bugün

entry'ler (259)

balon

Çocuk ağlıyor
balonu kaçtı elinden
Uçtu..
Onu avutuyorlar ama uçuyor balon

Genç kız ağlıyor bir yerde nişanlısı yok artık
Onu avutuyorlar ama
uçuyor balon Uzaklaşarak

bir kadın ağlıyor
başkasına kaçmış kocası
onu avutuyorlar ama uçuyor balon

yaşlı kadın ağlıyor
az şey istemiş hayattan
Balon uçuyor
uçuyor...

maviymiş rengi meğer

gecenin şiiri

Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
her şey naylondandı o kadar

(ekmek vardı tereyağı vardı utanılacak bir şey yoktu
...bir şey daha yoktu ama kavrıyamıyordum)

turgut uyar'ın aynı kafayla yazdığı iki farklı şiirinden.
biri bile patlamaya yeterdi oysa..

seni seviyorum hayat

seni seviyorum hayat.
sevgilim olur. uzun boylu demiyim ama uzunca, esmer diyim ama beyaz tenli öyle bir kadın... avucumdaki çizgi, alnımda çivi gibi hep aklımda.
hayatı seviyorum. necati de seviyor.
ilişki durumumuz karışık yani; o hep bana karşı mesafeliymiş gibi geliyor. gözleri mavi, dişleri yamuk belki ama bilekleri ince, kemerli burnu ama ince parmakları, pek sık da gülmüyor aslında yine de...
yani..
seviyorum hayatı.
onu hep böyle uzaktan içimde her an sevinçten ağlayacak bir hüzünle izliyorum. o, hep öyle uzaktan ağırdan bir tramvay gibi geçip gidiyor. gözlerindeki maviden, dudağındaki rujdan bir renk düşüyor gözlerime.

ah nasıl sevmeyeyim de bana pek gülmüyor.

kapıcı da öyle. oda bana pek gülmüyor. sanki, neden akşam oluyor diye bana kızıyor.
oysa akşamları ne güzel hele geceler. hayat hiç durur mu çıkar çıkar gelir.
ben içli bir güfte koyarım inceden, aşk müzik olur klarnetten boşalır kulaklarımıza..
hayat kahkaha olur bacakları açılır. uzar geceler.
yorgun oluruz bazen ikimiz bir, sarhoş oluruz sonra, ben almıyım derim zaten sarhoşum...
sonra hayat durgun olur bazı,
mavi gözlerini önüne düşürür, bi zaman susar içimize ağlarız. uzaktan bir gemi geçer belki ona ağlarız.

o gelmezse bir yağmur başlar, ben o diye camlara koşarım. uzak bir gemide belki necati ağlar. o gelmez necati ağlar. ben o yeşil fuları takar takar gece trenlerine binerim. sokaklarda mızıka çalarım.

o gelmez bir istasyon trenden uzaklaşır. aylardan ekim olur Attila ilhan da gelmez. Attila ilhan gelmez ben onu uzaktan dinlerim.
böyle tarifsiz kederlenirim.

sonra Sabah olur.koşar koşar hayata sarılırım.
sahilde martılar olur.
martılar bazen uçar bazen konar.
bazen bir martı ölür.
martılar ölünce konamazlar.
martılar ölünce yere düşerler.
ne zaman bir martı konamazsa annem aklıma gelir.
anneler hep bizi düşünür.
anneler ölünce toprağa düşer.
anneler toprağa düşünce ilk bizi düşünür.
hayatinin bana 50 lira borcu var.

ben bazen çok korkuyorum. o zaman zeytinburnu açıklarında bir gemi necatiye ağlıyor.
hayat ellerimden tutuyor bazen. birlikte borsa yükselmiş mi ona bakıyoruz. grafiklere pembe güller takıyorum gizlice, kader de bir powerpointtir sonuçta sevgilim.
martılar uçmuyorken de kuştur.

evet sevgilim biliyorum yürümüyor. ben kimseyi aramıyorum onlar beni arıyorlar.
bir kez daha arıyorlar.
bir kez daha arıyorlar.
bir kez daha arıyorlar.
aradan çok zaman geçiyor bir kez daha arıyorlar.
onlar da beni aramıyor. aslında necati arardı ama 50 lira borcu var hayatinin.
yıllar önceki yıllar nasıl geçtiyse öyle geçiyor.
hayat bazen elleri saçında beyaz bir bulut oluyor.

geçiyor.
geçiyor...

Hayat, ah sevgilim bir gün bırakacaksın beni, ayrılacağız hissediyorum. Yani diyorum ki..
yani en azından arkadaş kalsak diyorum?

denize bakarken kimse yalnız değildir.

hayati hariç.

not: yarın Sabah 6:45 de hayatla buluşacaz yatmam lazım. seni tam anlatamadıysam bunda hayatinin suçu büyük sevgilim.

civan kazanova

Silinmiş yazar.

ya kusura bakma civan sanırım mesajına cevap vermekte geç kaldım. Hesabın silinmiş.
Ama buraya bakacağını düşünerek cevap vereyim.

Malesef bir blogum yok, sadece ayda yılda bir buraya yazıyorum. Umarım tekrar görüşme şansımız olur.

pink floyd un dediği gibi

şimdi dinledim. yeni dünya için mükemmel bir örnek.
şimdi izninizle biraz bu konuda saçmalamak istiyorum.

açıkçası zorla bitirebildim ama çağımızın ruhunu yansıttığını rahatlıkla söyleyebilirim. rock atmosfer-orkestra, biraz sound, arbesk ses tonu-icra, tavır...
pek çok kavramı aynı anda bünyesinde bulunduran ama hiç biri olamayan, bozunmadan geriye ne kalıyorsa işte o.
bir rezidü, bir artakalan ama bir artakalandan farklı olarak arttığı şeyle bağlantısı kurulamayan.

üzerinde elma yazdığı için elma olduğunu düşüneceğiniz bir meyve gibi ama elma değil. meyve de değil sadece üzerinde elma yazdığı için meyve reyonunda olabilen bir şey gibi... garip bir zamana doğru çekiliyoruz.

bu anlamda inanılmaz seçkin bir örnek: bu konu üzerine zamanında yazıp düşünmüş biri olarak bu kadar somutlaşabileceğini görmek ilham verici. gittiğimiz yönün ne olduğunu yüzlerce sayfada anlatamayacakken şimdi gösterebilmek imkanı güzel.
ve devamının geleceğinden şüphem yok.

şunu demek istemiyorum: bombok, berbat, böyle müzik mi olur?
hayır ben sadece yaşadığım zamanı tanımaya ve gördüğümü anlamaya çalıştım.

hiç şüpheniz olmasın adaptasyon ustası olan insan beyni tüm bu olan biteni sevmemizin bir yolunu bize gösterecektir.

tuhaf zamanlar dilerim.

klasik müzik önerileri

ilk aklıma gelen bir kaç klasik öneri:

http://www.youtube.com/watch?v=R7ixGAOwCiQ schubert
http://www.youtube.com/watch?v=nGdFHJXciAQ Vivaldi den en sevdiğim.
http://www.youtube.com/watch?v=Z06_vZzying dvorak favorim.
http://www.youtube.com/watch?v=_rcs1OC2Sus To Vals Tou Gamou - Eleni Karaindrou
http://www.youtube.com/watch?v=LcNu7w9rv-k rodrigo, ne denebilir ki?
http://www.youtube.com/watch?v=M0U73NRSIkw paganini'nin "la campanella"sı franz litz tarafından piyanoya uyarlanmış versiyonu. icracı özellikle iyidir.
http://www.youtube.com/watch?v=Tnj6COmS4ow Chopin gibi gelmişti bana ama olmaya da bilir.

bu da benim bonus olsun. klasik olmadıkları söylenemez.
http://www.youtube.com/watch?v=q6q7vCSmUU0
http://www.youtube.com/watch?v=aepBpZ3kXek

tuhaf zamanlar dilerim.

sürekli ölümü düşünmek

sonunda dünya ve hayatla ilgili her şeyin absürt geleceği bir yola çıkmaktır.
sonunda bu uyumsuzluk ya yaşamın nafile olduğuna karar verip intiharı düşündürür insana, camus'un dediği gibi her şeyden önce sorulması gereken soru "hayat yaşamaya değer mi değil mi?" cevaplanması gereken en büyük felsefi soru "intihar" mıdır?

