görüyor ama) işte o son ilmiği attı. o son ilmik ki, bir iplikle yusuf diye çağrılan yakup’un göğsüne, tam da kalbinin üstündeki karanfiline irtibatlı ve yerçekimli.

kader böyle bir şey dedi âmâ dokumacı, bitti sanılır, oysa bir ipliği kesince başlar her şey. iplik kopunca dokumacıyla dokuduğunun irtibatı aslında gizlice sürer gider. dokuyan, dokuduğunda bütün olan biteni bilin ki biteviye izler.

9. epilogue

ve yâkup ve yusuf ve yerçekimli karanfil ve edip ve omega idi can sever. kesildi işte o iplik ve aniden alemdeki her şey seslenmeye başladı birden: 'çağrılansın yâkup, istenensin yâkup, sevilensin yâkup!'. gülümsediler hep beraber yusuf ve yâkup ve yerçekimli karanfil ve mukaddes yemişler ve o mor kurbağalar bir de.

gülümsedi edip. gülümsediler o ana değin gülümsemekten imtina edenler. gülümsediler, zirâ bütün o şiiri bir gülümsemeye muhatap olabilmek adına söylemiştiler.

dipnotlar:
(i) : http://www.insanokur.org/...nsever-kendini-anlatiyor/
(ii) : https://tr.wikipedia.org/wiki/Edip_Cansever,
http://www.turkedebiyati....airler/edip_cansever.html,
(iii): Reklâm metni için kaynak: istanbul, yazan M. Eriş, Kalite Matbaası, istanbul, 1953, sayfa 84'deki reklâmlar bahsi.
(iv): https://www.haberturk.com...-bir-yangindan-cikan-sair

ali emiri efendi

1 - Medeniyet biraz da kütüphane, arşiv ve koleksiyon demektir

Bilimsel ilerleme ve eğitimin bazı olmazsa olmaz enstrümanları ‘metodik şüphecilik’ üzerine inşa edilen ‘sistemli eleştirel yaklaşım’, (tekrarlı) gözlem, (çoklu tekrarlı) deney, tümevarım ve tümdengelimdir. Yetkin bir eğitimci kadrosu (akademik heyet), günün ihtiyaçlar ve problemler küresini kuşatan fonksiyonel bir müfredat, zengin bir arşiv, müfredata dair pratiği simüle etmeye ehil laboratuar düzenekleri, kuvvetli kütüphaneler ve sistemli-bilinçli-tematik koleksiyonlar da, ilmin (ve ilmi eğitimin) diğer sine qua non’larındandır.

Arşivler, kütüphaneler ve koleksiyonlar, ilim ve eğitim için olduğu kadar; bir medeniyet dairesinin asli komponentlerini, antropolojik-folklorik-etnolojik arka plânının temel koyucu mahiyetteki yapı taşlarını, ilmi-irfani birikimlerinin asal eksenini, ruhi-kültürel kodlarının en karakteristiklerini gelecek kuşaklara taşıyan ‘aktarma organları’ olmaları bakımından da hayati fonksiyona haizdirler. 19. asrın ikinci yarısıyla, 20. asrın ilk çeyreğine tekabül eden geç Osmanlı döneminde, ‘arşiv-koleksiyon-kütüphane’ sahalarında emek harcamış, eser ortaya çıkarmış olan en önemli sima, hiç kuşku yok ki Ali Emiri Efendidir. O, alanında öylesine yetkin işlere imza atmıştır ki, günümüzde bile, onun ayarında arşivci, koleksiyoncu, kütüphaneci, bibliyofil bulmak fevkalâde müşkül bir iştir.

Bu noktada, şu sualin sorulması; onun yol açtığı provokasyon, muhatabının hadiseyi farklı bir prizmadan ve sıra dışı bir dalga boyunda algılamasına neden olabileceği, ve, kendisine maruz kalanı, sınırlarını aşmaya zorlayan ufuk açıcı bir ‘Tanrısal sezgi’ melekesiyle donatabileceğinden, yerinde olacaktır: Ali Emiri Efendi ve ondan feyz alan talebelerinin insanüstü gayretlerle toplayıp, değerlendirerek tasnif ettikleri, akabinde de, milletin hizmetine sundukları irfan-ilim-tarih-kültür hazinelerimiz olmasaydı, vatan dediğimiz bu topraklardaki yaşantımız acaba nasıl şekillenirdi ve hangi istikametlere doğru yönelirdi?

Doğrusu, bu spekülatif soruya kesin ve ilmen kabul edilebilir nesnellikte bir cevap verebilmek çok zordur. ‘Ali Emiri Efendiyle, onun izinden gidenlerin gayret ve say’ı olmasaydı, kültürümüzün kimi kadim kodları kaybolabilir, irfanımızın bazı çeşmeleri kuruyabilir, ve, geleneksel ilimlerin cumhuriyet kuşaklarına aktarılmasını sağlayacak olan kimi ‘bağlantı kayışları’ da kopabilirdi’ gibi ihtimaliyetçi ve (epistemik değil) doxa (zan, sanı) mahiyetinde bir argüman serdederek mezkûr suale mukabele ediyor oluşumuz bundandır.

2 – ‘Tanzimat bürokrasisinin köksüz Batıcılığı’ vs. 2. ‘Abdülhamit’in senkretik modernizmi’ sorunsalını Ali Emiri üzerinden okumak

1857’de Diyarbakır’da doğan Ali Emiri Efendi’nin (ölümü 25 ocak 1924) hayatını, bir ansiklopedi maddesinin girizgâhı düzeyinde (komprime ederek) özetlemek icap ettiğinde, şu ifade, üstadı ziyadesiyle tarife ehildir diye düşünüyorum: O, edebiyat araştırmacısı, tarihçi, koleksiyoner ve kütüphaneci idi.

Ali Emiri, gerek ailesinin ve yakın çevresinin muallim ve münevver vasıflarıyla mümeyyiz olan
unsurlarından, ve, gerekse de, çok da düzenli olmamak kaydıyla, devrin eğitim sisteminin imkânları vasıtasıyla temel eğitimini almıştır. ileride işine yarayacak mesleki ve ilmi donanımı ise, büyük ölçüde, oto-didaktlara yakışan bir iç disiplin ve azimle yürüttüğü şahsi gayretleriyle, adeta doymazcasına gerçekleştirdiği çoklu disiplinli okumalarıyla elde etmiştir.

Böylesi bir yetişme prosesinden çıkan Ali Emiri, parlak vasıfları sayesinde, 19 yaşında iken, Diyarbakır’a gelen Şark Vilayetleri Islah Heyetinin gözüne girmeyi ve onların kâtibi olmayı başarmıştı. Bu suretle de, imparatorluğun çökme ve çözülme döneminin, kâh Tanzimat anlayışıyla ve kâh 2. Abdülhamit’in usta işi (sui generis) politikalarıyla izale edilmeye, bu olamıyorsa, ertelenmeye çalışıldığı bir tarihsel süreçte, genç bir Osmanlı bürokratının, imparatorluk coğrafyasının bir ucundan diğerine sürükleneceği, meşakkatli hizmet maratonu başlamış oldu.

Üstad’ın, Anadolu, Rumeli ve Arap coğrafyası gibi çok geniş bir sahada sürdürdüğü memuriyet hayatı; imparatorluğun parlak dönemlerini ihya etmek adına, onun kadim zihniyet kodlarını inkâr edip, yerine Batıcı bir paradigmayı ikame etmeye çalışan bürokratik seçkinlerle; bu ihya hareketini, geleneksel olanla barışık bir tarzda yürütmeye çalışan 2. Abdülhamit’in reformist – senkretik yaklaşımlarının bazen çatışan ve bazen de çakışan-örtüşen anlam dünyası ve pratiklerinin maddi ve fikri sahalardaki izdüşüm ve örüntülerinden oluşan kompleks bir arka plân üzerinde şekillenir.

3 – Hayatından bazı köşe taşları

Harput, Sivas, Selanik ve Adana’da başkâtiplik; Kozan, içel, Kırşehir, Leskovik ve Yenişehir’de muhasebecilik; Harput, Erzurum ve Halep’te defterdarlık; Yanya, Yemen ve işkodra’da maliye müfettişliği yapan Ali Emiri’nin bahse konu bu memuriyetleri, 1876-1908 döneminde gerçekleştirmiştir.

1908’de emekli olan Ali Emiri, emekliliğinde Milli Tetebbular Encümeni ve Tasnif-i Vesaik-i Tarihiye Encümeni başkanlığı ile Tarih-i Osmani Encümeni üyeliği yaptı. Günümüzdeki Başbakanlık Osmanlı Arşiv Dairesi Tasnif Komisyonuna denk olan mezkûr hey’etin başında bulunduğu sırada, bütün yaratıcılığını ve gayretini ortaya koyarak geliştirdiği tasnif tarzı, bilâhare ‘Ali Emiri Tasnifi’ diye anılacak, ve, Türk – islâm arşivcilik, bibliotek ve tasnif usûl silsilesinde çığır açacaktır.

Vakıflara, eski eserlerin bakımsızlık ve ihmalini anlatan uzun raporlar, tenkitler, dilekçeler veren üstat, bunlardan umduğu sonucu alamamış olacak ki, bu resmi kanalların yanı sıra, cumhuriyetle birlikte unutulan bir manzum tarzını, dokunaklı ve çok samimi bir edayla yazılması adetten olan‘vicdanname’yi de kullanmıştır.

1916’da, sonradan ‘milletime bıraktığım en önemli eserimdir’ diyeceği, Millet Kütüphanesini kuran Ali Emiri Efendi; buraya hayatı boyunca toplamış olduğu, 4,500’ü yazma, 16,500 civarındaki çok kıymetli eseri bağışlayarak, gerçekten de misli zor görülür bir fedakârlık ve kadirşinaslık örneği sergilemiştir. Üstat, 1918-1922 döneminde, alanında çok önemli araştırmalar yayınlamış olan referans mahiyetindeki ‘Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası’nı çıkarmıştır. Bu önemli ve çığır açan eser, maddi imkânsızlıklar ve imparatorluğun yaşadığı inhitat ve çözülme dönemi yüzünden, uzun ömürlü olamamış ve ne yazık ki 31. sayısında yayın hayatından çekilmek zorunda kalmıştır.

