bugün

içinde türkiye ve müslümanlarla ilgili saptamaların da bulunduğu güzel bir kitap. tavsiye edilir.
Amin Maalouf’tan, kişide bir bütün oluşturan kimlikler üzerine, aslında hiç kimsenin belirli bir kimliğinin olmadığı, herkesin şahsına münasır bir kimliğinin olduğunu anlatan ve insanlar arasındaki kimlik çatışmalarına bakış açısı getiren bir kitap.

Kitabı ilk elime aldığımda, Türkiye’de kimlik çatışmalarına dair –Türk- Kürt, islamiyet-Hristiyanlık- Sunnilik – Şiilik – olan bakış açıma yeni şeyler eklemek niyetindeydim. Özellikle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 3-4 yıl önce ortaya attığı ve üzerinden tartışmaların günlerce sürdürüldüğü alt kimlik-üst kimlik kavramlarının tekrar gözümde canlanmasına ve 3-4 yıl önce düşündüklerim ile kitabı okuduktan sonraki düşüneceklerim arasında ne gibi farklılıklar olacak duygusu, kitabı ilk elime aldığımda hissettiklerimdi.

Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler’e kimliğin günümüzde sanıldığı gibi sadece ırksal boyutta yaklaşılamayacağı, kimliğin birçok unsurdan oluştuğu ve kişiden kişiye farklılık göstereceğini belirterek başlıyor. Kimliğin ırk, din, dil, kültür, gelenek, yaşayış tarzı gibi unsurları bir arada bulundurduğu, bu sayılanlardan birinin çekilmesi halinde kişiliğin yok olacağını belirtiyor. Haksız mı? Gerçekten kimlik denilen şey sadece bir ırka ya da dine veyahut da cemaate bağlı olunması anlamını mı taşır, yoksa tüm bu sözü edilen kavramları kümülatif olarak mı düşünmek gerekir?

Amin Maalouf, bu sorunun cevabını verebilmek için detaylara iniyor, kendi hayatından ve tarihsel olaylardan alıntılar yapıyor. Sorunu ilk önce ırksal bazda ele alıyor ve sadece bu konuda bir sonuca varmanın kimlik çatışmasını ortadan kaldırmayacağını gözler önüne seriyor.

Kitabı okurken, kendi ülkemi göz önüne getirmemem ve ülkemdeki kimlik çatışmalarını kafamda kurarak düşüncelere dalmamam pek mümkün gözükmüyor. Daha önce düşündüğüm ve bir görüşe vardığım durumları tekrar gözden geçirmek durumunda kalıyorum. Kitabın inceleme sırasına göre anlatacak olursak, Türkiye’de ırksal boyutta ne gibi çatışmalar yaşanıyor?

1789 Fransız ihtilali’nden sonra tüm dünyayı saran milliyetçilik akımının ülkemize ulaşması yaklaşık olarak 100 yılı buluyor. Çok uluslu olan Osmanlı Devleti, bu milliyetçilik akımı sonucu dağılıyor. Osmanlı’nın sadece başlı başına bir Türk devleti olmayışı, çok uluslu yapısı bizzat devletin sahibi olan Türkleri de etkiliyor. Millet bilinci olan bir Türk devletinin kurulması, ilk başlarda bu topraklarda bir sorun çıkarmıyor. Geneli istanbul’da yaşayan Rumlar, Ermeniler; Güneydoğu bölgesinde yaşan Kürtler, mevcut sistemi ufak tefek sorunlar meydana gelse de korumaya devam ediyor. Herkes birbirine karşı duyduğu saygı ve sevgiyi koruyor.

Ne oluyorsa Soğuk Savaş döneminde oluyor. Tarihler 6 Eylül 1955’i gösterdiğinde radyoda ve gazetelerde “Selanik’te Atatürk’ün evinin bombalandığı” haberleri yayılıyor ve halk bir anda galeyana gelerek Rumların ve Yahudilerin evlerini ve işyerleri basarak talan ediyor. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra bile yapılmayanlar bu dönemde yapılıyor ve Cumhuriyetin kuruluşundan sonraki Rumlara karşı ilk temizlik harekatı gerçekleştiriliyor.

