bugün

entry'ler (537)

uzun bir sms karşılığı olarak ok cevabı almak

küfürden beter etki yaratan durumdur.
üç ihtimal gizlidir bu durumun ardında:
ya mesajlaşılan kişi sizi iplemiyor, bir an evvel konuşmayı noktalamak istiyordur.
ya arkadaş pür-ü pak, dokunulmamış, güzide bir odundur.
ya da cevap yazmak istemeyen, sizi de iplemeyen bir odundur.

7nci nesillerin format bilmez birer zavallı olması

beni derinden sarsan itham.
aslında yorum yapmak, cevap yazmak da gereksiz ya, tutamadım kendimi nedense.
dedim ya, alındım.
gerekli ya da gereksiz, alındım işte.
ne de olsa ben de içindeyim bu güruhun.
her şey boşunaymış demek...
şimdi ne yapsak da beğendirsek kendimizi efendilere?...
ne söylesek, bilemedim bak, dünyam karardı bir an...
zira insanın at gözlüğüyle bakıp, ezbere yaptığı genellemeler sonucunda karanlık çıkabilir ortaya ancak.
o karanlığın içindeki gerçeği bulmak mesele belki ama, bu da başka bir başlık konusu olsa gerek.

iki yüzlü insanlar

çoktur bunlar, hepimizden çok...
kimi zaman dost kılığına girerler, kimi zaman sevgili;
bazen oyun arkadaşınız olurlar, bazen iş arkadaşınız;
fark edemeden siz, hayat arkadaşınız bile olurlar bazen.
bir şeyleriniz olmadan bu ikiyüzlüler, fark edebilirseniz ne ala...
ola ki fark edemediniz, hazır olun o zaman, okkalısından bir kazığa...

türev

integral ile tuhaf bir enzim-substrat ilişkisi vardır.

anlamlı şarkı sözleri

"bin bıçak var sırtımda
biniyle de adaşsın
her biri hayran sana."
(bkz: emre aydın), (bkz: belki bir gün özlersin).

tecrübe

şu sıralar zihnimde demet akalın'ın sesiyle yankılanan ibare.
"burada tecrübe konuşuyor."
öncesi yok, sonrası yok, sadece bu.
konuşan bir varlık olsa keşke "tecrübe" sahiden.
hayat çaylağıyken daha, dikilip yanımızda, önlese keşke hatalar yapmamızı, yanlış yollara sapmamızı, kalp kırmamızı, hak yememizi, aç gözlü olmamızı, savaş çıkarmamızı, kıskançlık ve kibirle bünyelerimizi donatmamızı...
belki o zaman konuşabilirdi tecrübe.

insanın kendisini bulduğu an

kendinden en uzakta olduğunu düşündüğü andır.
zira insan, kaybettiği her şeyde olduğu gibi kendini de her nedense uzaklarda arar.
aynaya bakmaz, gölgesiyle uzlaşmaz, dönenir durur bir çember içinde, kendini bilip de bilmezlikten gelerek...
ne zamanki durur, dinler içsel sesini, barışır aynadaki yansımasıyla, kırık dökükleri toplar içindeki...
işte o zaman, bulabilir belki kendini.
bulduğundan memnun kalmayıp, yenisi için yollara düşene kadar...

faruk duman

"av dönüşleri" isimli kitabıyla, beni çocukluğumun tren yolculuklarına, puslu ankara sabahlarına, bir varmış bir yokmuşlarla dolu masalsı bilinmezlerine sürükleyen; kısa ve vurucu cümleleriyle derdini anlatabilmeyi pek iyi beceren; öykülerinde yarattığı dünya ile okuyucunun gerçek dünyası arasındaki dengeyi başarıyla kurabilen ve imzalı bir kitap koparmayı başarabildiğim yazar.

kitap defter açmanın serbest olduğu sınav

kazık olacağı belli olan sınavdır. kitap-defteri serbest bırakan hoca bu noktada: "isterseniz kıçınızı yırtın, bir bok yapamayacaksınız" imajı çizmektedir. bu tip sınavlar genelde bilgiden ziyade, yoruma dayalı olur ki bu durum, yorumlama yeteneği henüz gelişmemiş ancak yine de üniversite çağına ulaşabilmeyi becermiş kişiler açısından bir açmaz oluşturacaktır.

seni özlüyorum

seni özlüyorum,
serin bir akşamüstü,
boğaz'a tepeden bakan martıların
denizi özlediği gibi.

ya da kaçan bir balığın,
kim bilir saat kaçtan beri
haliç'e uzanan bir olta ucundan,
tekrar denize kavuşması misali.

özlüyorum seni...

işte bu yüzden,
buharı tüten
demli bir çay gibi
ısıtır içimi,
sana kavuşabilme ihtimali...

sevgiliyi özlemek

sonunda vuslat ihtimali varsa, can acıtmadan, hafif bir iç ürpertisiyle yaşanabilecek güzel duygudur.
yok eğer yoksa vuslat ihtimali...
gittikçe büyüyen ve sizi içine çeken bir karadelik olur "özlem".
malumunuz olduğu üzere, bir kez girdiniz mi karadeliğin yörüngesine, artık kaçış yoktur.

ertan rodoplu

türk televizyon tarihi boyunca gelmiş geçmiş en iyi "nabza şerbet veren" yarışmacıdır. herkesin zayıf noktasını veya zaafını bulup, onun üzerine oynayarak kendi tarafına çekmek gibi habis bir huy edinmiştir kendisi.