Türk – islâm kültür dairelerine, kavramın sözlüklerdeki hakiki manasıyla, ‘adanmış’ bir ömrün ardından, 23 Ocak 1924’de istanbul’da vefat eden Ali Emiri Efendi’nin kabri Fatih Camii haziresindedir.

4 - Diyâr-ı Bekr’den imparatorluk periferisinin dört tarafına, oradan da Dersaadet’e uzanan bir ilm-irfan yolculuğu

Dedesi, döneminin önemli yerel şairlerinden Saim Seyyid Mehmed Emiri Çelebi olan Ali Emiri’nin babası ise, Bağdat - Diyarbakır arasında kervanlar çalıştıran önemli tüccarlardan Mehmet Şerif Efendi idi. Ailenin iki önemli ferdinden birisinin ilim ve irfana, diğerininse mal ve paraya adanan hayatlar inşa etmiş olmaları, Ali Emiri’nin çocukluğunda ve ilk gençliğinde bir miktar sıkıntı, çelişki ve ikilem yaşamasına neden olmuştur.

Başlangıçta, baba mesleğini, ticareti, tercih etsin diye oğluna epey tazyikte bulunan, onu sürekli olarak ticari pratikler içine sokmaya gayret eden Mehmet Şerif Efendi, oğlunun, çok küçük yaşlardan itibaren kitaplardan başka bir şeyle ilgilenmediğini görüp, üstüne üstlük, ticari pratikleri küçümseyen, hatta istiskal eden nobran tutumlarına da şahit olunca, Ali Emiri’nin sadece ilimle uğraşmasına razı olmak zorunda kalmıştır.

ilk tahsilini yaptığı Diyarbakır Sülukiyye Medresesinde amcası Feyzullah Fevzi Efendiden büyük feyz alan Ali Emiri, yaşıtları çelik çomak oynarken, çılgınlar gibi okumuş; binlerce beyitlik divanları ve başta Hz. Ali olmak üzere ehlibeytin kelam-ı kibarlarını adeta hıfzederek ezberine almıştı bile.

Bütün gün ve gece kitaplarla uğraşan, bilgi haznesini sürekli güncelleyen Ali Emiri, başını yastığına koyduğunda, o gün öğrendiklerini içinden tekrarlayıp, gözlerinin önünden geçirmeden uykuya dalmamayı adet edinmişti.

Üstadın, ‘Tezkire-i Şuara-yı Amid’ adlı eserinde bunlara dair tafsilatlı bilgi vardır. Nihayet beklenen olur ve Ali Emiri’nin genç zihni ve benliği, ağır bir sürmenajın cenderesinde ezilmeye başlar. Çare için başvurulan hekimler, okumaya ara vermesini ve seyahat ederek tebdil-i mekân ederek ‘kafa dağıtması’nı önerirler. Bunun üzerine, Mardin Sancağında Tahrirat ve Rüsumat Müdürü olan dayısının yanına giden Ali Emiri, burada da boş durmayarak, 3 yıllık bu ‘dinlenme’ sürecini, Arapça ve Farsçasını mükemmelleştirmek ve şiirle olan ünsiyetini geliştirmekte kullandı.

1876’da 5. Murat’ın tahta çıkması üzerine yazdığı cülusiyeyi Diyarbakır vilayet gazetesinde yayınlamasıyla birlikte oluşan tesirler, beklenenden çok daha kuvvetli oldu. Öyle ki, gelen geri bildirimler arasında, sadece yerel ve bölgesel tepkiler değil, payitaht adresli aksülâmeller dahi vardı.

5 – içinde kütüphanesi, annesi, polemikleri, kedisi ve kendisi olan bir hayat

Evlenmeyen ve kitaplarıyla kurduğu münasebet, şefkatli bir ebeveynin evlâtlarıyla tesis ettiği muhabbetle yarışan Ali Emiri’nin, hiç kuşku yoktur ki, kitaplarından sonra, bu cihanda en aziz bildiği ikinci varlık Annesi idi. Ona karşı duyduğu muhabbet, evlenmemiş diğer birçok kitap dostunda görüldüğü üzere, pek kuvvetli idi.

Evleneceği kızın annesini üzebileceği fikrine bile katlanamadığından, buna teşebbüs bile etmeyen, hatta, yakın çevresine bakılırsa, izdivaç idesini aklından dahi geçirmeyen Ali Emiri Efendi; egosu, kitapları ve anneciğinin oluşturduğu o çok özel kozmosunun mahremiyetine, sadece kedilerin girmesine izin vermiştir. Evlenmemiş kitapperestlerin, muhterem valideleriyle kurdukları bu tarz küçük cemaatlerin demirbaşının ‘felis catus (felis domesticus)’ oluşu, evrensel bir durumdur. ‘Müzmin bekâr ve kitapperest erkek; tapılmak raddesinde sevilen anne; çok zengin bir kütüphane; kibrin ve ‘dünya yansa bir avuç otum yanmaz!’ müdanâsızlığının tecessüm etmiş hali olan kedi(ler)’ dörtgeni, oldukça zengin bir anlam dairesine referans verdiğinden, çok katlı alt okumalara da müsaittir. Bu haliyle de bu sorunsal, müstakil bir çalışmanın (hatta, belki de bir doktoranın) nesnesi olmayı ziyadesiyle hak eden bir husustur bana kalırsa.

6 – Ali Emiri padişahı uyarıyor, bunun üzerine Sultan Reşat Çanakkale Gazeli’ni yazıyor

Ali Emiri Efendi’nin Osmanlı hanedanına karşı beslediği derin muhabbet, onun araştırıcı, koleksiyoncu, tasnifçi, arşivci özellikleriyle birleşince, ortaya; sultanların bütün şiirlerini toplayan; tuğralarını, divanlarını, okudukları kitapları tespit eden, (ve, hiç kuşku yok ki, çok yoğun bir mesai ve emek harcanmış olan) ‘Cevahir’ül Müluk’ gibi önemli ve anıtsal bir eserin çıkması hiç de şaşırtıcı değildir.

Umumi Harp devam ederken, bir şiirsever ve şair olanSultan Reşat’a gönderdiği bir mektupta, padişahı ‘Yüce ecdadınızın manzum eserlerinden mürekkep hazinede size ait yer boştur’ şeklindeki uyarması, sultanı, Çanakkale zaferini terennüm eden meşhur gazelini yazmaya teşvik eden en birinci amildi.

5. Mehmed Reşad'ın meşhur Gazel-i Hümâyûnu'nun sözleri şöyle idi: 'Savlet etmişti Çanakkale’ye bahr ü berden / Ehl-i islam’ın iki hasm-ı kavîsi birden // Lâkin imdâd-ı ilâhi yetişip ordumuza / Oldu her bir neferi kal’a-i pûlad-beden // Asker evlâdlarımızın pîşgeh-i azminde / Aczini eyledi idrak nihayet düşmen // Kadr ü haysiyyeti pâmâl olarak etti firâr / Kalb-i islam’a nüfûz eylemeye gelmiş iken // Kapanıp secde-i şükrâna Reşad eyle duâ / Mülk-i islâm’ı Hüdâ eyleye dâim me’men'.

Günümüzün Türkçesiyle gazelin sözleri şöyledir:

'islâm’ın iki güçlü hasmı, Çanakkale’ye karadan ve denizden saldırmıştı. Ama ordumuza ilâhî imdad yetişti ve neferlerin her biri çelikten birer kale oldu. islâm’ın kalbine girmek için gelmiş olan düşman asker evlâtlarımın azminin önünde aczini idrak ve kendi kıymeti ile haysiyetini de ayaklar altına alarak firar etti. Ey Reşad! Allah’ın islâm mülkünü emin kılması için şükran secdesine kapanıp dua et' .

Sultan Reşat tarafından bizzat elle yazılmış Gazel-i Hümayûn'un, dönemin önemli müzehhiplerince tezhip edildikten sonra basılmış bir sureti, Osmanlı Erkân-ı Harbiye Vekâleti'nin, Cihan Harbi başladıktan sonra Donanma Dergisi ile birlikte yayınlamaya başladığı iki önemli magazinden biri olan Harp Mecmuası'nın Çanakkale Savaşı ile ilgili bir sayısının eki olarak okurlarına armağan edilmişti. Bir magazin bilgisi ile bu bahsi itmam edelim: Bu şiir etrafında o sıralarda epeyce spekülasyon yapılmış, gazelin Sultan tarafından değil, dönemin önemli şairlerinden birisince yazıldığı ileri sürülmüştü (Murat Bardakçı, bknz. kaynakça).

7 – Ali Emiri vs. Fuat Köprülü = Osmanlı vs. Cumhuriyet = Doğu vs. Batı = Yerli vs. ithal

'Doğu' ve 'Batı' şeklinde kavramsallaştırılan entitelerin teması tarih boyunca problem alanları üretmiş, muhataralı ve gerilimli süreçlere kapı açmıştır. Ali Emiri Efendi'nin parçası olduğu gelenekçi dünyanın modernite ile olan sorunlu ilişkisini bu argümantasyon üzerinden okumaya çalışacağım.

Klasiğe ziyadesiyle yaslanan bir muhafazakar münevver olması hasebiyle, modernizm ve onun taşıyıcısı ve uygulayıcısı olan Batıcılar(Tanzimatçılar)’la arası hayatının hiçbir döneminde iyi olmadı Ali Emiri’nin. Bu duruşun, had safhada mücadeleci olan kişiliğiyle birleşmesi, ortaya, siyasi ve ideolojik muarızlarına, zaman zaman kahredici de olabilen şaşırtıcı bir asabiyetle saldıran ve bundan da görünür bir zevk alan bir varoluş biçiminin ortaya çıkmasına yol açıyordu. Bu vasfını, kendisine haksızlık edenlere (ya da, en azından, kendisine haksızlık ettiğine inandıklarına) karşı sergileyen Ali Emiri Efendi, bu gibi hallerde, şirazesinden çıkabiliyor ve giriştiği amansız polemik içerisinde bir ideolojik taassubun dillendiricisi mevkiine düşebiliyordu.