bunu duymaya başlayan insan yoluna devam edebilirse yol ikiye ayrılır yeniden, böyle bir yaşama "başkaldırı" yollardan biri
ya da bu düzenin kurallarına boyun eğmiş, her sabah o büyük kayayı o dağın tepesine çıkartıp akşam olunca dağın tepesinden aşağıya yuvarlamaya mahkum sisisof gibi günleri anlamsızlık ve umutsuzluk içinde tüketmek ve sonun bir an önce gelmesini beklemek.

bu sonuncular için ölümü düşünmek mutluluk verici bir şeydir.

dine ısınamamak

sen dine ısınamazsın selma da sana..
esrarı bilinmez bir ısınamamadır uzar gider.

cumaya gitmeyen yazarların bahaneleri

cumaya da inanmıyorum.
hayır ben her şeye inanırım, sorun o değil. vallahi inanırım ya..
ama hiçbir şey olmamış gibi çekip giden,
benim boynumu kederli bir flamingo gibi bükük bırakıp takvimlerin arasını doldurmaya koşan
resimli kağıtlar kazanmak için satılan günlere inanmıyorum.
cuma sana da inanmıyorum.
ben artık bi yere gitmem, istersen sen kal.

ben bu yazıyı kendime yazdım

madem kendine yazdın neden buraya yazıyorsun? (#12711862)

bunu daha önce de yaptın, çünkü bazen insan geriye dönüp bakınca hiçbir şey göremez.
belki geri dönülemeyecek bir yol görür.
biliyorsun kendinden geçmeden hiç bir şehirden geçilemez.
ve ne yapsan dağılmaz içindeki zehir karanlık

kendinden geçtin, uzun gecelerden, mübalağa hüzünlerden
bitmez bir arayıştı ömrün, bir ömürden geçtin.

sen,
hiç çiçek görmeden düşüp ölen kelebek.
uçarken seni bulan o ani baş dönmesi, düşerken kalbindeki alazın son titreyişi
hepsini yüreğinde hissettin
son inişe konmak demiyorlarsa ne çıkar,

sen nafile ömründen memnun iki kanat
aramaktan vazgeçemezdin, bulmak da istemedin.

"senin için yeni bir şey değildi zaten ölmek
ama pek öyle yeni bir şey değil yaşamak da" diyen bir adamı içindeki karanlıkta duyuyorsun
en derin kuyunun dibindesin

çok önceleri, yolun başındayken daha "kendime bir merdiven yapıyorum" demiştin, "hayatım bir merdiven inşaatıdır".
basamaklar
adımlar
göz yaşları, umutlar
bitime yakın artık anlıyorsun bu merdiveni kuyunun dibine doğru yaptığını
ama vazgeçemezsin, geriye de dönemezsin
kuyunun dibinde bulmak zorundasın kendini

her şeye rağmen yaşadın sayılacak
incitmiyor diyemem,
senin de bir mezar taşın olacak
en azından, bari nolur oraya yazılsın
"bir ömrü olduysa da yaşadı sayılmasın" n'olur...

uygunsuz geldiysem dünyaya bir tek suç bende mi
hiç mi suçu yok sağ eli saçında ağaçların
ipin ucunda uçurtmalar nerede
(ki ipin ucunda çok yükseklerde bir uçurtma varsa elinde, dünya bu kadar sanırsın ve her şey senin elinde)
misket satmıyorlar mı sanki markette
bir türlü ölemeyen bir ceset miymişim meğer
her sabah ayaklarımla şehre götürdüğüm naaşım mıymış
vitrin camlarında bakarak solsun diye mi giymişim bu teni

yo uygunsuz geldin dünyaya ama tek suçlu sen değilsin
şu yıkık duvara tutunan sarmaşıklar da suçlu
dünyaya doğru yürümeye zorlayanlar da
eşleri doğarken başucuna bırakılmış kumrular
onlar da suçlu yalnız sen değilsin.

umrumda değil güzel miymiş gömleğim adi mi,
umrumda değil kim ne der; sen görsen zaten tanırsın beni

hadi gel sevgilim buluşalım
yanlışlıkla çarp bana ben "pardon" diyeyim
kalan o son göz açıp kapamak süresinde olsun göreyim yüzünü
şehirler geçtim arıyorum
ister öp ister konuş benimle
elimi tutsan diyorum
uzansak kumlara seninle
hadi vakit yok sevgilim, bak ölüyorum

onca sperm arasından birinci olup hayatta yenilmek

samoa 4. fultbol liginin de birincisi var.
her birinciliğe öyle çok da büyük anlamlar yüklememek gerek a dostlar.

einstein'ın anne babasının heba ettiği milyarlarca beyni düşününce bu sizin "hayatta yenilmek" durumu pek hüzünlendirmiyor.
oğuz atay'ın ardından ikinci olsam hiç üzülmezdim sanırım.

aristodan kanta ordan max planc'a niçeye, attila ilhan'dan, tanpınar'a bunca büyük ruh ve önemli dehanın yaşadığı dünyada benim gibi bir zavallının hiç gocunmadan yaşayabilmesi ne büyük bir lutuf diye düşünmek daha konumunun ve cürmünün farkında olmak demek olurdu.

fight club

uyarı: yazının ilk bölümü filmden hiç bahsetmez, kasmak isteyenler içindir. kasmak istemezseniz film üç çizgi ile ayrılan ikinci bölümde pek üstünde durulmayan yönleri ile kritik edilmiştir.
ayrıca yazdıklarıma aldanmayın film gerçekten 10 numara filmdir.

fight club bir madalyon ise madalyonun bir yüzü aşağıdaki linkte yer alan harika yazıdır.
http://ydemokrat.blogspot...?_sm_au_=iVVFNDJDPkr0qknq

fight club madalyonuna diğer tarafından bakmaya çalışmak istiyorum. buyrun.

yukarıdaki yazıyı çok güzel; ancak fight club a bir eleştiri getirmeden her zamanki gibi sadece görünen ile övgüler düzmekle yetinmesini ve hatta felsefe ile temellendirip yüceltmeye soyunmasını eksik dahası faydasız buluyorum.
özellikle post-postmodern zamanların * gösterdiklerinin gerçek algısını tamamen tatmin eden, gerçeğin yerine geçen ama asla "gerçekte o olmayan" yapısı sebebiyle her konuyu tekrar gözden geçirmek yanlısıyım.

yani yediğiniz domatesin bir zamanlar var olan domatesle aynı olmadığını bütün domates özelliklerini taşımasına rağmen gerçeğinin bu olmadığını bilmeniz gibi neredeyse hayatımızdaki her gerçekliğin yerini almış, bütün göstergeleriyle gerçek olan ama yalnızca göstergelerden ibaret olan bir dünyada yaşadığımızı biliyor ve madalyona bu gözle bakıyorum.

neredeyse gerçeklik silinmiş ve yerini yalnızca matrix * vari göstergeler almıştır. bu sebeple organik sebze, selenyumlu yumurta, doğal yaşam, gerçek tabiat parçası gibi yalanın ikinci perdesi vizyonda.

olay yalnızca kaybettiğimizi bildiğimiz, geri istediğimiz; ama aslında var olmayan bir şeyin(gerçeğin) göstergelerini tekrar ve tekrar var ederek yalanın tekrar üretimi.
bu bütün "olmayan gerçeklerin" pazarlamasının bir sonraki adımı ise başına yeni bir ek getirerek tekrar pazarlanmaları olacaktır.
şunları hatırlayalım.
otellerde her şey dahil, full her şey dahil, exculisive her şey dahil
doğal yumurta, organik yumurta, selenyum ve omega 3 lü yumurta, serbest gezinen tavuk yumurtası
her türlü sebze meyvenin, hatta mamül isminin başına gelen organik kelimesi

burada neredeyse şey (yumurta, domates vb.) yok gibidir, diğer her şey gibi. (yani tek başına sadece (örnek olarak) tek başına yumurta olan, mücerret bir yumurtadan artık neredeyse bahsedemezsiniz)
bu noktada yukarıda yaptığım matrix göndermesini unutmanızı rica ediyorum, burada bahsettiğimiz matrixdeki gibi sanal gerçeklik cenneti değil ya da sahtesinden kurtularak kaçabileceğimiz daha kötü, kaotik, "cehalet erdemdir" dedirten bir dünya, bir "gerçek dünya" yok.
(bence matrix filminin temel sorunlarından biri de bu, film neredeyse tutsak olduğunuz bu dünyadan kurtulup da ne yapacaksınız. gerçek özgürlük için ödeyeceğiniz bedeli bilseniz tutsak kalmaya devam etmek isterdiniz türünden berbat bir ikilemde bırakıyor ve sonra bunu kendisi de itiraf ediyor)neyse konu matrix değil.