Ermeni Soykırımı iddiaları nedeniyle de –yine Soğuk Savaş döneminde- Ermeniler ile aynı sorun yaşanıyor; ancak bu kez devlet karşısında bir terör örgütünü, yani ASALA’yı buluyor. Türkler için Ermenilere karşı ırksal ayrım bu dönemde başlıyor. Günümüzde bu sorun çözülmüş gözükse de,halkın içindeki ayrım yerini sağlamlaştırmış gözüküyor. Irksal boyutta öldürülmenin hala bir çözüme kavuşmadığı 2004 yılında bir kez daha ortaya çıkıyor ve Ermeni gazeteci Hrant Dink iş çıkışında vurularak öldürülüyor.

Kürtler ile olan kimlik çatışması ise çözülmesi en zor gözükeni ve en kanlı olanı. Cumhuriyet döneminde çıkan ilk Kürt isyanlarını saymazsak, 1980’lere gelinceye kadar kimlik çatışmasının bu kadar yoğun olmadığını görüyoruz. Tabi burada sorgulanması gereken bir başka nokta ise, Ermeniler ile çözülen sorunun –terör bazında- hemen bitimine denk gelmesi. ilk başlarda sadece terör sorunu olarak algılanabilecek, daha doğrusu Kürtlerin bölgede yaşadığı sorunlardan ayrı olarak ele alınabilecek sorunun günümüzde halkın içine girdiğini ve halkın bizzat ırksal ayrıma gideceği bir kutuplaşmaya yol açtığını görüyoruz. Tabi bunda Recep Tayyip Erdoğan’ın alt kimlik-üst kimlik çatışmasını yaratmasının önemini es geçmeyelim.

Ortak kültürlerin, ortak bir geçmişin, ortak duyguların varlığı bir kenara itilerek iki halkın farklı bir kimliğe sahip olduğunu söylemek, kimlik sorununa tartışmasız olarak yanlış yaklaşmak demektir. Amin Maalouf’un kitabında anlatmak istediği de tam olarak budur. Diğer unsurların bir kenara itilerek sadece belirli bir unsurun üzerine odaklanılması çatışmayı kaçınılmaz kılacak ve sonucu hiç istenmeyen durumlara neden olabilecektir. Bu çerçevede sorunun çözülmesi de pek mümkün gözükmeyecektir.

Amin Maalouf, kimlik hakkında şöyle der “Meşru bir eğilimi yansıtmakla başlar ve bir savaş aleti haline gelir. Bir anlamdan diğerine kayış hiç fark edilmez”. Sözü edilen düşüncenin haklılığı ortadadır. Kimliği arayış ve bu bağlamda hakları talep ediş, ilk başlarda meşru bir zeminde gözükse de, kimliğin kümülatif bir yapıya sahip olduğu düşüncesi zihinlere yerleşmedikçe bir silah haline dönüşecektir. Üstelik halkın zihnin ve vicdanında silah haline getirilen kimlik arayışı haklı bir zemine oturtulmaya çalışılacaktır.

Bu konuda, yine Türkiye’ye göz atmak ve konuyu PKK terör örgütü çerçevesinde ele almak gerekir. Ülkemde Kürtlere yönelik ayrımcılık yapıldığı, dillerinin yok sayıldığı, ekonomik bir çıkmaza sürüklendikleri gerçektir; ancak bu masum insanların öldürülmesini, mazlum iken zalim olmayı gerektirmeyecek ve bu durumu haklı göstermeyecektir. Kimlik arayışı içinde başka kimlikleri yok saymak, bir çözümü değil, doğal olarak kanlı bir çatışmayı beraberinde getirecektir.