Ali Emiri’nin inatçı ve sert diskuru, onun, en çok da Fuat Köprülü ile olan münasebetlerini karakterize eden bir vasfıydı. Zirâ, Fuat Köprülü, Osmanlı düşünce hayatı, akademyası ve tarihçiliği alanlarında, o güne değin asla dillendirilmemiş olan bazı yeni fikirleri, üstelik de yepyeni bir üslûpla, fikir hayatına katmakta bir beis görmüyordu. Ali Emiri Efendi’nin Fuat Köprülü’ye olan husumetinin arka plânını, mezkûr ‘muhafazakâr (yerli) vs. modernist (batıcı)’ dikotomisi üzerinden okumak, bu bakımdan hakikatle mutabık bir teorik çözümleme metodu olarak gözükmektedir.

Bu bahsin başlığında kendisine yer açmış olan bir dizi eşitliğin (özdeşliğin) hülasası, aslında, Ali Emiri vs. Fuat Köprülü şeklinde formüle edilebilecek olan antagonizmadır. Entre parenthes belirtmeliyim ki; iki aydın arasındaki diyalojik ilişkiyi kuşatma hususunda; antagonizma terimi; bu metinle aynı dalga boyunu, ve, benzer koordinatları paylaşan anlam uzaylarının oluşturduğu bir ekosferde, dikotomi’ye göre daha ehildir.

işte bu antagonist karşıtlık, Osmanlı harsına çok ciddi bir polemik mecrası kazandırmıştır. Mezkûr husus, yukarıda andığımız ‘Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası’ydı. Fuat Köprülü’nün, Osmanlı ilim kodlarını ve kültür problematiklerini, Batı Medeniyet Dairesinin dayattığı anlayışlar, enstrümanlar ve imkânlar üzerinden okumayı teklif eden cesur argümanlarının, ‘Milletin harsında yol açabileceği muhtemel tahribata karşı’ çıkarmıştır bahis konusu periyodiği Ali Emiri Efendi. Onun, iddiasının arkasında nasıl da bütün maddi ve gayrı-maddi varlık ve imkânlarıyla durduğunun nişanesi olan bu dergi; aynı zamanda da, fikri mücadele dairemizde, bir aydının, sadece ve yalnızca, bir başka aydına karşı çıkardı ilk ve tek periyodik olması bakımından da önemlidir.

Sert polemiklerin yanı sıra, nadiren şiir gibi edebi eserlere de yer veren dergi, çok az sattığı için Ali Emiri tarafından finanse ediliyordu. istanbul’un işgal altında olduğu verili konjonktürde, yayıncısı, fon sağlayabileceği saray, yabancı ülke elçilikleri, ya da dini misyonlardan hiçbirisini sürece dahil etmeyi uygun görmediğinden, kaynakları tükendiği noktada, adeta ‘nerede trak, orada bırak!’ anlayışı çerçevesinde, dergisini kapatma kararı almıştır. imparatorluğun can çekiştiği bir sırada, özgün gündemini inşa edip, kendi (dar ve rafine) okurunu yaratan, muhatabı olan bir avuç aydının serebral korteksinde neden olduğu entelektüel elektriklenmelerle, onların münevverane tatmin hislerinin ve bunların nörolojik düzlemde karşılığı olan adrenalin ve türevi keyif verici ve ödüllendirici kimyasallarının tavan yapmasına neden olan kavgacı fikir ve polemik dergisi, gökyüzünde görülmesinin hemen ardından kayboluveren bir kuyruklu yıldız misali, varlık sahnesinden çekilivermişti sanki.

Öte yandan, varlık sahnesinden çekilenin, salt, Ali Emiri’nin mütevazi dergisi olduğu mezkûr okuması, aslında son derece de eksiktir. Bu okumanın hakikatle mutabakatı o denli zayıftır ki, bunun zahiri bir doğruluk değeri taşıdığından bahsetmek bile ilmen sakat bir argüman serdetmektir. Bu naif okumanın şal olup üzerini kapattığı batındaki hakikat; esasen, bütün görüngüleriyle, palas pandıras tarih sahnesinden inmeye zorlananın, Osmanlı imparatorluğunun bizatihi kendisi, eski düzenin birebir ana gövdesi olduğudur. Mezkûr dergi, aysbergin su yüzündeki parçası bile olamayacak kadar önemsiz bir ayrıntıydı.

‘Doğu Ufku’nda, Ali Emiri Efendi-‘Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası’-2. Abdülhamit gibi ‘Yerli’ unsurlarla, onların anlam dünyaları ve kabulleri ufuk çizgisinin altına doğru göçerken; ‘Batı Ufku’nda ise, Fuat Köprülü Bey’in, yeni rejimle, cumhuriyetle ve onun eyleyicileriyle birlikte yapacaklarının önlemeyen yükselişine şahit olunacaktır artık. Fuat Köprülü’nün, ahfadı olduğu ‘Köprülüzade’ soyunun, Osmanlı imparatorluğunu yaşatmak için ortaya koyduğu kayda değer gayretleri bilenler, onun, ortaya çıkan bu yeni resimde, mezkûr soydan gelen üstün vasıflara ve akli melekelere haiz birisinin, geleneğin karşısında ve ‘Batıcı modernleşme’nin yanında yer alış şeklindeki boy gösterişini, köklü bir sürecin, tekamülünün belli bir evresinde, kendi kendisini inkâr etmesi, ya da, kendisinin tam manasıyla zıddına dönüşmesi olarak değerlendirebilir hiç kuşkusuz.

8 – ‘Sureti fotografisinde zaptolunanın ruhuna ne haller olur?’

Kadim inanç ve kültürlerin, geleneksel sosyal yapıların mensupları, özellikle fotoğrafın erken döneminde, bu teknolojiye şüpheyle yaklaşmışlardı.

Avusturalya’nın asli sahipleri olan Aborjinler, Kuzey Amerika’nın Avrupalı barbarlarca istilâsı öncesindeki arkaik sakinleri olan kızılderililer, Orta Asya’daki Türkik kavimler gibi kadim toplumların yanı sıra; Çin, Hint, islâm ve Japon medeniyet havzaları gibi çok köklü kaynaklardan beslenen geniş halk kitleleri, gerek pre-kapitalist formasyonlarda, ve, gerekse de kapitalizmin erken evrelerinde, modernleşmenin tezahürlerine karşı mesafeli durmuşlardır. Bu husus; şamanizm, paganizm, animizm, Budizm, Taoizm, Hinduizm, Jainizm (Caynizm) gibi kadim inanç sistemlerinin inanlılarının imajinasyonlarıyla, ibrahimi geleneğin müntesiplerinin modernizm öncesine ait olan muhayyele ve mutasavverelerinin, teknolojik pratikleri olabildiğince gündelik hayatlarına sokmamak şeklindeki bir direnci gündemde tutma çabasıyla kendisini açığa vurur.

Bu tavrın, bu metnin bünyesinde kendine yer bulacak olan tezahürü pre-modern zihin-algı ile fotoğraf çektirmek arasındaki rabıtadır. Varlığı ruh-madde, malzeme-bilinç, iç dünya-dış dünya diye kompartımantalize eden, ve bu ayrımların arasına da adeta Çin Seddi örerek, icat ettiği bu antagonist dualizmi mutlaklaştıran; bunun doğal bir sonucu olarak da, kutsalı dünyadan kovalayarak gökyüzüne öteleyen, böylelikle de onu aşkın (müteal-transandantal-metafizik) bir inanç nesnesi kılan modern-aydınlanmacı-pozitivist anlayış için fotoğraf çektirmek sadece ‘fotoğraf çektirmek’tir.

Bu operasyonun, basitmiş gibi görünen bu ameliyenin, varoluşu bütüncül (holistik) kavrayan, kozmosu monist bir açıdan yorumlayan kadim-geleneksel bir zihin için ifade ettiği anlamlar ise çok daha karmaşık ve problemlidir. O, fotoğraf kâğıdı üzerinde somutlaşan görüntüsünün de salt maddeden ibaret olmadığına; onun da, malzemeye aşkın olan bir çeşit ruhu olduğuna; ya da, kendi ruhundan bir parça taşıdığına; veyahut da, kendi ruhunun bütünüyle fotoğraf üzerine naklolduğuna inanır. Bahse konu zihinde-algıda, ruhtan soyutlanmış ve tek başına varlık sahasına çıkmış olan bir suretin, salt görüntüden ibaret olan iki boyutlu bir simülasyonun yeri yoktur anlayacağınız.

Özellikle de hayatının son 30 yılında, o sıralarda Osmanlı coğrafyasında, suretini gelecek nesillere bir karanlık kutu marifetiyle miras bırakma pratiği çok popüler olmasına karşın, Ali Emiri Efendi’nin, bir poz fotoğrafını bile çektirmemiş olmasını, onun, yukarıda kuşatmaya çalıştığım kadim kaygı ve tercihlerle hareket etmiş, bir diğer deyişle, ‘sureti fotografisinde zaptolunanın, ruhuna ne haller olur?’ endişesiyle davranmış olmasıyla irtibatlandırmanın aşırı yorum olmayacağını sanıyorum.

Bu bahsi, Ali Emiri Efendiye ait olan yegâne görsele dair muhtasar bir izahat ile itmam ediyorum: Okunulan metnin üstünde yer alan renkli Ali Emiri portresi, Süheyl Ünver Üstadın kara kalemle gerçekleştirdiği yukarıdaki desen esas alınarak Ahmed Yakupoğlu tarafından yapılmıştır.

9 - Bibliofillik ile bibliomanyaklık arasındaki o ince kırmızı hat aşılmaya görsün…

Nadide, özellikle de yazma eserlere meftun olmak, tetiklediği ödül mekanizmaları ve bunun sonucunda da, bünyeye pompalanmasına neden olduğu (doğal endorfinler gibi) had safhada keyif verici enzimler yüzünden, insanda tam bir bağımlılık-tiryakilik hali yaratan uğraşıların başında gelir. Bahse konu bağımlılığın yol açtığı hâl, insanın üst benini (süper-ego) iptal eden, id’inin (ilkel olan alt benliğinin), ve hatta, kimi zaman da, ‘r-kompleksi’nin (sürüngen refleksi de denilen en agresif, en hayvani yanının) benliğine-kişiliğine hakim olmasına yol açabilen bir beladır. Bu belâ, insanı bazen kontrolden (zıvanadan) çıkarır, bazen de çıldırtarak, insanlık familyasının dışına bile atabilir.