bu algıların, simgeler ve imgeler dünyasının içinin boşaltıldığı ve ne kaçmanın ne de geriye dönmenin mümkün olmadığı bir dünya. gerçek olmakla birlikte geriye sadece gerçeğin izdüşümlerinin, yansımalarının ve göstergelerinin kaldığı yüzeyde bir dünya.
demek istediğim şu: domates, yumurta ne kadar bildiğimiz domates, yumurta ise insanlar ve toplum ve içinde bulunan her şey de öyle.
yani demek istiyorum ki, yani nasıl desem, kusura bakmayın ama siz de öylesiniz. sloganlar dışında gerçek insanla ilginizin kalmadığını hissediyorsunuz.

bazı sözlük yazarlarının da şikayetçi olduğu;
insana, acılara başkasının zor durumuna karşı duyarsız kalan sözlük yazarlarının(insanların) bunu isteyerek, eğlenmek için ya da güçlü, cool görünmek için falan mı yaptığını sanıyorsunuz.
hayır.
bu aynı domatesin domates olmadığını fark ettiğinde "organik domates" ile gerçeğe kavuşacağını sanmak gibi bir savunma mekanizması.
içindeki boşluğa bir anlam yükleme gayreti. gerçekten duyarsızız ama burada bir kandırmaca da yapıyoruz.

hayvanlarla insanlar arasında yalanla ilgili önemli bir fark vardır. hayvanlar yaralı ya da ölü olmadığı halde yaralı veya ölü taklidi yaparlar ancak sadece insan gerçeğin taklidini yaparak kandırmaya çalışır. yani şunu diyorum: siz bu insanların duyarsız insan taklidi yaptıklarına aldanmayın. onlar gerçekten duyarsızlar. geriye kalanlar sadece slogan.
hayvanları sev.
yeşili koru.
filistine destek ol, kahrolsun israil.
eşitlik, özgürlük... sonra?

sonra reklamlar tabii ki.

olduğu şeyin taklidini yaparak kandırmanın hedefi, olduğu şeyi olmadığına aslında bunun sadece bir taklit olduğuna inandırmak.
bunu koca bir nesil yapıyor. bizi duyarsız, içi boş insan taklidi yaptıklarına inandırmak istiyorlar ama ortada taklit falan yok.

olmayanın yeniden pazarlanması sürecinde organik sebze-meyve pazarlarından bir kaç yıl içinde "tam organik domates", "extra organik biberler" görmeye başlamamız da çok yakında olacaktır.
sanki ortada üretilebilecek bir gerçek, dönülebilecek bir yanlış yol varmış gibi.
ama yok.
fight club ile anlaştığımız nokta da işte burası "her şey bir kopyanın kopyasının kopyasının kopyası"..."

burada dikkati çekmesi gereken nokta şu:
en başta var olması gerektiği düşünülen, kopyaların çoğaldığı bir asıl aslında yok, bütün kopyalar bir kopyanın kopyası. asılları yoksa bu suretler neyin sureti öyleyse diye düşünebilirsiniz.
düşünmeliyiz de.
eğer böyle bir gerçek, bir asıl var idiyse sanki kaybettiğimiz bir şeyi arıyor gibiyiz ama neyi kaybettiğimizi bilmiyoruz ya da hatırlayamıyoruz ve böylece bu kopyalar dünyası bizim gerçeğimiz oluveriyor.

------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

bu giriş şunun için film ve kitabı ayırıyor ve bunların da (ikisinin birden) kopyanın kopyası olduklarını söylüyorum. film kitabın sureti ve kitap da içimizdeki huzursuzluğun ve hakkında yapacağım eleştirilerin...

bu uzun giriş aslında bağlantılı görünmese de filmle ilgili yazacaklarımın merkezidir. şimdi biraz daha filme dönelim.

insan o kadar yoktur ki filmde edward norton un gerçek ismi yoktur.
ne paradoks ama bir kurmaca olduğunu bildiğimiz filmin içindeki karakterin bütün isimleri film gerçekliği içinde bile yalandır. marla bunu sorgular gibi olur ve cevap ile aramıza bir otobüs giriverir. oysa gerçeğin kopyası olan tyler durden ismi ve cismiyle ortadadır.

filmin başlangıcı ve aynı zamanda sonu edward norton'un(edward diyeyim bundan sonra)kendisini yok ederek aslında zaten olmayan tyler durden ı da yok etmek ister. peki neden?
tyler film boyunca sloganlar dışında, simgesel anlamı olan küçük tepkiler dışında sisteme karşı tek gerçek aksiyonunu ortaya koyacağında(bankaları, finans sistemini çöpe atacağında), tyler edwar'dan kopup neredeyse özgür olduğunda filmde istenmeyen adam olur ve edward ondan kurtulmak ister.
peki bütün bu filmde verilen "ruhani savaş" "liposakşın merkezlerinden yağ çalıp, sabun yapıp, geri onlara satmak meselesi miydi o zaman?", sistemin dibinde çırpınan zavallıların birbirini dövmesi miydi? bütün hikaye diye sormak zorundayız. sisteme ucu dokunmadığı sürece bütün haylazlıklarına göz yumup hayranlıkla izlediği tyler'da ne değişti de edward birden onun ortadan kaldırmaya karar verdi.

filmin her şeyin yolunda gittiği bölümlerini, özellikle ilk yarıyı hatırlayalım. kahramanlarımız akşamları dövüşüp sabahları kuzu kuzu işe gittikleri dönemlerde sistem adına her şeyi eleştirirler.
ikisi otobüse binerler ve ayakta oldukları halde otobüs camından dışarı bakarken edward reklam panosunda gucci marka iç çamaşır reklamını görür ve "spor salonunda ter atıp tommy hilfiger ya da Calvin kline'ın söylediği gibi olmaya çalışan adamlara acıyorduk" der.
tam bu esnada edward tyler'a reklam panosunu göstererek sorar "erkek dediğin böyle mi görünür?"
tyler panoya doğru bakarak pis pis güler ve "kendini geliştirmek mastürbasyondur, öz yıkımdır (self destrution)" der.
evet ama isteyen google a yazsın tyler durden vücudu nasıl yapılır arasın ya da "tyler durden workout" yazın ve görün. film şikayet ediyormuş gibi göründüğü şeyi kendisi üretmekten başka ne yapmıştır?film tam da calvin kline'ın yaptığı gibi erkeklerin önüne tyler durden gibi bir arzu nesnesi koyar.

sonra her şey daha kaotik bir hal almadan önce neredeyse filmin ortasında tyler çevresindekilere ve hepimize dövüş kulübünde nutuk çeker.
bütün bir neslin gaz pompalayıp, garsonluk yaptığı, satış elemanı olduğu ama bunu hak etmediğimizden falan..
insanların sevmedikleri işlerde çalışıp ihtiyacı olmayan şeylere reklamlar sayesinde para harcamaya zorlandıklarını falan..

ve şöyle devam eder.
"televizyonla büyürken hepimiz bir gün milyoner bir film yıldızı ya da rock yıldızı olacağımıza inandık. ama olmayacağız!" "bunu yavaş yavaş öğreniyoruz ve çok çok kızgınız"
her şeyden önce bu cümleleri söyleyen adam, brad pitt gerçekten de milyoner bir film yıldızı ve o kadar da değil gerçekten bir ikon. karısını mı konuşacaksın evlat edindikleri çocukalrı mı eski karısını mı?
"televizyonla büyürken hepimiz bir gün milyoner bir film yıldızı olacağımıza inandık ve ben oldum. sizler de çok kıskanç, fakir pisliklersiniz işte, kızgınlığınız da bundan" deseydi keşke.

böyle sözleri söylemek için yanlış oyuncu olsa da bu film için doğru oyuncu olduğunu biliyorum.

bu kadar ikon olmayan biri olamaz mıydı? başka oyuncu yok muydu? brad pitt siz bir fight club düşünemiyorum.

yönetmen zaten efsane en iyi 3 david'ten biri. david fincher.
edward norton desen brad pitt'ten tiksiniyorum diyen buna bayılır.

