bugün

yine gazetede bir haber gördüm boynum büküldü. varlıklı bir ailenin oğlu yurtdışına dil eğitimi almaya gitmiş, öğrenemeyince depresyona girip intihar etmiş.
bu haber psikolojimi bozdu. zira ben de istiyorum öğrenmek. sonra ikincisini öğrenmek, sonra üçüncüsünü...
boşuna ayırmıyorum haftasonumu yabancı dil kursuna. ve çok da yararını görüyorum tabii. öyle ki ilk kur bitti, toplamda 3 ay kadar ingilizce kursu görmüşüm; bana sorsanız kaptım bu işi ama detaylandırıyorum. yani şu gün kursu bıraksam zaten üst düzey ingilizce sahibiyim.
yine engin bilgilerle dolduğum ingilizce kursundan çıkıp eve doğru yol almaya başlayacaktım ki yaşlı bir alman çift yanıma geldi.
(sonradan yaptığım araştırmalar ve sorup soruşturmam üzerine tahminen toparlıyorum konuştuklarını)
-''excuse me''
- buyrun
dakika bir sıçış bir. anladım ki insan bir anda neler olduğunu çözemiyor. sarışın adam elindeki kitabı açıp koyu yazılıp, altı çizilmiş olan bir kelimeyi işaret ederek, bir embesil ile konuşuyormuş gibi heceleyerek
'' how can we go '' dedi.
kitabı elinden alıp çok bir bok biliyormuşum gibi baktım. baktım ama kitap ingilizce değildi. valla değildi lan, salak olduğu için anlamamıştır demeyin. arada bir you, I, we, go, come vb. kelimelerden anlarım ingilizce olduğunu. zaten adamın tipi de tam bir alman. kesin alman kesin.
kitabın ingilizce olmadığını anlayınca can havliyle ve nereden çıktıysa, sanki kendim biliyormuşum gibi adama
''do you know english'' dedim. vallahi dedim bunu. aslında söyledikten sonra kendimden utandım. adam bana gülümseyerek ''yeah'' dedi.
etraftan görüp ''salağa bak salağa'' diyenler var mı diye etrafıma bir göz attıktan sonra tekrar kitaba baktım ve ''söğütlüçeşme'' yazısını o kalabalıktan çıkardım. gerçi yanında bir şeyler daha yazıyordu ama önemli değildi. zaten söğütlüçeşme'de bir turistin görebileceği tek yer söğütlüçeşme camisi idi. olayı çözmüştüm. geriye bir tek bunu adama anlatmak kalmıştı.
can havli durumu devam ederken adama
''you go''
deyiverdim. adam hala aynı gülümsemeyle yüzüme bakıyordu. rezil bir cümlemsi kurduğumu anladım ve sanki ben de bir an söğütlüçeşme'nin nerede olduğunu düşünüyormuşum gibisinden bu cümlemi şu şekilde değiştirdim ''you can gooooo'' bu uzayan ''o'' düşünüyorum imajı vermişti. adam benim ingilizce kompetanı olduğumu düşünecekti ki
''you go left''
deyiverdim. bu cümlede bir bokluk vardı ama neyin eksik olduğunu çözemedim tabii. ben söyledikten sonra adam da benim söylediklerimi tekrarlıyordu. o da bana
''we turn left, okey''
dedi. ben ''ne tekrarlıyon lan ibne'' der gibi baktım. sonra derin bir soluk alıp;
''you turn left, you go across the road and you turn left again''
dedim ki bunları neremden söylediğimi anlayamadan, adamın yüzüne bakıp
''orada tekrar sorarsınız''
dedim. ben bu dongozluğu yapınca hata yaptığımı farkedip yüzümü ekşitiyordum. adam benim ne kahır çektiğimi anlamış olacak ki ''okey okey'' deyip durdu. artık içinden ''nerede bir dallama var bizi buluyor'' diye geçiyor mudur, bilemem ancak vedalaştığımızda çok nazikti
- thank you very much
- hımm
- very kind of you
- sağolun (ne dedim lan ben duraksayışı)
- thank you
- thank you
ulan ben bu adama ''bir şey değil birader'' nasıl derim, yoksa bu thankyoulaşma sabaha kadar sürer diye düşünürken aklıma kurtarıcı ''bye'' geldi. ancak o da fazla gelmiş olacak ki ''bay bay'' dedim ve arkamı dönüp ''allah'ım inşallah kimse duymamıştır'' duaları eşliğinde, hızla olay yerinden uzaklaştım.
o gün bu gündür kurstan çıkınca ilk iş kurs kitaplarını uygun bir yere* saklayıp; sarışın, renkli gözlü, çekik gözlü vs. dış görünümünden yabancı olduğu izlenimi veren her insandan en az on metre ötede yürüyorum.
kim bilir garibanlar benim tarifimle nereye gitti!
içinden, kendine güven, yapabilirsin, konuşabilirsin diye düşünüp, aynı zamanda kaçmak.