Ali Emiri işte böylesi bir entelektüel bağımlılığın, bu bağlamdaki bir münevverane tiryakiliğin pençesine duçar olmuş idi. Bir diğer deyişle o, gerçek bir bibliyofildi. Aklına düşen bir eseri (özellikle de o eser yazma ise) ve evrakı elde etmek için denemeyeceği metot, girişmeyeceği teşebbüs yoktu. Dolaştığı memleketlerde, değerli eserlerin müellif nüshalarını (yazarın bizzat kendisi tarafından elle yazılan suretini) toplamak için (maddi ve manevi) olağanüstü gayretler sarf etmesi, onun karakteristik özelliklerindendi. Kitap peşindeki mesaisi sırasında, bibliyofilliğinin zaman zaman bibliyomanyaklık sınırlarını zorlar hale geldiği de olmuştur. Yanya’da görevliyken aldığı nadir bir Arapça eserin 2. cildinin Yemen’in başkenti Sana’da olduğunu öğrenmesiyle birlikte, Babıali’ye dilekçe vererek Yemen’e tayinini istemesi, bu haline bir örnek olsa gerektir.

Peşinde olduğu nadir bir (yazma) eseri satın alamadığı durumlarda, Ali Emiri, hemen her yola başvurarak onu ‘bir şekilde’ ödünç alıyor, akabinde de kopya ederek sahibine geri veriyordu. Onun bizzat yazdığı (müstensihi olduğu) 750 civarındaki el yazmasının, Millet Kütüphanesinin raflarındaki yerlerini alması, işte böylesi hırsların, çabaların ve mesailerin sonucu gerçekleşmiştir.

Okumadığı zamanlarda ya kurduğu Millet Kütüphanesinde, ya da, her biri can dostu olan sahaflarda konumlanmış olan üstat; vefat eden bir kitap dostunun terekesinin nereye düşeceğine dair yaptığı isabetli tahmin ve arkasından da, adeta ‘anında kitapların başında bitivermesi’yle herkesi şaşırtır ve ‘Ali Emiri, Beyazıt’taki nadir eserin kokusunu, taaa Diyarbakır’dan alır’ şeklindeki latifelerin odağına otururdu.

Abdülhamit’in Muhacirin Komisyonu 1. azası Rıza Paşa, ya da Hazine-i Hassa muhasebecisi Halis Efendi kitap toplamak hususundaki en büyük rakiplerindendi. Almayı düşündüğü, lakin elde edemediği nadir bir eser bunların eline geçerse, yerinde duramaz, hasedinden çatlar ve demediğini bırakmazdı.

Bibliyofillikten bibliyo-manyaklığa geçişe dair olan tarihteki ekstrem örnekler hatırlandığında, Ali Emiri’nin bu sahadaki kimi uç davranışlarının bile insana sıradan ve normalmiş gibi geldiği de kaydedilmesi gereken bir husustur.

Tarihin kaydettiği en namlı, en önemli koleksiyonerlerden (meşhur biblio-manyaklardan şeklinde de okunabilir) Kont Astreler’in 52,000 ciltlik devasa bir kitaplığı vardı. Kitaplarının neredeyse tamamı çok nadir ve değerli olan Kont cenaplarının, varlığını kitaplara hasreden birisi için çok sıra dışı sayılacak bir özelliği vardı: kont ümmiydi ve ömrü hayatında da bir satır bile okuyamamıştı.

Bir başka patolojik koleksiyoncu vakası da Don Vensan’ın kitaplar uğrunda yaptıklarıdır. Don Vensan, işi, mezatta almak istediği kitabı kaptırdığı en samimi arkadaşını, arkadan vurarak öldürecek kadar ileri götürmüştü.

Bahsettiğim örneklerdeki patolojik ve kriminal unsurlar dikkate alındığında, Ali Emiri Efendinin iflah olmaz bibliyofilliğinin, onların yanından bile geçemeyecek denli masumane ve kabul edilebilirlik sınırları içinde kaldığı, bu yüzden de, bu tutkunun, bibliyo-manyaklık şeklinde tavsifinin yanlış olacağı teslim edilecektir diye düşünüyorum. Öyle ya, zerrece anlamadığı eserlere bir ömür adamak, ya da, onların uğruna cinayet işlemenin yanında, Ali Emiri Efendinin yaptıkları olsa olsa masum huysuzluklar derekesinde kalır ki, bu durumda da bize, ‘bu kadar kusur kadı kızında da olur’ demekten başka bir tavır yakışmaz doğrusu.

imparatorluğun bir ucundan diğerine koşuşturmak şeklindeki memuriyet hayatının temposu onu çok yoruyor ve canından aziz bildiği kitaplarıyla yeterince uğraşamıyordu. Bu yüzden de, Halep memuriyeti sırasında istifa eden Ali Emiri, kitaplarını toplayarak payitahta dönmüştü. O günden ölümüne değin geçen zaman zarfında, 1.5 yıllık Yemen memuriyeti dışında, resmi görev almamış, epeydir plânladığı üzere, sadece kitapları ve kütüphanesiyle uğraşmıştır.

O zamanın bibliyofillerini, günümüzün modernist (post-modernist tabiri buraya daha mı uygun düşüyor ne?) kitap tutkunlarından ayıran en önemli özellik, Ali Emiri ve onun ayarındaki Osmanlı kitapperestlerinin, çok kuvvetli bir hafızaya sahip olmaları ve yüzlerce, hatta, binlerce eseri, satır satır, dize dize ezberlerine alabilmeleriydi. Ali Emiri’nin ezberindeki beyitlerin 100,000 ilâ 200,000 arasında olduğu söylenir. Bu evsaftaki bibliyofillere ‘ayaklı kütüphane’ denmesinin nedeni, onların kitaplarını sadece kitaplıklarında değil, aynı zamanda beyinlerinde-belleklerinde de koruma altına almış olmalarındandır.

10 - Milletin verdiği maaşlarla alınanlar Millet Kütüphanesi eliyle yine milletin olmalıdır

Ali Emiri, Diyarbakır’daki çocukluğu ve ilk eğitimi sırasında, birbirinden zengin kütüphanelere dair olan sayısız menkıbelerle büyütülür. irfan ehli olan büyükleri, ona, eskiden beldede on binlerce, hatta yüz binlerce kitaptan mürekkep zengin kitaplıklar olduğunu defalarca hikâye etmişlerdir.

ibnü’l-Esir’in ‘El-Kamil Fi’t Tarih’de ‘Şarkın Sultanı’ Selahaddin Eyyubi’nin Haçlıları Hittin’de yendikten sonra Diyarbakır’a geldiğini, ardından da kentin alimlerini ve zengin kütüphanelerinden derlediği binlerce değerli el yazmasını yanına alıp Mısır’a Ehl-i Sünneti hakim kılmaya gittiğini okuyan Ali Emiri Efendi, daha o sıralarda çok zengin bir kütüphane kurmanın, bu suretle de islam Milletine hizmet etmenin hayallerini kuruyordu. Emiri’nin bundan sonra artık yegane hedefi vardır: Nadir yazmaları, özellikle de Hanedana ait olan orijinal eserleri her ne pahasına olursa olsun toplamak ve milletine mal etmek.

Fatih’teki Feyzullah Efendi Medresesinde 1916’da kurduğu Millet Kütüphanesine,16,500 nadir ve kıymetli eserden oluşan özel kitaplığını vakfeden Ali Emiri, bu suretle de hayatının en büyük emeline erişmiştir artık. Mütareke yıllarına gelindiğinde (1918-1922), Ali Emiri, yaptığı yeni satın almalar ve hayırseverlerin yaptığı bağışlarla kütüphanesini daha da zenginleşmiştir. Millet Kütüphanesi, mevcudundaki gerçekten nadir, hatta bir kısmı unique (dünyada biricik) olan eserleriyle, alanında, sadece istanbul’un değil, bütün dünyanın en önemli ihtisas kitaplıklarından birisi haline gelmiştir.

Tam bu sırada, 1920’de Fransız işgal kuvvetleri komutanı, ki istanbul’daki yabancı misyon şefleri içinde en itibarlılardandır, bizzat Millet Kütüphanesine giderek Ali Emiri’ye şu teklifi yaptı: ‘Kitaplarınız için size 3,000 ingiliz Lirası (o zaman için çok ciddi bir servet olan bu tutar, 30,000 Osmanlı Lirasına bedeldi) ödeyeceğiz. Onlar için Paris’in en mutena semtinde kuracağımız bir Şarkiyat Enstitüsünün başına müdür olarak sizi geçireceğiz. Ömür boyu bu işi yapacak ve dolgun bir maaş alacaksınız. Müslüman hizmetliler ve Bolulu aşçılar maiyetinizde olacak, tek kelimeyle ‘yaşayacaksınız’.

Ali Emiri Efendinin cevabı sert, net ve kısadır: ‘Bu kitapları milletimin bana verdiği maaşlardan aldım. Onlar benim değil milletimindir. Bu teklifi ben duymadım, siz de tekrarlamayın. Aksi takdirde bastonumu kafanızda kırarım!’

11 – ‘Kütüphane Dervişleri’

Ali Emiri gibi bibliyofiller, kütüphanede çalışanlarının, kitap aşığı olması gerektiğine inanır. Bu da yetmez, yanı sıra dervişane yaşamaları, kitapseverlere daima yardımcı olmaları, kütüphaneyi evlerinden öte, bir nevi ibadethane olarak kabul etmeleri de icap eder.

‘Kütüphane Dervişleri’ tabiri caizse, hayatın diğer veçhelerinden, gündelik maişet derdinin ‘harala gürelesinden’ kitaplara sığınan tiplerdir. Bunlar, kitap gibi yaşar, kitapların içinde yaşar, kitaplar için yaşarlar. Kitaplardan faydalanmak isteyenlere de canı gönülden hizmetle mükelleftirler. Zira, ‘Kütüphane Dervişleri’ bilirler ki kütüphaneye gelenler ‘aşık’, aradıkları kitaplar ise ‘maşuk’tur. Kütüphane Dervişlerinin vazifesi aşık ile maşuk arasındaki muhabbetin tesisini kolaylaştırmak ve ‘müşterek bir zevk hali’nin oluşmasına hizmet etmektir.