yani dostlar bana film biraz kitaptan sonra "organik fight club"mış gibi geldi.

her şey kopyanın kopyasının kopyası demiştik ya.

chuck palahniuk'un 5-6 kitabını okumuş ve twitterda uzun zamandır takip eden biri olarak söylemeliyim ki kitaplar da sloganlarla var olmaya çalışan hani şu bizim "kopya insanlar" gibi diyebilirim.
ancak bu bir kötüleme cümlesi değil. yani her şeyin göstergeler ve görünenler olduğu bir dünyada chuck'dan ne bekleyecektim ki.

aksine olay ve hikaye anlatımı yönünden taklit ettiğim bir yazardır kendisi.

twitter'da takip ederseniz. binbir türlü fight club başlığı altında işlerle meşgul ve haklı olarak sonuna kadar bu popülariteyi hala nakde çevirebiliyor.
amerikalılar için sanırım hayatın anlamı: maddi kaygılardan soyutlayarak düşündüğümüzde bile yaptıklarınızın yazdıklarınızın okunması, istediğiniz işi yaparak para kazanmak, mümkünse tanınır olmak.

hatta tekinsiz kitabında yazar şu çağrıyı yapıyordu "ortadan kaybolun. sizi başyapıtınızı yaratmaktan alı koyan her şeyi bir kenara bırakın. 3 aylığına kendinize bir şans verin ve profesyonel bir şair, romancı ya da senarist olarak yeni bir gelecek kurma şansını yakalamak için hayatınızın küçük bir bölümü ile kumar oynayın. (burası önemli)çok geç olmadan hayalini kurduğunuz hayatı yaşayın."

ah şu başarılılar.

meraklısı için notlar: yazım yanlışları, hatalar, koyulmamış noktalama işaretleri, kopuk cümleler sizi aklın sınırlarında dolaştırmak, tam açıldı dediğiniz anda paraşütünüzün ipini kesmek amacıyla bilerek ve seçilerek ve kasten öyle.
belki yıllar geçer ve düzelir diye umulur.

bilimi dogmatikleştirmek

konuya ideoloji inanç vb gözlüklerimizi çıkartıp bakmak gerekir.

ama öncelikle kavramları yerine oturtalım. bir bilimsel teori ya da kanunun daha sonra çürütülebilecek olması bilimi dogma olmaktan kurtarır mı?
hayır.
çünkü çürütme işi yine bilimden beklenmektedir ve bilginin kaynağı olarak bilim dışında bir şey düşünülmemiştir. yani bilim kendine ait bir dalı ancak kendisi keser ve onun yerine yenisini ikame eder diye düşünüyoruz. ama bu bakış açısıyla dogma olmayan şey aslında bilim değil bilgi ve yöntemdir diyebiliriz.
bu bilimin gösterdiği şeyler dışında bir şeyden bahsedemeyeceğimiz anlamına gelir ki bu aslında bir dogmadır.

dini düşünelim.
din bize evrenin 6 günde allah tarafından yaratıldığını söylüyor. bunu sorgulayamazsınız. bu sebeple dogmadır değil mi?
bilim de şöyle diyerek aynı şeyi yapıyor aslında. evren şu andaki bilgimizle minimum hacim ve maksimum yoğunluktaki (bütün evrendeki maddenin içine sığması gereken toplu iğne ucu kadar bir büyüklükteki) bir cismin patlaması ve hızla boşlukta yayılması ile oluştu.
bilim dışında bir kaynağın bu veriye katkısını kabul etmiyor. bu şekilde inanmazsanız inandığınız şeyin bizim için bir anlamı yoktur diyerek aslında çok benzer bir işlevi yerine getiriyor.

zaten bu yüzden bilgi felsefesi, bilgi teorisi ya da epistemiyoloji diye adalandırılan bilim alanları var. bilginin kökenini ve nasıl edindiğimizi sorgulayan felsefe ve bilim dalları...

bilgi belli bir dönemde belli yöntemlerle elde edilebiliyor. örneğin mişel fuko(adını yazmaya kasamayacağım son yüzyılın en büyük düşünürü kendileri) ya göre insanlar ne yaparlarsa yapsınlar belli bir zaman diliminde üretebilecekleri bilgi sınırlıdır diyor. hatta bunu bilgi "parmaklıkları" ifadesi ile literatüre sokuyor.
yani diyor ki 1700 lerde jet motoru hakkında bilgi üretilebilmesi ya da atom altı parçacıkları görüntüleme teknolojilerinin konuşulması imkansızdır.
ve bilim bu anlamda neleri konuşup konuşmayacağımızı da ortaya koyuyor.

fuko nun bu yaklaşımını ve ona eleştirimizi bi kenara koyup şimdi günümüzün yaşayan en büyük düşünürlerinden birininin yaklaşımını ele alalım ve bir sentez ortaya koymaya çalışalım.

noam chomsky dil ve dilin oluşumu, öğrenilmesi üzerine ortaya koyduğu tezle ortaya çıktı diyebiliriz. şöyle diyordu ki bu konuyu dilin aynı zamanda bilginin inşaası sürecindeki rolünü düşünerek de okuyabiliriz.
"bilim bu güne kadar dilin yapısı, kelimeler, gramer yapıları ve farklı diller arasındaki geçişkenliklerle ilgili çok fazla bilgi üretti ama dilin yapısını araştıran bilim yeni doğmuş bir insanın bu kadar karmaşık bir şeyi nasıl olup da son derece yaratıcı bir şekilde minimum veriyle beyninde inşaa edip bir yıl içinde dilleri öğrenebildiğini ortaya koyamadı." (cümle bu değil ama özeti böyle bir şey)
ve şimdi bu alanda çığır açan tespitini söylüyorum dikkat : buna "insan doğası" dedi. bu pek de bilimsel gibi durmayan veriyi de geçmiştenden bu yana örneklerle(özellikle decartes dan) temellendirdi.

burada gözden kaçırmamamız gereken nokta şu lengüistik bilimi chomsky e kadar dille ilgili her şeyi kendi etki alanında tuttu, bütün bilgiyi ve neyi konuşup neyi konuşmayacağımızı belirledi ancak bir yeni doğan nasıl dil öğreniyor konusunu hiç umursamadı.

sanki bilim cevap vermekte zorlanacağı konuları yok saymaya hakkı varmış gibi davranıyor.

bu bağlamda tıpkı dinler gibi bilginin kaynağını ve bilgi üzerinde başkalarına söz söyleme hakkını tanımaması bakımından bilimin dogmatik bir yapısı olduğunu düşünmek akla aykırı değildir.
bilim bugüne kadar bunu üretti şimdilik buna inanın demek daha önemlisi hiç söz söylemediği bilinmeyen alanlarda konuya yokmuş gibi yaklaşması bilimin eleştirilmesi gereken yanlarından sadece bir ikisidir bence.

bilim batılı modern insanın dini olmaktan başka nedir a dostlar. (batılı modern insan bir arketip gibidir artık doğuda da bulunur)

dindarlara not: lan oğlum bi gidin ya *

uzak kaderler için not: ne yazdığıma bakmadım, unuttuğum atladığım falan yer varsa uyarı yapmaksızın değiştiririm, acımam.

başka bir dünya mümkün değil

başka bir dünya mümkün! bu lafı ne zaman duysam aklıma "devrim vaktiyle bir hayaldi ve çok güzeldi" sözü gelirdi.
yok devrimci olduğumdan değil laf güzel görünüyor ama mesajı değil.

aklıma gelirdi diyorum çünkü nadiren olurdu ama artık aklımdan çıkmıyor. her gün yeni bir şey
bir reklam,
bir film,
bir haber,
başka bir dünya mümkün değil diyor bana.

şu filmleri hatırlayalım. Batman rises, in to the wild
daha pek çok "güzel" film var.

bu filmler şu soruyu soruyorlardı insalığa "başka bir dünya mümkün mü?"
ve sonra da hep aynı cevabı yapıştırıyorlardı: başka bir dünya mümkün değil!

hayır umutsuz bir yazı peşinde değilim. ama şu habere bakar mısınız?

http://haber.rotahaber.co...-civili-onlem_465171.html

ilk bakışta mantıklı bile gelebilir insana ama ben ilk gördüğümde şöyle demiştim: "sistemin kölesi olmamayı seçemezsin!" diyorlar.
mutlaka bir işin olmalı, kurallara uymalısın, sabah erken kalkmalısın ve acilen maaşını hatta daha fazlasını harcamalısın. bütün istediklerimizi yaptığın ve bizi rahatsız etmediğin sürece özgürsün.