Amin Maalouf için kimlik kavramının geniş bir yelpazeye yayıldığını ve kümülatif bir yapı oluşturduğunu daha önce belirtmiştim. Bu yelpazenin bir parçasını da din oluşturmaktadır. Geçmiş dönemlere baktığımızda Hristiyanlık-islamiyet çatışmasının yoğun bir şekilde mevcut olduğunu göreceğiz. Ayrıca din konusunda bu çatışma yaşanırken, her bir dininde kendi içinde çatışma yaşadığını söyleyebiliriz. Hristiyanlık’ta Ortodoks-Katolik, islamiyet’te Sünni-Şii çatışması gibi.

Amin Maalouf, Hristiyanlık-islamiyet çatışmasında islamiyetin daha ılımlı olduğunu, islamiyetin diğer dinlere yaşam hakkı tanırken, Hristiyanlığın ise bu konuda katı kuralların uyguladığını söyler. Ancak son dönemlerde bunun tam tersine döndüğünü belirtir. Bunu da insanın din üzerindeki etkisi ile dinin insan üzerindeki etkisine, daha açık deyişle din-insan arasındaki etkileşime bağlar.

insanın kimliklerinden birini de dinin oluşturduğunu düşünecek olursak, Kürt ve Türk halkları arasındaki bir ortak noktayı bulmuş oluruz. Ancak tek başına dinin kimlik çatışmasını önlemediği bir gerçektir. Ülkemizde din konusundaki çatışmanın Sünni-Şii ekseninde gerçekleştiğini görürüz. Özellikle devlet tarafından bu açık kimlik çatışmasının yaratıldığını yine görmekteyiz. Hala ülkemizde Cemevleri’nin ibadethane statüsünde olmaması bunu kanıtlar niteliktedir. Sonuç olarak Türklerin kendi içinde de bir kimlik çatışmasına gittiğini görüyoruz.

Biraz önce de değindiğim gibi, Amin Maalouf’un üzerinde durduğu önemli bir konu da din-insan etkileşimidir. Osmanlı döneminde insanın din üzerindeki yetkisinin yadsınamayacağını söyleyebilirim. Allah kelamının doğrudan değil de, yorumlanarak halka iletilmesi inanç sisteminin temeline aykırı düşeceği, Allah ile kul arasına bir başkasının gireceği açıktır. Özellikle günümüzde dahi bir çok duanın Arapça olarak ezberletilmesi; ancak söylenen bu kelimelerin neyi anlattığını soracak olsak, büyük bir çoğunluk buna cevap veremeyecektir. Bu durum da insanın din üzerindeki etkisinin artmasına ve insanın din adına kolayca yönlendirilebilmesine yol açacaktır.

insanın din üzerindeki etkisinin azaltılmasının çözümü laiklik olarak gözükmektedir. Ancak politikasını din sömürüsü üzerine kuranlar tarafından bu sistem sevilmemiş ve laiklik adeta dinin önündeki bir engel olarak lanse edilmiştir. Öyle ki, Kuran-ı Kerim’i Türkçeleştirerek Allah’ın ilk emrinin yerine getirilmesini sağlayan Mustafa Kemal, ateist olarak ilan edilmektedir. Dine Türkçe yaklaşmak, sanki günah gibi gösterilmiş, insanların anlamadan, ne yaptığını bilmeden körü körüne ibadet etmesi ve inanması istenmiştir.

Yine konunun ana çizgilerinden çıktık; ancak bu durumları göz önüne almadan yapılacak bir kimlik kavramı istenileni veremeyecektir. Benim üzerinde duracağım son konusu ise, kimliği belirleyen diğer bir unsur olan dildir. Anadilin insanın kimliğini oluşturduğuna dair şüphe yoktur; ancak yine tek başına dilin insanın kimliğini oluşturduğunu söylemek yersiz olacaktır.