Kuzey Amerika, Avrupa, Rusya ve Japonya’da kütüphane çalışanlarının kondisyonu, ‘kitaplık dervişi’yle tam örtüşmese de, yine de, kitaplardan faydalanmak isteyenleri memnun edecek düzeydedir. Ülkemizdeki durum ise ne yazık ki tam bir faciadır. Kütüphanelerimiz 1960’ların sonundan bu yana geçen yaklaşık 45 yıl boyunca, her geçen gün, ne yazık ki, daha da kötüye gitmiştir.

Bunun en önemli nedeni, kütüphane çalışanlarının büyük kısmının kitaptan, kitap okumaktan ve kitap okuyanlara hizmet etmekten hoşlanmamasıdır. Diğer birçok yapısal-köklü-tarihi handikapla da birleşerek, kitap sevgisine karşı adeta yok edici bir ‘voltran’ oluşturan bu husus, kütüphanelerimizin, bir nevi, ‘ziyaretçisi olmayan mabed’ler olarak temayüz etmesinin en göze çarpan nedenlerindendir.

Kütüphane çalışanlarımızın, Ali Emiri Efendi gibi bibliyofillere hakim olan ‘kütüphane dervişi’ kipinde yaşamalarını ummanın, beklenti çıtasını çok yukarıya koymak olduğunun farkındayım. Lâkin, çok değil, 9 yıl sonra, 2023’te, dünyanın en ileri 10 ülkesinden birisi olacağı iddiasını dillendiren bir ülkenin kütüphanecilerinin de, günümüzdeki cari hallerinden çok daha ileri-kaliteli-eğitimli-istekli-motive bir düzeyde olmalarını ve hiç olmazsa Yeni Zelanda, Kanada, isveç ya da Avusturya kütüphanecileri ayarında hizmet üretmelerini beklemek de hakkımız olsa gerektir.

12 - Bazı kişilik özellikleri

Saman alevi gibi parlayan bir öfkeye sahip olan Ali Emiri, fikren karşıt olduklarıyla giriştiği polemikler ve kendisine haksızlık edenlere karşı sergilediği tutumlar dışında, son derce de nazik ve mültefit biriydi. iltifata ise hiç ama hiç dayanamaz; hele de pohpohlanmaya bayılırdı. ‘Emir-i Mülk-i Sühan’, Üstad-ı Azam’, ‘Fazıl-ı Muhterem’ gibi abartılı hitaplar onun en ziyade meftunu olduğu yaklaşımlardı. Hele de bunlar, şayet, mevki makam sahibi kişiler, alim, edip ve ulemadan eşhas tarafından dillendirilmişlerse, Ali Emiri Efendi adeta çocuklar gibi sevinir ve bu hitapları olabildiğince çok kişiyle paylaşırdı.

‘Hafız-ı Kütüp’ ve ‘Kütüphane Müdürü’ gibi dönemin yaygın tabirleriyle başı oldum olası hoş olmamış olan üstat, kendisine ‘kütüphane nazırı’ denmesini tercih ederdi. ‘Millet Kütüphanesi Nazırı’ ibaresini içeren gösterişli mührünü bütün resmi yazışmalarında kullanmaktan hususi bir haz alan Ali Emiri için yegâne alış veriş olayı kitap almaktı. Bunun dışında, evine bir gün bile bir somun ekmek almadığı, ya da bunu becerecek pratiklerden yoksun olduğu, hakkında speküle edilen anekdotlardandır.

Haftanın belirli 3 gününde sahaflara uğrayan Ali Emiri Efendi, her biri çok samimi dostu olan sahaf esnafının onun için özel olarak ayırdığı eserleri toplar, akabinde de, bunların üzerinde çalıştıktan sonra, onları Millet Kütüphanesi’nin kartotekslerine ekleyerek, mezkûr kütüphanenin ilgili rafındaki yerlerine transfer ederdi. Sahaflara yaptığı programlı ziyaretlerinden eli boş döndüğü gün çok mutsuz olan Ali Emiri Efendi, koleksiyonuna ekleyeceği anlamlı bir eseri bulamamanın yol açtığı stresin tetiklediği sert bir migren atağının pençesine düşerek dönerdi evine.

13 - Divan-ı Lügati’t-Türk’ü keşfetmesi Ali Emirinin en büyük hizmeti olmuştur

Türk kültürünün başyapıtı sayılan Divân'ı Lügât-it Türk'ü dünyaya kazandıran Ali Emiri efendi olmuştur. Bu benzersiz ve paha biçilemez kıymetteki eserin Ali Emiri tarafından keşfi neredeyse polisiye filmlerine konu olacak cinstendir.

Hadiseyi kamuya mal eden Muallim Kilisli Rıfat Bilge’dir. Rıfat Bilge, Eylül-Ekim 1945’de Yeni Sabah’ta tefrika ettiği yazılarında, bu enteresan keşif olayını ayrıntılarıyla aktarmıştır.

Mezkûr kitabın varlığı ve içeriğine dair tafsilat, asırlardır, adeta bir efsane gibi, kulaktan kulağa aktarılmış olmasına karşın, Türk-Osmanlı medeniyet havzasında, bu anıtsal eserden ilk bahseden Katip Çelebi olmuştur. Onun, Keşfü’z zünun isimli önemli eserinde, Kaşgarlı Mahmut’un, Türkçe’nin hem bilimler, hem sanatlar ve hem de gündelik konuşma bağlamında Arapça’dan geri olmadığını ispatlamak adına kaleme aldığı eserinin içeriğinden bahsetmesi, onu tetkik etmiş olduğu şeklinde yorumlanmıştır.

Katip Çelebi’den neredeyse 300 yıl sonra, bu eseri görmek, görmekle de kalmayarak, satın alarak Türk kültür dünyasına kazandırmak Ali Emiri Efendi’ye nasip olmuştur.

Üstat, sahaflara uğradığı bir gün, mûtat olduğu üzere, Sahaf Burhan’a uğrar. Ali Emiri Efendi ‘Bir şeyler var mı?’ diye sorunca sahaf ‘Bir kitap var ama sahibi 30 (altın) lira istiyor’ der. Ali Emiri ‘aman ne diyorsun, bu bir servet, o paraya eli yüzü düzgün bahçeli bir ev alır insan! Neymiş bu, kiminmiş, kim satıyormuş?’ diye feveran edince, sahaf Burhan Bey, olayın ayrıntılarını paylaşır: ‘Bu kitap 1 haftadır bende. Yüklüce bir paraya Maarif Nazırı Emrullah Efendiye satarım diye düşünüyordum. Ona götürdüm. O da ilmi encümenine havale etti. 1 haftalık tetkikten sonra 10 lira teklif ettiler. ‘Kitap benim değil, başkasının ve 30 liradan aşağıya da satmıyor’ deyince ‘Biz o paraya bir kütüphane alırız, istemiyoruz, al kitabını’ diye iade ettiler’

Sözüne burada virgül koyan satıcı, özel bir yerde sakladığı kitabı incelemesi için üstada verir. Kitabı önce umursamaz bir edayla tetkike başlayan Ali Emiri, hemen akabinde boğazını temizlemeyip, ayağa kalkar. Mimik ve jestlerinin satır aralarını okumaya ehil birisinin, Ali Emiri’nin surat ifadesinin yavaş yavaş değiştiğini, ve, yüksek tansiyondan dolayı sürekli pancar gibi kırmızı olan suratının ve boynunun renginin de giderek solarak, adeta kül rengine tahvil olduğunu anlaması işten bile değildi. Lâkin sahaf Burhan, o çapta, o kalitede, o kalibrede ve o grado bir insan sarrafı değildi. Bu yüzden de, ne muhatabının gark olduğu derin heyecan kasırgası yüzünden kalp çarpıntısıyla yaprak gibi titrediğini ve ne de, alnından aşağılara doğru ağır ağır süzülen soğuk ter damlalarını fark ettirmeden silmeye çalışmasını algılayabilmişti. Ali Emiri ise, bir taraftan kendisini toparlamaya çalışırken, diğer yandan da ‘Allah’ım ne inanılmaz bir şey bu böyle: Türk kültürünün en büyük hazinesi; efsanevi sözlük elimde işte’ diye düşünmekte, ve, onun için biçilen 30 lira edere ‘çok pahalı!’ diye tepki veren maarif nazırıyla, onun görevlendirdiği ‘ilmi heyet’in derin cehaletine için için gülmekteydi.

Yaptığı kısa tetkikat sonunda, elindeki kondisyonu yorgunca, sayfaları ise dağılarak sırası karışmış halde olan eserin Divan-ı Lügat’it Türk olduğundan artık iyice emin olan üstat, kendisine satmaya çalıştığı eserin, dünyada eşi benzeri olmayan bir kültür hazinesi olduğunu anlamaması için, sahafa alabildiğine sakin gözükmeye çalışmakta, bir taraftan da, sayfalarını çevirdiği yazmayı, satın alma kararı vermiş bütün bibliyofillerin standart tavır olarak sergiledikleri ‘değersizleştirme-itibarsızlaştırma’ operasyonuna tâbî tutmaktaydı:

‘Eser çok yorgun, üstelik dağınık; sayfaları eksik de olabilir. Hem de müellifini çıkaramadım, Kaşgarlı bir zat imiş, ismi de Mahmut mu ne, öyle bir şey işte. Anlayacağın Sarı çizmeli Mehmet ağa bu müellif! Ben sana maariften 5 lira fazla teklif ediyor ve 15 lira öneriyorum’ der.

Ali Emiri’nin ilgisinden memnun, ancak, onun fiyat kırma tutumunda da rahatsız olan sahaf, kitabı konsinye olarak elinde tuttuğunu, 30 liradan bir kuruş aşağıya satmaya mezun olmadığını, bu meblağı veren olmazsa, onu sahibine iade edeceğini söyleyerek devam eder sözlerine:

‘Kitap, Maliye Nazırı Vani Oğullarından Nazif Paşa’nın ailesinden yaşlı bir hanıma aitmiş. Sıkıştığı için, Paşanın tembihi üzerine ve onun biçtiği bedelle, 30 liraya satmak istiyormuş. Dediğim gibi, 29 altın lirayı bile kabul edebilecek durumda değilim’. Lâkırdısının burasında, adeta ‘kifayet-i pazarlık’ dercesine kitaba doğru hamle eden sahaf Burhan’ın bu kararlı tutumu, dünyaca ünlü bibliyofil Ali Emiri Efendi’nin anında taktik değiştirmesine neden olur.