şimdi reklamlar!
reklamlar size hayatınızla ne yapmanız gerektiği konusunda yol gösteren çok değerli yapımlardır. mutlaka izlemeliyiz.

into the wild ı hatırlayalım. genç çocuk ailesinin bütün imkanlarını reddederek vahşi doğada yaşamaya karar vermişti. evet film güzeldi, doğa harikaydı ama çocuk filmin sonunda köpek gibi can verdi.
mesaj: ı ıh başka bir dünya mümkün değil.

bu adamların evsiz olması ile ilgili kimse suçluluk hissetmiyor.
sanki tek istediğimiz: anladııık! lütfen biraz bizden uzakta evsiz olur musunuz!

ı ıh hayır.
bizden uzakta da olamazsın, evsiz de!

http://www.dunyabulteni.n...-yagmuruna-tuttular-video

bu adam herkesten uzakta, dağın başında tek başına(örgüt falan da değil) yaşamayı seçmiş. Özgür seçim!

hayır ya bu kadar da olmaz mı diyorsunuz. videodaki polislere küfür mü ediyorsunuz?
"adamı rahatsız etmekle kalmadılar öldürdüler lan!" mı diyorsunuz?

adama önce burada kalamazsın diyen bir sürü polis, ellerinde silahları ve eğitimli köpekleri ile toparlanıp gitmeye çalışan adamı öldürdüler. neden?

bu haberi gazetelerde ve sosyal medyada takip ederseniz. yine Amerikan polisinin aşırı güç kullanımı vs vs... laflar duyacaksınız.

ama gerçek bu değil.
gerçek olan şu mesaj: başka bir dünya mümkün değil!

öldürülen evsizin videosu polis tarafından çekiliyor ve basına veriliyor. adamı başından beri öldürmek amacıyla gittikleri, evsizin derdini anlattıktan sonra toparlanıp gitmek istemesine rağmen öldürmelerinden belli. peki neden böyle açık bir vandallığı basın ile paylaştılar. çünkü kimse bilmeseydi bu bir mesaj olmazdı.

batman rises ı hatırlayalım. bane insanlığa daha lüks siteler değil daha özgür bir hayat vaat ederken. şehri ele geçirip insanlara "nasıl bir şehir istiyorsanız öyle olacak" diyorken.

filmin sonunda geldiği nokta bir teröristten öteye gidemedi.
film şunu diyordu açıkça: biri çıkıp bir gün size özgürlük vaat ederse inanmayın. şimdi en azından arabanız ve işiniz var ya onları da kaybederseniz? diye tehdit ediyor ve devam ediyor.
diyor ki: ancak bir terörist size "başka bir dünya mümkün" diyebilir.

size asgari ücret vermelerinin sebebi daha çok çalışarak ya da çocuklarınıza daha iyi bir eğitim vererek daha iyi bir hayata sahip olabileceğinizi düşündürtmek.
hiç biri olmasa bile sistem içinde kaldığınız sürece sayısal lotodan veya benzeri bir şeyden hayatınızı değiştirecek milyonlarca liraya sahip olabilirsiniz.
ama hiç biri olmayacak.
size bir zamanlar işçiyken şimdi onlarca fabrikası binlerce işçisi olan adamı örnek gösteriyorlar. umudunuzu yitirmeyin günün birinde diyorlar. şu anda 15 -20 yaş arasında olanlarınız bunu hissediyor. her an ünlü bir yıldız ya da her an her şey olabilecek bir potansiyelinizin olduğunu düşünüyorsunuz. hayatın size her an güleceğini umuyorsunuz.
yok hayır, bunlar da olmayacak, bunu artık ne iseniz o olmaktan başka hiç bir şey olamayacağınızı anladığınız yaşlara doğru daha net anlayacaksınız ancak artık ödenmesi gereken faturalar, taksitler ve yetişmesi gereken işleriniz ile zaruretler vadisine çoktan girmiş olacaksınız.

kim ne derse desin.
biliyor ya da hissediyorsunuz ki daha fazla çalışarak ya da daha fazla eğitim alarak daha iyi bir hayatınız hiç bir zaman olmayacak, hatta giderek her şey daha da kötüye gidecek.

bir Amerikan şirketinin türkiye operasyonunda uzun zamandır çalışıyorum. geçen sene şirketimizin ceo su türkiyeye geldi ve birlikte (türkiye gelen müdürü ben ve ceo) iki gün geçirmek durumunda kaldık. gördüm ki ceo olsanız bile durum aynıydı.
geçenlerde kişisel gelişim planı çerçevesinde şirkette gelecekte hangi pozisyonda olmak istediğimle ilgili aksiyon planı yapmam istendi.
tüm bu gördüklerimden sonra tek istediğimin arabaların yanması, binaların yıkılması ve hızlı bir avcı toplayıcı zamana dönüşten başka bir şey olmadığına karar verdim.

bütün bunlara rağmen günün birinde başka bir dünya olacağına (kıyamet vb kopmazsa) yürekten inanıyorum.

çünkü gittiğimiz yolda içimize sinmeyen bir şeyler olduğunu biliyorum.
çoğumuz için dünya ölmeyi beklediğimiz taş ve demir bloklar, asfalt yollardan yapılmış bir şehirden başka ne ki?

bitirmeden son olarak küçüklüğüm aklıma geldi.
önünde sonunda anne ve babamın öleceğini bilmek beni çok mutsuz ederdi. sonra kendi ölümüm falan..
şimdi dönüp bakınca o çocuğa gidip şunu demek isterdim "üzülme çocuk, ilerde ölümü çok seveceksin".

edit: bi sürü yerde bozuk cümleleri düzeltiyorum. atladıklarımı tamamlıyorum falan.

ölüm andante

insan ölürken hayatının film şeridi gibi gözünün önünden geçtiğini söylüyorlar. başrolünde sizin olduğunuz sıkıcı bir film gibi ya da figüranı olduğunuz.

bu hikayeyi ve her şeyi anlatmam için önce mesut gülmez'i tanımanız gerekir.
ömrümün sonuna kadar vaktim var, buradayım. Bir delinin son sözleri ilginizi çekmiyorsa, kendinizi çok akıllı buluyorsanız, şimdi buradan çıkın ve tekrar geri dönmeyin.
Anlatacaklarım delilik içerir.

mesut gülmez ve ben bakırköy ruh ve sinir hastalıkları hastanesinin aynı dönem mezunlarıyız.

onu ilk gördüğümde servisteki hemşireye koridorun ortasında zıplayıp, kıyafetlerini çekiştirerek ağzına geleni söylüyordu.
o kadar inanarak bağırıyordu ki söylediklerini dün gibi hatırlıyorum.
"ben hayatım boyunca ağladım" diyordu
"sen zor iş görmemişsin" diyordu
"ben senin gibi yüzlercesini çalıştırdım kadın" diyordu
evet. gerçekten görseniz delirdiğini düşünürdünüz.

mesut gülmez i nasıl anlatırsınız diye sorsalar "o istediği şeyi istediği zaman söyler, bitirir ve sözünü bıçak gibi keserdi" derdim. hayatıyla ilgili anlatmak istediklerini yüksek sesle sanki bir atasözüymüş gibi söyler ve susardı.