Dil konusunda Türkiye’deki tartışmalar ekseni yine bir kimlik çatışmasıyla karşımıza çıkmaktadır: Kürtçe… Ülkemde, bu coğrafya üzerinde doğmuş Kürtçe’ye gösterilen tepkinin, neden her tarafı saraf ingilizce’ye gösterilmediğini merak etmişimdir. Birisi bu topraklardan çıkmış iken, diğer uzak diyarlardan ithal edilmiştir. Uluslar arası bir dil olduğu su götürmez; ancak kendi kültüründe doğmuş bir dilin yok edilmesini de gerektirmez. Kürtçe konusunda katı olanların, milliyetçilik konusunda da aynı katılığı gösterenler olduğunu görüyoruz. Aslında yine bu konuda bir milliyetçi çatışma olduğunu görüyoruz. Bu topraklarda bütünlüğü savunanların, bu topraklarda doğan bir dili yok etmeye çalışmaları, bize bir kültür bütünlüğünden değil, ırksal bir yapıdaki bütünlükten yana olduklarını göstermekten başka bir işe yaramaz. Tabi burada söz konusu ettiğimiz kesim, Kürtçe’nin tamamıyla yasaklanması veya öyle bir dilin olmadığını iddia eden kesimdir. Resmi dil değil de bu topraklarda konuşulan dillerden biri olabileceğini savunanlar ise daha çok ulus kavramı üzerinde durmaktadır. Bu da başka bir tartışma konusudur.

Sonuç olarak, kitabı okuduktan Amin Maalouf’un kimliksiz bir dünya düşündüğünü söylemek pek mümkün olmayacaktır. Tüm kültürlerin özünü koruduğu, ancak kültürler arasındaki kaynaşmanın sağlandığı bir düzen öngörmektedir. Dünya bizi bir kıtasal devlet düzenine mi götürecek, yoksa ulus devlet şeklindeki yapı devam mı edecek, bunu bizim görmemiz pek mümkün değil.

Amin Maalouf, özellikle devlet liderlerince okunması gereken çok iyi bir kitaba imza atmış. Keşke kitapta anlattıkları gerçekleşebilse ve herkes belirli bir anlayışta olsa. Mümkün mü?
özellikle islâmın ışid gibi rezilötesi oluşumlar yüzünden kendisinin değil de imajının, algılanırlığının ciddi zarar gördüğü şu günlerde hamâsetin eskiden seküler şimdi din(i)dar versiyonunu pek sever hâle gelen ülkemiz insanlarının okumasını şiddetle önerdiğim inanılmaz bir zihin, vicdan ve fikir açıklığına sahip, her eve, her kütüphaneye lâzım muhteşem bir amin maalouf kitabı...
Ben birden fazla kimliğe sahip biriyim. Sizler gibi. Bütün kimliklerimle var olmak istemek benim en insani dileğim. Ama her zaman değil. Ya da bazı koşullarda değil.
Kimlikler kişiyi ifade eden kodlar.. insanoğlu hangi kimliğinin hangi zaman diliminde kullanacağının, tarihsel koşullar tarafından nasıl da belirlendiğinin hem tanığı hem de uygulayıcısı olur.
Farklı kimliklere sahip olmak nasıl insani bir özellik ise bu kimliklerini türlü koşullar altında türlü olumsuz sonuçlara yol açması da bir o kadar insanlıkdışı sonuçlara sebep olabiliyor.
Hangi kimliğiniz zarar görüyorsa siz o oluveriyorsunuz. Siz isteseniz de bazen istemeseniz de.
Sizi diğer insanların gözünde ifade eden tek kimlik tek nitelik bazen bir şey oluveriyor.
Ya da siz onlarca kimlik ten oluşmuş bir yapı değil tek bir kimliğin ifade ettiği birey olmayı seçiyor belki de seçmek zorunda kalıyorsunuz.
Kimliğin ölümcül olması budur.
Sizi ifade eden bir çok kimlik bir zenginliğin ifadesi olabilirken , sizi ya da sizden olmayanları yok edecek bir silaha dönüşebiliyor.
bir amin maalouf eseri. içerisinde çok ciddi, ince tespitler barındırıyor. sindirerek, dikkatlice, düşünerek okumanız önerilir.
tekrar tekrar okunması gereken bir denemedir.