Üstat, ‘işte şimdi işin rengi değişti’ diyerek, çok nadir ve çok kıymetli bir yazmayı ele geçirmenin arifesinde her daim yaptığı üzere tulûata başlar: ‘muhtaç, yaşlı ve yalnız bir kadına yardım hem şer’en, hem de beşeren vazifedir, öyle değil mi ama? Evet, pahalı mahalı, ama, ne yapalım, Osmanlıya hızmet etmiş bir paşazadeye yardım etmiş olmak için bile almak lâzım bu yorgun ve meçhul kitabı, öyle değil mi mirim? Peki öyleyse, borca girmek pahasına alıyorum onu, bana başka çıkar yol bırakmadın zirâ’.

Lâkin, üzerinde sadece 10 (altın) lira vardır. Kitabı bırakarak parayı tedarike gitse Burhan Beyin onun bu yokluğunda tamahkârlık edip, onu, kıymetini bilen birisine daha pahalıya satabilme ihtimali gözden ırak tutulmaması gereken bir tehdittir. Öyleyse, bu riskli yol tercih edilmemeli, kitabı asla elinden bırakmamalıdır. Sahaf Burhan, veresiye kitap veren esnaftan olmadığından tek yol kalmaktadır. Ali Emiri Efendi kitap elinde dükkânın kapısına çıkar ve duaya başlar: ‘Allah’ım, ne olur dostlarımdan birisi şimdi buradan geçsin ve beni bu müşkül vaziyetten kurtarsın’.

‘Allah yüzüne bakar’, duası kabul olur ve, 1-2 dakika içinde, ahbabı, eski Darülfünun edebiyat muallimi Faik Reşat Bey dükkanın önünden geçiverir. Ondan 20 lira borç ister. Dostunda 10 lira vardır, onu alır ve hocayı bakiye 10 lirayı bulması için ikna eder. Parayı tedarik eden Faik Reşat Bey kısa zamanda döner ve ödeme tamamlanır. Satıcının talebi üzerine 3 lira da bahşiş bırakılır.

Türk fikir hayatının şah eseri, 'Baş Yapıt (Opus Magnum)'ı artık bulunmuştur ve Ali Emiri Efendinin ellerindedir; diğer bir deyişle, emanet artık ehlindedir.

Ali Emiri elde ettiği bu muhteşem zaferden öylesine sarhoş olmuştur ki, önüne gelene olayı anlatır. Kitabın epeydir peşinde olan bir başka zat ise, dönemin güçlü simalarından, Türkçülüğün teorisyeni Ziya Gökalp (1876 - 1924)’tir. Koşa koşa Ali Emiri’ye giden Gökalp; kendisinden zerrece haz etmeyen üstadın çok soğuk ve adeta istiskal eden tutumu üzerine, darılarak ayrılmak zorunda kalır. Kitabı, piyasada dolaşan söylentilere göre 30 (altın) lira olan maliyetinin100 misli, hatta 500 misline satın almayı kafasına koyan dönemin muktedirlerinden Gökalp, kitabı görmeye bile muvaffak olamamıştır.

Gördüğü muameleyle onuru kırılsa da, Lügat için yeni hamleler peşinde olan Gökalp, bu kez de, Ali Emiri’nin hatırını kıramayacağı 2 çok önemli zatı, üstadın baba dostu olan Diyarbakır mebuslarını aracı yapar. Ama nafile, onlar da kitabu bile göremeden ayrılırlar üstadın evinden.

Ali Emiri’nin ardından, ulemadan kitabı ilk gören Muallim Kilisli Rıfat Bilge’dir. Rıfat Bilge Emiri’nin evinde 2 ay boyunca hummalı bir çalışmaya girişir, eserin dağılmış sayfaları toparlar, onları sıraya sokar. Bu operasyon sonunda, kitabın tamam olduğu ortaya çıkar.

Lügat için, başta ingiltere, Fransa, Almanya ve Macaristan merkezli olmak üzere, çok sayıda yabancı enstitü, üniversite ve vakfın, 100,000 (altın) liraya kadar teklif götürdükleri, ancak, her seferinde, Ali Emiri Efendi’nin ‘olmazzz, zirâ, atık o Millet Kütüphanesinin bir parçasıdır ve milletime aittir!’ diyerek, teklif sahiplerini kovaladığı şeklindeki iddia, döneminin en gözde dedikodularından birisi olarak dilden dile aktarılmıştır.

Kitabı satmaya kimselerin razı edemediği Ali Emiri Efendi, araya sadrazam Talat Paşa girince, hiç olmazsa, lügatin basılmasına muvafakat verir. Bu suretle de, Türk kültür hayatını sonsuza kadar değiştirecek olan, asrın değil, bin yılın buluşu, en anlamlı ve en doğru şekilde değerlendirilmiş, ve, Türkçenin gramer ve kamusu, kendisini ana dil bellemiş milletiyle bir daha ayrılmamacasına kenetlenmiştir.

14 – Kâşgarlı Mahmud ve asarı

Yeri gelmişken, Kâşgarlı Mahmud'a ve asarına dair muhtasar da olsa, bilgi veren bir parantez (bahis) açmakta fayda mülâhaza ediyorum.

Hem kendi asarında ve hem de çeşitli kaynaklarda yer alan bilgilere bakılacak olursa o, esas olarak XI. yüzyılda yaşamış; Mâverâünnehir muhitinde ve Karahanlı kültür dairesindeki medreselerle, ilme ve maarife dair diğer müesseselerde gerçekleştirilen yüksek tedrîs ile, dönemin ulemasının eserlerinin lisanının Arapça olması karşısında, Türkçenin yeterliliğini savunmak maksadıyla, Türk dilinin ilk sözlüğü olan Dîvânü lugāti’t-Türk’ü ve yine Türkçenin ilk gramer kitabı olan Kitâbü Cevahiri'n-nahv fî lugâti't Türk'ü telif etmiş, asarı bize intikal eden bilinen ilk Türk kökenli Türk dili araştırmacısıdır. Kâşgarlı olarak anılsa da, doğum yeri aslında Barsgan'dır.

Doğum ve ölüm tarihleri hakkında çeşitli rivayetler ve kayıtlar mevcuttur. Buna göre o 1008 ilâ 1038 yılları arasında doğmuş, uzunca bir hayat yaşadıktan sonra 1090 ilâ 1126 tarihleri arasında vefat etmiştir. Sasanilerin hüküm sürdükleri coğrafyada fetihler gerçekleştiren soylu bir sülaleden, dönemin emirlerinden gelen Kâşgarlı Mahmud, ailesine yönelik bir katliamdan kaçarak 1057'de Bağdat'a siyasi sürgün olmuştur. Ardından Türkçenin çeşitli lehçelerinin konuşulduğu coğrafyalarda uzun boylu tetkikler yaparak notlar almış ve 1077'de tekrar Bağdat'a giderek eserini orada vücuda getirmiştir. Türkçeye ve Türk kültürüne olan benzeri olmayan hizmetleri, onun başta Kırgızlar, Türkmenler, Kazaklar ve Uygurlara mensup olan onlarca Türkik kavim olmak üzere, Türk aleminin hemen her boyu tarafından sahiplenilmesine neden olmuştur.

Yukarıda zikrettiğim Türkçenin kurallarına ve gramerine dair bilinen ilk eser olan Kitâbü Cevâhiri'n fi lugâti't ne yazık ki kayıptır. Öte yandan, sözlükte kendisine yapılan atıflar sayesinde, bu esere dair, sınırlı da olsa, bilgimiz vardır. Her iki eserin gerçekten çok zorlu olduğu anlaşılan yazılma süreçlerinin arkasındaki motivasyonun, Büyük Selçuklu imparatorluğu'nun yükselme devrine tekabül eden bir ideolojik ve kültürel hegemonya inşaasına katkı vermek olduğu sanılmaktadır. Kâşgarlı Mahmud'un Hz. Muhammed'in hadislerine atıfla Türklüğü yüceltmeye çalışması, Türklerin nizâm-ı âlem'i sağlamak hususunda tarihi bir misyon sahip olduklarının altını çizerek 'fezâil-i Etrâk' literatürünü zenginleştirmesi bu çerçevede ele alınınca yerli yerine oturmakta ve anlam kazanmaktadır.

D'ivân, kelimelerin sadece karşılıklarını vermek ve yeri geldikçe de bazı gramer kurallarına işaret etmekle yetinen bir eser değildir. O, Türklerin kültür, etnoloji, etnografya, folklor, mitoloji, coğrafya, töre, atasözleri, edebiyat, felsefe, spor, yeme - içme kültürü, tababet, famakoloji gibi hayatın hemen her alanındaki entelektüel mirasına dair olan çok zengin bir varlık alanını kuşatan bir Türkiyat ansiklopedisi mahiyetindedir. Öte yandan, Dîvân'da yer verdiği şiirler, Kâşgarlı Mahmud'un hem iyi bir şair ve hem de titiz bir şiir derleyicisi olduğuna hükmetmemize neden olacak vasıflardadır.

Muhitinde ne halefi ve ne de selef olmayan; aniden ve birdenbire, adeta 'uzaydan düşmüş'çesine, Türk ilinde beliriveren Kâşgarlı Mahmud, Batı Medeniyet Dairesi'nde bile örneklerine ancak asırlar sonra rastlanabilecek olan bir mukayeseli diller uzmanıdır.

Kâşgarlı Mahmud için açtığım bu parantezi, onun kayıp eseri olan Türkçenin ilk gramer kitabı Kitâbü Cevahiri'n-nahv fî lugâti't Türk'ü, her nerede ise, oradan bulup çıkaracak yeni bir Ali Emiri'nin bir an evvel çıkmasını yürekten dileyerek tamamlıyorum.