"35 yaşıma kadar hiç bir işte 6 aydan çok çalışmadım." sessizlik.
böyle söyleyince bütün bu şeylerin onun prensibi olduğunu düşünürdünüz. sanki hiç bir şeye bağlanmak istemiyormuş gibi düşünürdünüz.
sanki her iş ile ilgili tecrübe edinmek istiyormuş gibi düşünürdünüz.
gerçi bahçedeki adam heykeli dışında bu hastanede düşünen biri olduğunu söylemek zordu ama anladınız.

o konuşmaya başladığında sanırım sesinin tonu ve yüksekliği sebebiyle bir an için herkes bütün dikkatini ona verir, cümlesi bittiğinde o ana kadar nasıl bir deliyse o deliliğine devam ederdi.

aspirin kanınızı sulandırır, pıhtılaşmayı durdurur ve kazara birinin sizi kurtarıp kahraman olmasını engeller.

yıllar sonra geri dönüp bakınca hayatınızın bazı günleri farklı anlamlar kazanır.
o günleri biliyorsunuz: eşinizle birlikte bir memurun sorusuna "evet" dediğiniz o günü düşünün, hatta ilk "birlikte bir çay içelim mi?" sorusuna "olur" dediğiniz o günü.
gittikçe daha boktan olacak geriye kalan hayatınızın o lanet olası ilk günü.
her şey gibi bunu da mesut gülmez'den öğrendim.

o hastaneye girdiğim ve mesut gülmez'i gördüğüm o ilk gün "bugün geriye kalan hayatımın ilk günü" demem gereken gündü.
keşke onu hiç görmeseydim,
keşke manyağın teki deyip geçseydim.
keşke o kadar delirecek bir şey olmasaydı.

epinefrin kalp atım hızınızı artırır damarlarınızı genişletir ve kanınızın çok daha hızlı bir şekilde boşalmasına yardımcı olur.
sıcak su, aspirin, epinefrin ve bütün mücadelemin sonunda hak ettiğim her şeyin kötüye daha sonra daha da kötüye gidişi.

halbuki gerçekten ölümü hak edecek bir şey yapsaydım. eften püften bir davaya ihanet etseydim. mahkeme beni ölüme mahkum etseydi. bir meydana kurulmuş idam sahnesine gururla çıksaydım, binlerce insan benim nasıl öleceğimi görmek için toplansaydı.
cellat kafamı vücudumdan büyük bir kılıçla ayırsaydı. son isteğim olarak herkese başımı göstermesini isteseydim ve deseydi ki : bu kafaya iyi bakın çünkü o görülmeye değer bir kafadır.

mesut gülmez'in geriye kalan hayatımın ilk günü dediği gün tanımadığı birinin cenaze ile karşılaştığı gündü.
ve sessizlik.

mesut gülmez o gün adını ne koyarsanız koyun, ne kadar zorlarsanız zorlayın güzelleştirmekte zorlanacağınız işlerden birinden daha ayrılıyor.
son iki aydır süpermarketlerde gördüğünüz çocukları eğlendirmek içine girdiği büyük çizgi film karakterlerinden birine daha hayat veriyordu, her gün sevimli olması gereken bir şeylerin kılığına giriyordu.
mesut gülmez boyunda miki fare,
başka bir gün sanırım sarı, gagası olduğu için kuş olması gereken dev bir şeydi ve herkes için eğlenceli olması gerekiyordu.

mesut gülmez "kadınlar için bilmedikleri sürece çocuklarının kime sarıldığının bir önemi yoktu" diyor. "sıcak, kaşınma ve kaçıncı kere giyilmek ve aynı yere nefes vermekten oluşan koku dışında güzeldi" diyor. mesut "bazen beni gerçekten gördüklerini.. yani beni sevdiklerini düşünüyordum" diyor.

"aktivite görevlisi olarak çok da mutsuz sayılmazdım" diyor.

sihirli kelime gerektiği kadar..
insanlara ancak gerektiği kadar samimi davranmalısınız. gerektiği kadar sevmeli ve gerektiği kadar sarılmalısınız.
çünkü patronum beni kovmadan önce en son bunu böyle söyledi.

mesut gülmez o gün yani çubuklu şeker dağıtan köpek olduğu gün çocuklara gereğinden fazla sarıldığı işten kovuluyor.
anneleri şikayet ediyor falan.

mesut gülmez saatlerce şehirde yürüyor. yürüyor taki o cami avlusundaki cenazeyi görene kadar. mesut gülmez "bir şeyler beni ona doğru çekti ne bilmiyorum" diyor. cenazenin başında duruyor ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor. göz yaşları sümüklerine karışarak dakikalarca ağlıyor.
cenaze sahiplerinden biri yanına yaklaşıyor ve çok yakındınız sanırım. ben oğluyum diyor. mesut başını hayır anlamında sallıyor burnunu çekerek. tabuta kapanıp kendisini tamamen bırakıyor göz yaşları ve sümüğünü tabuta silerek doğruluyor bir süre sonra ve geri kalanını koluna silerek yavaş adımlarla cami avlusunun çıkışına doğru yürümeye başlıyor.

arkasından hızla yaklaşan adımlar mesut gülmez'e afedersiniz diyor. sizi az önce cenaze başında ağlarken gördüm tanımıyormuşsunuz da sanırım.
mesut sadece adama bakıyor. adamın paltosunun sıcak tutup tutmadığı aklından geçiyor.
adam yanlış anlamayın ama babam ölüm döşeğinde günleri sayılı.. yani iyi adamdır aslında ama pek seveni de yoktur. yani nasıl desem ardından ağlayacak birileri olsa iyi olurdu. acaba diyorum siz babamın cenazesinde de böyle ağlayabilir misiniz?
mesut gülmez adamın söylediklerini anlamaya çalışıyor.
lütfen diyor parası neyse veririm. çok para veririm.
mesut gülmez "ağlamamı mı istiyorsunuz diyor.

evet diyor adam hem belki bir iki kişi daha olsa sizin gibi iyi olurdu.

mesut gülmez bir kaç gün sonra bu adamın babasının cenazesinde iki arkadaşıyla birlikte çılgınlar gibi ağlıyorlar.

bir kaç gün sonra bir telefon üzerine farklı bir yas törenine ve bir kaç hafta sonrasında iki yurt dışı uçuşa birilerini yolcu ediyorlar.

not: tematik modda hikayenin taslağı yazılıyor denk gelenlere diyeceğim o ki uzaklaşın ağır düzlük içerir.

ölüm andante

yazı tamamen taslaktır her an her şey değişebilir. tematik modda yazılıyor.
Tanım: andante müzikte ağır tempoda anlamındadır. ölüm ağır ağır, yavaşça buradadır.

--------- Ölüm andante ------------

bazı şeyler sadece kötüye gider iyiye giderken bile daha kötüye.
size bildiklerimi anlatmaktan fazlasını vadetmiyorum. olaylar bana nasıl ulaştıysa tam olarak olduğu biçimde tam olarak yaşadıkları gibi..

işte buradayım.
havuz kenarında şakalaşan tatilciler, çimenlerin üstüne yayılmış üç beş mezuniyet balosu öğrencisi ve başka pek çok gelecek ile ilgili umutları olan insan sesi birbirine ve en sonunda da otel niagara şelalesi dibine yapılmış izlenimi verilsin diye oluşturulmuş su sesine karışıp açık balkon kapısından bana kadar geliyor.

her şey çok uzakta,
her şey yarın kadar uzakta ve ben buradayım.

"baban seni seviyor oğlum... hem de çok"

işte ölüyorum.
ben, küvet ve kesik bileklerim. allah kahretsin!

oysa hep ölümümün şiirsel, destansı şöyle geriye dönüp baktığımda işte bir erkek böyle ölmeli diyeceğim türden bir ölüm olacağını düşünürdüm.
yağmurlu bir gecede göğsümden vurulmuş olmalıydım. polis gelip etrafıma sarı şerit çekmeden, üstümü örtmeden önce kollarım ve bacaklarım yarım açık upuzun yatarken ben hissetmesem bile yağmur yüzüme yağardı.
Üstümdeki kıyafetler hangi renkte olursa olsun sırılsıklamken siyahmış gibi görünürdü ve mutlaka titrek bir sokak lambası yüzümü aydınlatırdı. kanım önce yağmurla birlikte etrafımda göllenirdi sonra bir yol bulup benden uzağa akmaya başlardı.
insan daha başka ne isteyebilir ki...

oysa şu halime bakın!

"hadi oğlum içeri gir üşüteceksin"
yağmur yağarken üşümeyi seviyorum anne.

size yeterince uzakta olan her şey mutlulukla ilgiliymiş gibi gelir.

bu bir tatbikat değil, bu bir tv şovu değil.
bu insanın küçükken kiminle evleneceğini merak etmesi gibi, nasılını merak edeceğiniz o garip zaman dilimi; ölüyorum.
evet belki teknik olarak ve yeterince geniş bir zaman süreci içinde hepimiz ölüyoruz ama demek istediğim benim ki biraz daha hızlı.
bileğimdeki kesikten kanım içine otel tipi küçük hermes parfümler, banyo köpüğü, şampuanlar ve suyla doldurulmuş küvete boşalıyor.