hedefin 500 bin tl olması, adadaki diğer yarışmacılarla birlikte ertan'ın da içinde gizli kalmış pek çok karanlık yönü su yüzeyine çıkarmıştır. şüphesiz ki söz konusu olan bir yarışmadır ve şu da bir gerçektir ki işin içine para ve bununla birlikte kişisel çıkarlar girince, insanoğlu tanınmaz hale bürünebilmektedir. hayatın bu acımasız gerçeklerine enzim-substrat ilişkisini aratmayacak kadar mükemmel şekilde uyum sağlamış olan ertan, rüzgara karşı en hızlı yön değiştirebilen yarışmacı olmakla birlikte -anladınız siz onu-, şu da unutulmamalıdır ki, bazen rüzgar ters eser, o her rüzgarı kucaklar sandığınız yelkenleriniz üzerinize kapaklanabilir.

sözlük yazarlarının itirafları

bu ve bundan önceki itiraflarımın hep aynı konu üzerine olduğunu fark ettiğimde, obsesifleşmeye başladığım şüphesi aklıma düştü bir kere. niye böyle oldum bilmem. hep aynı şeyi düşünür mü insan? düşündüğüm de bir şey olsa bari... harcadığım zamana, güzel zihnimin kıvrımlarında kuyrukları birbirine değmeden dolaşmayı becerebilen onlarca tilkinin ağırlığına, dikkat dağınıklığıma, geceleri uykusuz kalmama, durup dururken agresifleşmeme, dalgalı halet-i ruhiyemin yakın çevrem üzerinde yarattığı buhranlı etkiye değecek biri olsa bari! yahu kabul etmesi çok zor -o üç harfli kelimeyi zikretmek de istemiyorum ya(!)- yıllar sonra tekrar bana uğradığına inanmak beter olsa da... adı neyse ne de, taktım kafayı sanırım, sonundan deli gibi korksam da...

zamanı geri almak

her ademoğlunun en az bir kez, gerçekleştirmiş olabilmeyi istediği durum. lakin kanımca, her şey olacağına varır. insan bir daha doğsa ya da bir daha yola çıkma şansı olsa; farklı seçimler bile yapsa, nihayetinde varacağı nokta, yanında olacak insanlar aynı kalacaktır. bu bir teselli midir bilinmez, ama fikir edinmek isteyenlere lost'un final bölümünü izlemeleri tavsiye olunur.

spongebob squarepants

patrick karakterinin mide bulandırıcı ne kadar iş varsa bir bölümde gerçekleştirebildiği çizgi film. öyle ki, sponge bob ile bir elmanın iki yarısı kıvamındaki dostlukları, patrick'in kişisel temizliğine özen göstermemesi sebebiyle zaman zaman bozulur.

ne istediğini bilmeyen insan

belirsiz, önceden tahmin edilemez ve istanbul'un havası gibi aniden yön değiştirebilen halleriyle, kişiyi yaşamdan soğutan insanlardır. bunlardan bir numune, hayatınıza girmiş yahut girmek üzere ise, tez elden defediniz. zira efenim, hayat bize bahşedilmiş büyük bir lütuftur ve düşündüğümüzden kısadır. zaten kısa olan ömrü, daha da kısaltan insanları hayatınızda tutmak, bir nevi intihardır. bırakınız sizden geçsinler de, ne yaparlarsa yapsınlar. allah müstahaklarını er geç verecektir şüphesiz...

gece uyutmayan sivrisineğin öldürüldüğü an

hayattaki en mutlu anlardan biridir şüphesiz... tabi odada ikinci bir sivrisinek yok ise...

2010 güney afrika dünya kupası

2016 avrupa kupası'na ev sahipliği yapma şansının elimizden alınmasının acı hatırası silinemeden daha, "nereden çıktı bu güney afrika?" sorusunun insanın zihnini kemirmesine sebebiyet veren olay. adı "dünya kupası" ya, bir de afrika kıtası olsun denmiştir, yoksa ne bir politik sebep vardır akabinde, ne de bir çekişme...

ayrıca favorimin arjantin olduğu kupadır.

7 gün içinde öleceksin

insanın yapmak istediklerini 7*24'lük kısa zaman dilimine sığdırması gerektiğini belirten söylem.
niyesi, nasılı, ne zamanı bir yana, bir gün "öleceğimiz" gerçeğini göz önünden ayırmazsak, hayatın kıymetini bilerek yaşayacağımız da aşikardır.

the lost symbol

haftalardır bitirmeye çalıştığım, lakin "da vinci code" ve "angels & deamons"ı okumuş biri olarak hiçbir tat alamadığım; sonunu da merak etmememe rağmen, başladığım kitabı yarım bırakamama takıntıma yenik düşerek, elimde süründürdüğüm kitap. washington dc sınırları içerisinde geçmekte olan hikaye, bu tarz kitapları ve insanlık tarihine dair türlü bilgi birikimine sahip olan üstün insan (!) robert langdon'ı seven biri olmama rağmen, bana sürükleyici gelmemekle birlikte; "bakın her şeyin arkasında masonlar var" fikrinin egemen olduğu roman, kanımca dan brown'un diğer romanlarına nazaran sönük kalmıştır.

şayet brown, da vinci code'u değil de, ilk "the lost symbol"u yazmış olsaydı, şimdiye dek edebiyat tarihinin tozlu sayfalarına gömülmüş olurdu herhalde. zira brown'un markalaşmış adının kitap satışındaki etkisinin büyüklüğü kimselerce yadsınamaz sanıyorum.