15 - Diz çök şimdi önünde Emiri Efendi’nin

Bu etüdü, kendisi de bir bibliyofil olan yazarının, tarihimizin en büyük bibliyofilinin önünde, Yahya Kemal Beyatlı’nın, ‘Eski Şiirin Rüzgârıyla’ adlı eserindeki Ali Emiri Efendiyle ilgili dizelerini paylaşarak sergilediği ihtiram duruşuyla kapatalım:

Muhtaç isen füyûzuna eslâf pendinin
Diz çök şimdi önünde Emiri Efendi’nin

Âmid, o şehr-i nur, öğünsün ile’l-ebed
Fazl-ü faziletiyle bu necl-i bülendinin

iklim-i Rûm’u gezdi otuz yıl taraf taraf
Bir maksadıyle tab’-ı nefâ’is-pesendinin

Yekpâre nur olan bu kütüphâne-î nefis
Yekpâre servetiydi bu âlemde kendinin

Ecdâd-ı pâkimiz gibi vakfetti millete
Hayranı oldu halk, eser-î bîmenendinin

Yâ fahr-i kâinât, sen îfâ et ecrini
Divân-ı kibriyâ’da bu şark encümendinin

Evet, Yahya Kemal Beyatlı'nın gayet veciz bir şekilde dillendirdiği üzere 'ölmek değildir ömrümüzün en feci işi, müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi'. Ali Emiri Efendi, medeniyetimize, kültürümüze, insanımıza yaptığı hizmetlerle unutulmazlar arasına yazdırmaya muvaffak olmuştur ismini. Bu hakir satırların müellifi, 'Üstad, Muallim, Hoca' bildiği Büyükler'inin sözünü dinler; o vakit, Yahya Kemal'in dizelerini emir telâkki etmem icap eder tabiatıyla. işte bu yüzden, Kalkıyorum bu metni tamamlarken ayağa ve Ali Emiri Efendi'nin azîz ve muhterem hatırası önünde diz çöküyorum a cânım efendim!

16 - Eserleri:

a - yazdığı eserler (basılanlar):

***Levâmiu’l-Hamîdiyye (istanbul 1312);
***Cevâhirü’l-mülûk (Osmanlı padişahlarının şiirlerini toplayan bu eserin sadece ilk fasikülü yayımlanmıştır, istanbul 1319);
***Tezkire-i Şuarâ-yı Âmid (Diyarbakır’da yetişen 217 şairin biyografisini ihtiva eden bu eserin yetmiş üç şairi içine alan sadece birinci cildi yayımlanmıştır, istanbul 1327);
***Mardin Mülûk-i Artukıyye Târihi ve Kitâbeleri ve Sâir Vesâik-i Mühimme (Ferdî Kâtib adıyla, istanbul 1331);
***Ezhâr-ı Hakîkat (istanbul 1334);
***Osmanlı Vilâyât-ı Şarkıyyesi (istanbul 1334);
***işkodra Şâirleri;
***Yanya Şâirleri;
***Diyarbekirli Bâzı Zevâtın Terceme-i Halleri;
***Yemen Hâtırâtı;
***Osmanlı Şâirleri;
***Mir’âtü’l-fevâid.
Bunların yanı sıra bir el yazması divan ile, bir kısmı kaybolan 30 civarında basılmamış eseri daha vardır.

b - Yayımladığı eserler:

***Lütfi Paşa’nın Âsafnâme’si (istanbul 1326);
***Bayâtî Hasan b. Mahmûd’un Câm-ı Cem-âyîn’i (istanbul 1331);
***Gıyâseddin Nakkaş’ın Acâibü’l-letâif’i (istanbul 1331).

c - Çıkardığı dergiler:

***Osmanlı Târih ve Edebiyat Mecmuası (31 Mart 1334 Eylül 1336 arasında 31 sayı;
***Târih ve Edebiyat adıyla 31 Ağustos 1338 31 Kânunuevvel 1338 arasında 5 sayı);
***Âmid-i Sevdâ (1908-1909, 6 sayı). (M. Serhan Tayşi, islâm Ansiklopedisi, bknz. kaynakça).

Seçilmiş kısa kaynakça:

(i): Sultan Reşat'ın Çanakkale Gazeli için bknz.
http://www.haberturk.com/...r-sanatciya-uzanan-oykusu
(ii): Kâşgarlı Mahmud için bknz. islâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı yayını, 2002, cilt 25, sayfa 09 - 15, Ömer Faruk Akün.
(iii): Ali Emiri Efendi için bknz. islâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı yayını, 1989, cilt 2, sayfa 390 - 391, M. Serhan Tayşi.
(iv): Millet Kütüphanesi için bknz. islâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı yayını, 2005, cilt 30, sayfa 70 - 71, Mehmet Serhan Tayşi - Mustafa Birol Ülker.
(v): Cevahir’ül-Müluk, Ali Emiri Efendi, Kubbealtı Neşriyat;
(vi): Esami-i Şu’ara-yı Amid, Ali Emiri Efendi, Yeni Zamanlar Neşriyat;
(vii): işkodra şairleri ve Ali Emiri’nin diğer eserleri, Hakan T. Karateke, Enderun Kitabevi;
(viii): Yemen Hatıratı, Ali Emiri, Hece yayınları;
(ix): Ali Emiri’nin izinde, M. Serhan Tayşi, Timaş Yayınları;
(x). Hakikat çiçekleri – Ezhar-ı hakikat, Ali Emiri, Kaynak Kitaplığı;
(xi): Ayaklı Kütüphaneler, Dursun Gürlek, Kubbealtı Neşriyatı;
(xii): Ali Emiri Efendi ve dünyası – Ali Emiri Efendi and his world, sergi katalogu, Türkçe-ingilizce, Pera Müzesi yayını;
(xiii): Osmanlı Doğu Vilâyetleri – Osmanlı Vilâyât-i Şarkiyyesi, Ali Emiri Efendi, Babıali Kültür yayını;
(xiv): Ali Emiri’nin gözüyle Diyarbakırlı şairler, Abdurrahman Adak, Kent Işıkları yayını;
(xv): Ali Emiri Efendi, (cd), yapımcı: Ayşe Böhürler, seslendiren: Cemal Hünal, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını.

est modus in rebus

Pandeminin hayatımızı kısıtlamaya başlamasından önceki süreçte [16 Mart 2020'ye kadar olan o mesut, o mesrur, o bahtiyar günleri (bu olumlu nitelemeler, kaybettiklerimizin, gerçekte olduklarından daha anlamlı, daha güzel, daha faydalı, daha değerli olarak hatırlanmasına yol açan geçmişi romantize ve idealize ederek iştiyâk ile özlenen bir asrı saadet yaratma gibi pratik sonuçlar doğuran psikolojik telafi mekanizmasının mahsulü değil; yaşanılan sürecin objektif tahlil ve tasvirine dönük bir teorizasyonun unsurudur) bir hatırlayın lütfen] müzayedelerime, sahaf ve çizgi roman dükkânı ziyaretlerime, dostlarımla sohbete, alışveriş faaliyetlerime, günlük yürüyüş rutinime ve oğlumla (seyrek de olsa) yaptığımız istanbul turlarına ayırdığım zaman ile, okumaya, düşünmeye ve yazmaya vakfettiğim süre (üç aşağı beş yukarı)(1) birbirine denk gibiydi.

Pandemiden sonra söz konusu faaliyetlere ayırdığım zaman, okumaya ve yazmaya dair olan lehine, epeyce değişti. Anlayacağınız, başlıkta işaret ettiğim (araştırmanın, okumanın, düşünmenin, giderek de tefekkür etmenin ve üretmenin / yazmanın önemli amillerinden olduğunu düşündüğüm) 'ülfet - uzlet dengesi' de, ülfet aleyhine olmak kaydıyla, bir hayli bozuldu. Oldukça önemsediğim ve entelektüel faaliyet Kozmos'unun merkezine yerleştirdiğim bu kritik denge meselesine metnin finalinde yeniden döneceğim.

Bu girizgâhtan sonra, metnin başlığının imâ ettiği içeriği paylaşabilirim artık.

Horatius'a nispet edilen bir cümleyle, bunun benim felsefi duruşum ve fikri bagajımla olan diyalojik ilişkisi ve Latin şairin diğer bazı sözleri üzerine kısa değinilerim, ilerleyen satırların ana gövdesi, merkezi temaları olacak(2).

Horatius'un zikrettiğim ifadesine son zamanlarda okuduğum bir felsefe metninde tesadüf ettim, akabinde onu kayıt ettim, nihayet, hakkında araştırma yapıp notlar aldım. işte tam bu sırada, (bu metnin de bilâhare başlığı olacak olan) 'Olasılıkçıyım ama, Horatius doğru demiş galiba!' diye yüksek sesle düşündüm. Bunu derken kastettiğim, esasen ve özetle, şuydu:

Olumsallığı (Kuantum Teorisiyle tahkim edilmiş haliyle) esas aldığımı; Evren'de (bilebildiğimiz kadarıyla şu ana kadar) olanların, olabilecek olanların sonsuz kümesinden, (henüz tam manasıyla) bilemediğimiz nedenlerin / dinamiklerin / süreçlerin / etkilerin sonucunda, deneyimlerimizin / pratiklerimizin dünyasına intikal etmiş antiteler olduğunu (varoluşa, Evren'e, 'Bütün Kümelerin Kümesi'ne, 'Cümle Cümlelerin Antolojisi'ne, 'Tüm Setlerin Külliyatına' 'olasılıkçı yaklaşım'dan kastım budur) düşündüğümü, bu platformdaki yazılarıma ve / veya sosyal medyadaki paylaşımlarıma aşina olanlar bilirler.