"oğlum yapma canını acıtacaksın"

kanım küvetin uzak noktalarına doğru yayılırken bir an için "bu difüzyon" diye düşünüyorum. biyoloji derslerinin hayatta karşılığı olmadığını düşünenler bileğinizi kesin.

neden küvette intihar etmeniz gerektiğini bilmiyorsanız: vazodilatasyon sizin için doğru kelime.

daha fazlasını hak edecek çok şey yapmış olmama rağmen parmağımla çay karıştırır gibi kanımı karıştırırken acaba erken mi diye düşünüyorum. gerçekten bütün olanlar benim suçum muydu?

callofcu

merhaba,

iki yıl önce bunu yazmış (#16084220) sonra da geçenlerde bunu (#23878762). Peki ben niye şimdi buradayım.
bu yazara teşekkür ve herkese derdimi anlatmak için.

Buradayım çünkü bir açıklama yapmam gerek. Sadece callofcu ya değil bu açıklama yıllar sonra bu satırları okuyacaklara da.

Bir şeyler paylaştığımız bazen farklı yazılarda farklı duyguları paylaştığımız yazarlardan "ya aslında kıymetin bilinmiyor" vb serzenişler duyuyorum. (duyuyorum dediysem yılda bir falan yanlış anlama, buralar tenha) sonra bir arkadaş neden tek sayfa nick altım olduğuna takıldı; bir sene arayla hatırlatır ve üzülür.

lan olm ahaha, bana üzülmeyin hanımlar/beyler *
ben uludağ sözlükte yazıyorum ve mutluyum ve eğleniyorum. (lan valla billa bak allah ın adını verdim)
hiç bir yazımı bugün kaç kişi okur diye yazmadım. (ki niye okusun milletin başka işi mi yok.)
bazılarının not kısmında yıllar sonra okuyacaklardan özür dilediğim görülür. Benim burada yazmamın tek sebebi yıllar sonra da olsa "o" biriyle karşılaşmak.
Şu sözlükte beni en mutlu eden şey: unuttuğum bir yazıyı aradan onca zaman geçtikten sonra birinin denk gelip okuması ve o yazının gölgesinde benimle buluşması.

siz bozkırın ortasındaki o tek ağacın gölgesinde karşılaşan yolcular. herkes bozkırı sever mi sanıyorsunuz?
billboardlara boy boy reklamlarını yapıştırsan da bozkırın ortasındaki o ağaç ve çevresi hep tenha olacak ve olmalı.
çünkü tenha olduğu için sen oradasın!
burnun ne kadar alışırsa alışsın o kötü kokuyu ara ara duyuyorsun,
geceleri neon ışıkları aydınlatıyor diye mi uyku tutmuyor sanıyorsun?
herkes aynı yöne gidiyor diye gittiğin yolda içine sinmeyen bir şeyler var,
güneş ışınları bile her gün biraz daha plastik, kadınların teni petrol kokuyor. biliyorsun.

Ben
bir şeyleri ararken neyi aradığını unutmuş,
bazen beraberinde aramayı da unutmuş,
çoğu, kimsenin rahatsız olmamasından rahatsız,
belki de sadece bozkıra yolu düşmüşler için yazıyorum.

çünkü bence bozkırın ortasındaki ağacın altı güzel.
aslında ben sözlüğe değil bazı insanlara, onların var olduğunu bilmek ve onlarla buluşabilmek için yazıyorum.

buralar hep tenha olacak, olması da gerekiyor. bazıları için yazdıklarım ne kadar iyiyse diğerleri için de bir o kadar boş.
hatta "özet geç piç" yazıları çoğu ki bu da normal.

yani tenhaya hoş geldin callofcu, bunca yolu benimle geldiğin için sana; yazmaya ve yaşamaya teşvikinizden dolayı hepinize teşekkür ediyorum.

geri kalan herkes için bozkırın ortasındaki ağaç kadar faydasız ve gereksiz olsun tüm yazdıklarım.

barry lyndon

aslında nolan'ın giderek daha az batman filmi olan ve "rises" ile birlikte çöken üçlemesi ile ilgili yazacaktım ama batman'i düşünürken aklıma bir üçleme olarak redmond barry lyndon'ı ve giderek daha az redmond oluşunu getirdi ve işte buradayım.

Stanly kubrick'in 1975 yılında çektiği neredeyse her karesi ayrı bir tablo gibi(fotoğraf karelerinden oluşmuş gibi duran filmler vardır hani bu biraz farklı aşağıdaki karelere bakın anlayacaksınız) olan filmidir. Senaryo 1884 de yazılmış aynı adlı esere dayanmaktadır.

http://galeri.uludagsozlu...om/r/barry-lyndon-634300/
http://galeri.uludagsozlu...om/r/barry-lyndon-634302/
http://galeri.uludagsozlu...om/r/barry-lyndon-634327/

-------------------- 80 uzun ve geniş spoiler 70 ----------------------------------

redmond ın gittikçe daha çok barry lyndon oluşunun hazin öyküsü

film zavallı, hain, iyi kalpli, sersem, kurnaz, ihtiraslı, korkak, sadık, cesur, yardım sever ve şartlar uygun olduğunda kahraman ve en sonunda herkes gibi eşit redmond barry lyndon'ın hikayesidir.
bu barry lyndon sanki biraz herkestir ya da hepimiz gibidir mi demeliyim, yok yok herkesten birazdır. neyse işte bir redmond barry lyndon nasıl olması gerekiyorsa aynen öyledir.

barry'e giriş yapmadan önce onu bize anlatan filmin dış sesini(anlatıcıyı) atlamamak gerekir. Gelmiş geçmiş en centilmen anlatıcı işte bu filmdedir, buradaki herkes gibi tabii ki o da bir centilmendir. (filmdeki haydutlar(hırsızlar) bile nezaketi asla elden bırakmazlar.)

film iki bölümden oluşur. kubrick açıkça part bir ve iki olarak filmi ikiye bölmüştür çünkü redmond barry ikinci bölümün hemen başında ölecek ve barry lyndon olarak tekrar ölene kadar aynı cesedi taşıyacaktır. (ancak buraya yeri geldiğinde itiraz ederim ben.)

redmond barry doğmuş ve dünyaya doğru yürümeye zorlanmış gibidir, kader onu sürüklerken o an ne vicdanına uygun düşerse onu yapar. ikinci bölümün başlama ve barry'nin çöküşünü izleyeceğimiz kısım ne ironidir ki evlilik töreni ile başlar. barry hayatında ilk kez bazı hesaplar yaparak (aynen yollara düşmesine sebep olan geride bıraktığı kadının yaptığı gibi) sonrasını düşünerek ve hırsıyla kol kola bir karar verir. Bu kocası ölen soylu kadınla evlenecek ve o da bir lyndon olacaktır ve olur.

redmond barry'nin çok da planlanmamış sıradan hayatı boyunca biriktirdikleri ve ikinci bölümde biriktirdiklerinin altında ezilişi. oysa redmond barry bütün servetini üzerinde taşıyan bir adamdı.

gittiğim berber civardaki sokak köpeklerinden bir tanesini sahiplenmiş köpek yine sokakta yaşıyor ama yemeğini yiyebileceği ve isterse kapısının önünde uyuyabileceği bir yeri ve kuyruk sallayabileceği bir sahibi var. size bir itirafta bulunayım o köpeğe çok özenmişimdir. hatta berbere "köpek olmanın en güzel yanı bütün mal varlığını üzerinde taşıyabilmendir" dediğimi hatırlıyorum.

redmond tam bir köpektir: önüne geldiği gibi yaşar; oysa lyndon'ın üzerinde taşıyamayacağı ama kaybetmemek için uğruna savaşılması gereken çok şeyi vardır.

ilk sahnede barry'nin babasını uzaktan görürüz, o başarılı bir avukat olmak niyetiyle büyütülmüş ve yetişkin biri olmuşken, üç dört at için çıkan tartışma sonucu düelloda ölen biridir. barry lyndon tam da babasına çekmiştir ne var ki babası gibi ilk düellosunda ölemeyecek kadar şanssızdır.

Barry lyndon'ın tek sorunu yeni düzene alışmak değildir daha çok sistem tarafından kabul görmemektir. ne kadar çok parası olursa olsun soylular onun aslında ne olduğunu çok iyi biliyorlardır. evlendiği kadının ilk oğlu oidipal(anne ile arasına giren erkeği öldürecek olan oidipus bu çocuğun tam bir arketipidir, bir farkla ki bu velet centilmen bir soyludur) bir "öteki" olarak bu yozlaşmış adamı işaret eder durur. burada dikkatten kaçmaması gereken nokta barry'nin yozlaşmasının gerçek soyluların dikkatini çekmesi değil barry'nin gerçekten de soylu bir yoz olmayışıdır.

Nedimeler "Las Meninas" - Velazquez tabloya aşağıdaki linkten bakınız. hatta sonrasında hakkında biraz araştırma yapmanızda da fayda var. sanat tarihi bakımından önemli bir eserdir.
http://galeri.uludagsozluk.com/g/las-meninas/

bu tabloyla ilgili pek çok şey söylendi. tabloda velazquez kral ve kraliçenin resmini yaparken görülüyor yani bu işi yaparken kendi resmini yapıyor. (arkadaki aynada yansıyanlar ispanyol kralı 4. filip ve eşi öndeki sarışın velet de kızları, etrafındakiler de tabloya adını verenler ve sarayın soytarısı vs.) bu tabloda velazquez ve diğer herkes kime bakıyor? evet kral ve kraliçeye ama aslında size de bakıyorlar yani velazquez sizi mi çiziyor ne çizdiğini göremediğimiz tuvaline vs vs.. işte bunlar hep böyle dillendirildi.

bu tabloda benim ve görseydi barry lyndon'ın dikkatini çekecek ve rahatsız edecek olan şey ise biraz farklı.. bu tablonun minicik boyutlarda bir printer çıktısı evimdeki duvarda var. bakışlar aslında bir yabancıya bakıyorlarmış ve tedirginlermiş gibi geliyor. baktıkları kişiyi istemiyorlar ve ondan korkuyorlar. onun kendilerinden olmadığını biliyorlar. işte barry lyndon'ın "kudretli öteki" oluşunun ve gücün ötekiyi kurtaramayışının hikayesi.

filmin başlarında hayatını ortaya koymaya çekinmeyen toy bir delikanlıdan (ki ortaya konacak pek de başka bir şeyi yoktur) kazandıkça(bu durum kazanmaktan çok yol boyunca biriktirmektir) kaybedeceklerinin yükü altında ezilen bir sonradan soyluya evrilen bu adam ilk bölümde seyirci tarafından desteklenirken ikinci bölümde giderek istenmeyen adam olmaya başlar. özellikle karısının ilk çocuğu olan lordu kırbaçlama sahnelerinde iyice kızarız lyndon'a.

ilk bölümdeki barry'i destekleriz ancak unutmamak gerekir ki ilk bölümde komutanı öldürdüğü için yola düşen barry komutanın ölmediğini, kaçması için bir sebep kalmadığını, bütün olan bitenin düzmece olduğunu öğrendiğinde hatta bu durumdan yıllar sonra bile geri dönmeyi hiç düşünmez.

barry aslında ikinci part başındaki evlilikle değil hayatının tamamında öyle bir yol gelmiştir ki o yolu şairin dediği gibi ancak dönüş yolunu yok ederek gelebilirdi. ilk bölümde sevdiği kadın tarafından hakarete uğrayan adam yine aynı bölümde kendisi gibi bir askerin karısıyla birlikte olduğunda bu yükseliş basamaklarını tırmanan adamı hepimiz desteklemiştik oysa..

filmde ağır bir centilmenlik, nezaket ve onur ironisi de yapıldığını hatırlamak gerekir. özellikle Fransızlara doğru yürüyerek hücum eden ve bando çalmayı asla bırakmayan ingiliz ordusunun telef oluşu sahnesi ilginçtir. (izlerken lan harbiden böyle miydi diye düşünmedim değil )

son cümleler başka başka anlaşılmaya müsait olsa da film bu cümleler şiire dönüşsün diye çekilmiş gibidir. bu sebeple bir şiir olarak okunmalıdır.

"adı geçen kahramanlar 3. george zamanında yaşadı ve kavga etti.
iyi ya da kötü,
yakışıklı veya çirkin,
zengin ya da fakir...
şimdi hepsi eşit."

filmin müzikleri özellikle schubert olanı beni aylarca oyalamıştır.

http://video.uludagsozluk.com/v/barry-lyndon-116744/

not: o ağacın gölgesinde buluşup soluklanan belki sonra geri dönen ya da ancak dönüş yolunu yok ederek yürünebilen bir yolun yolcusu olduğu için dönemeyen ve kalamayan herkes için, yıllar sonra bozkırda karşılaşacaklarımız için. beyaz üstüne siyah kare için ve bu sene de akdenize yepyeni bir hata için ineceklere..

berkin elvan

berkin elvan

üç çocuk yapın 'destan yazalım'
birine özgürlük diye bir yalan söyleyelim
biri tebessümüyle dünya değişir sansın
birine gelecek sen diyelim umut sensin

üç çocuk yapın 'destan yazalım'
birini diri diri gömelim duvarlara
birini ırza geçen canavara satalım
biri taraftar olsun amin desin oy versin

üç çocuk yapın 'destan yazalım'
birini aç açık ve dilsiz bırakalım
biri hurdahaş olsun taşeron makinada
birine karla karışık kan yağdıralım
özür diledik ya daha annesi ne istesin

üç çocuk yapın 'destan yazalım'
biri ukala olsun sınıfta kalsın biri
ya memur olsun biri ya sevdiğini almasın
birini ayetlere hadislere çarpalım
halep'e gönderelim katletsin katledilsin

üç çocuk yapın 'destan yazalım'
birinin ince boynu yüce devlete feda
biri kürt biri alevi biri bilmem ne bela
birinin babasına iş verip tükürelim
çocuk olmasın hiçbiri oyunlara gelmesin

üç çocuk yapın 'destan yazalım'
birini bir çuvala doldurup sırtlayalım
biri ölümsüz olsun şehit bayrak slogan
biri derin strateji biri maslahat olsun
büyük resme gömelim hiçbiri büyümesin

üç çocuk yapın 'destan yazalım'
biri nefes almak için ayak diresin parkta
bizim için vurulsun son nefesini versin,
biri devlet desteğiyle pelteye linç edilsin,
biri ekmek almaya gitsin o tebessümle
biri ekmek almaya gidip dönmesin
biri ekmek almaya gidip dönmesin
biri ekmek almaya gidip dönmesin

Mehmet efe şiiri.

bir çocuk öldü.
kimi "nereden çıktı şimdi bu ya zamanlama kötü oldu" diyor biliyorum.
kimi üzüntüsünden de büyük bir kin büyütüyor. üzüntüsüyle öfkesini suluyor.
kimi "kimin nesi bizden mi değil mi? ağlayacaksak ona göre ağlayayım" peşinde, kimi de maslahatı idare ediyor.

lan oğlum bırakın ya bu işleri, ya oğlum size söylüyorum yarın birbirinizi keseceksiniz sebebini bilmeden.

bir çocuk öldü.
nazik insanlar diyarında güzel bir şehirde demokrasi, özgürlükler içinde adabı muaşerete uygun ve kibar bir şekilde.

(şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin /ismet özel)

anlayın oğlum bu çocukların ölümü hepimizin ortak çabasının sonucu.

yazıyorum böyle ama üzüldüm be kardeşim. mantık falan bitiyor insan.. şöyle yap: kendi çocukluğunu düşün 14 yaşındaki seni öldürürlerken bir hayal et.
14 yaşındaki senin vurulup yere düştüğü an!

biliyorum oğlum 14 yaşında hepiniz çok güzeldiniz.

selamlar.

yüzü bile zor hatırlanan kızı sürekli düşünmek

o da bir şey mi?

ben hiç tanımadığım bir kızı sadece düşünmekle kalmadım hakkında bir sürü de yazdım.
o bir ağaç oldu sonra onunla top adasına gittim, o çok hasta oldu, bir barda onunla konuştum, onunla birlikte sustum. beni terk etti, onun kollarında öldüm, orta okulu birlikte bitirdim.
üniversitede karşılaştım.
bana "benim çocuğum olmaz" dedi. ona "seninle çocuklarımız olmasın istiyorum" dedim. sonra başkasıyla evlendim 2 oğlum oldu. onun olmadığı hikayelerde herkesi öldürdüm.

bir barda kız arkadaşım şarkı söylerken ben onu düşünmekten hiçbir şarkıyı duyamadım. bir ağacın altında kahvaltı yaptık ama onun canı o gün biraz sıkkındı. olsun dedim hep mutlu olacak değiliz ya benim de canım sıkıldı.
ona hiç yalan söylemedim.

Özetle zor olmayan eylemdir.