Hal böyle iken, (evet, ciddi bir felsefi çelişki olarak görülecektir bu, biliyorum), şu (metnin tepesindeki imajda da yer alan ve kesinlik ve hatta mutlaklık ifade eden) iddia, en azından okunulan satırları yazdığım verili an itibarıyla [aktüel zamandaki düşünce kompozisyonum, duygu durumum (haleti ruhiyem olarak da okunabilir), varoluş mood'um ve cârî ontolojik kipim gereğince olsa gerek] yanlış gelmiyor bana:
'Est modus in rebus, sunt certi denique fines quos ultra citraque nequit consistere rectum - Bütün şeylerde öyle bir sınır vardır ki; bir şey o sınırın her iki yanında birden doğru olamaz.' (3)

içerdiği (olasılıkçılığımla arasındaki mesafe trilyonlarca ışık yılından bile fazla olan) kesinlik halinin telkin ettiği (pandeminin neden olduğu belirsizlikçe beslenen anksiyetik duygu durumumu normalize edebilecek) emniyet hissine olan ihtiyacımdır belki de beni çok temel bir ilkeme ters düşen bu söze sempatiyle yaklaşmaya iten, kim bilir? Neyse ne... Bu anlamlı lâkırdıyı ('neresi anlamlıymış bunun, düpedüz totoloji yapmış herifçioğlu!' diye itiraz edenleriniz olabilir, buna rağmen 'anlamlı' kavramının bu cümleye yakıştığında ısrarcıyım) istimal eden [lâfın tam da burasında, 'istimal falan değil, düpedüz 'suistimal (ait olduğu Arapçada okunuşunun Türkçe imlâsı: sû-i isti'mâl) bu!' diyenlerinize de saygı duyduğumun altını çiziyorum] Latin şair, düşünür, asker Quintus Horatius Flaccus'tur (MÖ 65 - MÖ 8) malûmunuz. Onun, insanlığın müşterek hafızasına nakşolan epeyce mottosu vardır. Üstadın cephaneliğinden aldığım şu mühimmatı da ateş hattına sürüyorum işte:

'Ölmek isteyeni kurtarmak, yaşamak isteyeni öldürmekle eşdeğerdedir'.

Dediğim gibi, şu veya bu sebeple, olabilirlikçi ben, Horatius'un mezkûr 'mutlakçı' ifadesinde kendime, duygu durumuma uygun bir şeyler buluverdim. Hayat, özellikle de onun duygular ve düşüncelere dair olan kompartımanları, ne yaparsın ki, işte böylesine çelişik hallerden mürekkeptir...

Horatius'un müktesebatı üzerinden devam ediyorum...

'Baba ocağından istediğin kadar uzaklaş, kendinden kaçamazsın' şeklinde tercüme ettiğim yandaki savsözü de epeyce popülerdir bu Latin şairin.

Netten aldığım imajlar üzerinden ilerlediğim için, zorunlu ve önemli bir parantez açmam gerekiyor.

insanlığın kültürel bir tercihinden, bu toprakların kültür dairesinden hareketle, bahsedeceğim: sevdiğimiz, önem verdiğimiz bir kanaat önderinin, toplumsal liderin, kültür insanının müktesebatını sürekli olarak geliştirmeye, zenginleştirmeye, genişletmeye pek meraklıyızdır. Nasrettin Hoca'nın orijinal öyküleri, onun aktüel külliyatının pek küçük bir parçasıdır meselâ; keza, Yunus Emre'ye ait olduğu ileri sürülen şiirlerin ezici çoğunluğu, aslında onu takip eden asırlarda yaşamış ozanların eseridir. Bu yüzden de, Nasrettin Hoca'nın ve Yunus Emre'nin külliyatlarını, orijinalitesi ve otantisitesi tartışılmaz bir şekilde, yeniden kurma çalışmaları halâ devam etmektedir. Benzer problemler bütün coğrafyaların, bütün kültür dairelerinin ortak sorunudur aslında.

Hele de son iki on yılda, internet çağında, ve ama özellikle de bahse konu dönemin son on yılında, sosyal medya fazında, sevdiğimiz sözleri önemsediğimiz kişilere izafe etme tavrı, adeta tavan yapmıştır ve bu trend her geçen gün geometrik bir hızla artmaya devam etmektedir. Bu bakımdan ben, internette okuduklarımın sağlamasını yapmadan, onları konuşma ve metinlerime veri olarak katmamaya azami oranda özen gösteriyorum. Öte yandan, bu titizlenmemin, söz konusu bilgi kirliliğinin eriştiği düzey göz önünde bulundurulduğunda, beni, 'fake information'dan bütünüyle koruduğunu da iddia edecek durumda değilim doğrusu.

Bilinçli internet kullanıcıları olarak bilmemize karşın, takınacağımız minicik bir dikkatsiz ve özensiz tutum sonucu ağına yakalanabileceğimiz bir tuzak olan 'güvenilir görünümlü güvenilmez veri' tehdidine işaret ettikten sonra, yeniden kulak kesiliyoruz Horatius'a...

Felsefe ile olan iltisak, irtibat ve ünsiyetleri 'Boş Küme' mertebesinde olan insanlığın kısmı azamisinin bile diline pelesenk olan o pek meşhur (hemen aşağıda kurum kurum kurulmuş olan imajda ikamet eden) 'carpe diem' tanımlaması da bahse konu Latin'e aittir.

Öte yandan, yine Horatius'a izafe edilen soldaki ifadede 'insan sürüsü' ile kastedilen, insanların tamamı değildir hiç kuşkusuz; Horatius, aklını, mantığını, vicdanını, irfanını kaybetmiş bir topluluğun, sürü halinde iken kazandığı özgüvenle gerçekleştirdiği olumsuzluklara işaret etmiştir bu sözüyle, bana kalırsa.
'Nette gördüklerimize şüphe ile yaklaşmalı, onları 'çapraz okumalar' ile, güvenilir kaynaklar üzerinden check etmeli, güvenilir olduklarına kâni olduktan sonra paylaştığımız mesajların / bildirimlerin parçası kılmalıyız' mealinde şeyler söylemiştim ya az önce, aşağıdaki imajda yer alan sözün de bu bağlamda otantisitesinden, orijinalitesinden emin olmadığımın altını çizmeliyim. Bana daha çok stoacı bir düşünüre aitmiş gibi gelen bu lâfı, gönderme yaptığı anlam dairesini önemsediğimden, Horatius'a mı, yoksa bir başkasına mı ait olduğuna takılmadan, aldım buraya.

Olasılıkçılığıma dem vurduğum, ardından, Horatius'un bu felsefi duruşumla, bu fikri mevzilenişimle (olabildiğince zarif, epeyce diplomatik ve kelimenin gerçek manasıyla mutedil bir dillendirmeyle) pek de örtüşmeyen ve ama buna karşın yine de (düşünsel akrabalıktan ziyade), psikolojik ahbaplık hissettiğim bir ifadesiyle devam ettiğim, nihayet, Latin şairin diğer bazı sözleri üzerinden de fikir jimnastiği yaptığım satırlarımı itmam ederken, (bu blogda birçok örneğine rastlayacağınız türden fikir yazılarının ortaya çıkmasının önemli amillerinden olan), bu metnin girişinde de değindiğim o ehemmiyetli 'ülfet - uzlet ilişkisi'ni bir kez daha alıyorum mercek altına.

Sadece fikir mimarlarıma, kanaat önderlerime ('omuzlarına tüneyerek afâkı taradığım ve bu sayede de istikbale dair isabetli kestirimlerde bulunabildiğim 'Devler'e) dair okuduklarım üzerinden söylemiyorum, bilfiil deneyimlediklerimden hareketle de dillendiriyorum ki: düşünsel üretim, ülfetin tetiklediği uzlet ve uzletten beslenen ülfet olduğunda daha verimli ve derinlikli oluyor. Öte yandan, ülfetsiz uzletin zulmete sebebiyet vereceğinin altını da çizmiş olayım.

Ezcümle, 'ülfet - uzlet dengesi' kayda değer telifin ebesi.

ὅπερ ἔδει δεῖξαι (ΟΕΔ) Hóper édei deîxai ... Q.E.D. ... vesselâm.

dipnotlar ve referanslar:
(*): Başlıkta ve metin içinde kendisine gönderme yapılan ve çok sayıda anlam dairesine işaret eden kavramlardan 'ülfet' >>>'...birisiyle münasebette bulunmak, ahbaplık kurmak, dostluk oluşturmak, sohbet etmek..'; 'uzlet'>>>'...kalabalıklardan uzaklaşarak tek başına kalmak ve zamanını düşünmeye, tefekküre, okumaya, araştırmaya adamak...' anlamlarında kullanılmıştır.
bknz: https://islamansiklopedisi.org.tr/ulfet ve https://islamansiklopedisi.org.tr/uzlet
(**): Bu metin, Twitter'daki şu paylaşımın geliştirilmesiyle oluşmuştur: https://twitter.com/ziyav...tatus/1378272911174336518
(1): Bu deyimin 'beş aşağı, beş yukarı' şeklindeki versiyonu da tedavülde olmasına karşın, ben, bahse konu ifadenin orijinal hali olduğunu düşündüğüm 'üç aşağı, beş yukarı' şeklindeki versiyonu kullanmayı tercih ediyorum.
(2): Diyaloji çoğunlukla diyalektik ile karıştırılır; bunlara ve aralarındaki farka dair iki popüler kaynak: https://dergipark.org.tr/...nload/article-file/409085
https://tr.wikipedia.org/wiki/Mihail_Bahtin
(3): Olasılıkçı biriyseniz, hele de bu ihtimallere merkezi önem atfeden yaklaşımınızı Kuantum Fiziği üzerine temellendirmişseniz, herhangi bir şeyin, aynı anda, onu sınırlayan limitlerin, hudutların her tarafında 'hem doğru - hem yanlış', 'hem var - hem yok', 'hem (+) - hem (-)' olabileceğini kabul ediyorsunuz demektir.

amicus plato amicus aritoteles magis amica veritas

'Amicus Plato, amicus Aritoteles, magis amica veritas' serbest bir çeviriyle, Türkçesi:

'Plato dostum, Aristoteles dostum, ama asıl dostum hakikattir'.

Paylaştığım söz, (bilenler bilir, bilmeyenler ise bunu okuduklarında bilmiş olacaklar) kültür hayatının, bilim tarihinin en önemli matematikçi, fizikçi, astronom ve kozmologlarından olan Sir Isaac Newton'a aittir.

Üstadın bu lâfı şundan mülhemdir:
'Amicus Plato sed magis amica veritas'

Yine mealen olmak kaydıyla şu anlama gelir:

'Plato dostum olsa da hakikat daha iyi bir dosttur'.

Aristo'nun sözünün kaynağı:
Nicomachean Ethics, 1096a 11–15

Newton alıntıladığım sözü, matematikle ilgili tuttuğu notlarının 88. sayfasının başına eklenmiş olup, öğrencisi & Lucasian Matematik Profesörü olduğu Cambridge Üniversitesi arşivinde muhafaza edilmektedir.