bugün

"toplumda bir tür gevşeme yaşanıyordu; ağır politik sorumlulukların, katı bir düşünsel ortamın, toplumsal görevleri her şeyin önüne koyan bir anlayışın ardından hayatın hep görev olarak değil, bazen oyun olarak da yaşanabileceğini keşfeden bir kuşak yetişmişti. oğuz atay biraz da bu anın ruhsal ihtiyaçlarına cevap verdi; uzun süredir ifade imkanı bulamayan özgürlükçü, şakacı yönümüze seslendi. her dönem olduğu gibi bu da abartılıp atay'ın kendisinin de dalga geçtiği bir tutunamayanlar edebiyatına dönüşünce atay'da önemli olduğunu düşündüğüm yan bence gözardı edildi,"

defter dergisi, 1997 güz sayısı.
(bkz: nurdan gürbilek)
"oğuz atay okumaya o.d.t.ü.'de öğrenciyken başladım. dilimizden düşmezdi yapıtlarından cımbızlanmış cümleler. isminin etrafında bir hale örüyorduk. 'oğuz atay'ı okudun mu?' diye sorar insanlar birbirlerine. geçilmesi gereken bir aşamaymış gibi. oğuz atay okursun ve o dakikadan itibaren onu bilirsin, bir referans olarak kalır adeta."

(bkz: elif şafak)
(bkz: tanpınar ve atay)
1934 dogumlu yazardır. k dergisinde ve "size selim diyebilir miyim oguz bey" adlı yazıda ayrıntılı bilgi edindim kendisi hakkında. yazar dergiye gore bir dahidir. 5 yaşında okumayı ogrenmiş ve okula 2. sınıftan merhaba demiştir. ilk ve orta ogrenimi boyunca asosyal bir tiptir. bunun sebebi kendisinin cevresindekilere gore daha olgun olması, olaylara farklı bakması ve kitap okuma merakıdır. bir donem müzige egilim gostermiş, babasının:"hayatta üç meslek vardır; doktorluk, muhendislik ve hukukçuluk" sozu üzerine istemeyerek mhendis olmuştur. ilk evliligini kendinden beş yaş buyuk bir hanımla yapmış, anlasamamıs boşanmıştır. ikinci evliliği ise bir edebiyat eleştirmeniyledir. tutunamayanlar adlı kalın eserini bu iki kadına itafen yazmıştır. bu romanın dışında biyografi turunde bir eseri ve hikayesi vardır. beynindeki tümör nedeniyle olmuştur.
ben doğmadan ölen; türkiye cumhuriyeti tarihinin en büyük yazarı. serçe parmağının tırnağı orhan pamuk, serçe parmağı yaşar kemal eder.
beyninde tümör olduğu için vefat eden, edirnekapı mezarlığı'nda yatmakta olan deha. insanların hayatlarını değiştiren kitaplar yazan insan, oğuzcuğum atay.
...çıkarlarını düşünmeyenler unutulacaktır. her olayda bir kenara çekilenler
gerçekten de bir kenarda kalacaklardır. yaptıkları işlerin gizli kalmasını
isteyenler, bunda başarıya ulaşacaklardır. kimse, onların varlığıyla tedirgin
olmayacaktır. bir gün öldükleri zaman, arkalarında küçük bir iz, bir anı, bir
gözyaşı, bir eser bırakmadan yok olacaklardır. Gazetedeki ölüm ilanı bile,
yedinci sayfada bir kenarda kalacak, kimsenin gözüne çarpmayacaktır. hayattan
çıkarı olmayanların, ölümden de çıkarı olmayacaktır. ölüm bile onların
adlarını duyurmaya yetmeyecektir. Herkesin mezarında güller ve menekşeler
büyürken, onların mezarlarını otlar bürüyecektir. mezarları bir kenarda
kalmasa bile, büyük ve muhteşem anıtların arasına sıkışıp kaybolacaktır.
cennetteki muhallebicide de garson onlarla ilgilenmeyecektir. ağız tadıyla bir
keşkül yiyemeden masadan kalkacaklardır. hayattan çıkarı olmayanların hayatı ,
çıkmaza sürüklenecektir. kendini beğenmişliğin cezasını daha bu dünyadan
çekmeye başlayacaklardır. sıkıntılarını kimseyle paylaşmasını bilmedikleri
için, yalnız başlarına ıstırap çekeceklerdir. duygu alıverişinden nasipleri
olmayacaktır. duygusuz, hareketsiz, tatsız bir hayat yaşadıkları sanılacaktır.
çektikleri acılarla, yüzlerinin buruşmasına, saçlarının beyazlaşmasına izin
verilmeyecektir. güldükleri zaman sevinçli, ağladıkları zaman kederli
oldukları sanılacaktır. hayattan çıkarları olmadığı da asla kabul
edilmeyecektir. böyle bir yanlışlığa düşülmeyecektir. aslında, hayattan
çıkarları olduğu ispat edilecektir, çıkarlarını korumak için canları çıktığı
halde, bunu beceremedikleri için,
çıkarları yokmuş da bir şey beklemiyormuşçasınagillerden göründükleri yüzlerine
vurulacaktır. Onlar da bu saldırılara bir karşılık bulamayacaklardır.
kendilerini yokladıkları zaman, bütün ileri sürülenlerin gerçek olduğunu,
hayatlarını boş yere harcadıklarını, ne yazık ki artık çok geç kaldıklarını
onlar da açık ve seçik olarak göreceklerdir. işte o anda dahi, delice bir
harekette bulunmalarına, anlamsız bir hayatı anlamlı bir şekilde bitirmelerine
göz yumulmayacaktır. kendilerini öldüremeyeceklerdir. onlara anlatılacaktır
ki, böyle bir davranış bütün yaşamlarıyla çelişki içindedir, gerçekle ilgisi
yoktur. kendilerini öldürürlerse, onlar hakkında varılan isabetli yargıları
çürütmek için gene boş bir çaba göstermiş olurlar. bu hiçbir şeyi değiştirmez.
onlar, bu rezilliğe de katlanarak sürünmeye devam edeceklerdir. hayatlarıyla
yanlış olanların ölümleriyle doğru olmalarına imkan var mıdır? hayattan çıkarı
olmamak, hem tanrının hem de insanların gözlerinde affedilmez bir suçtur,
gelişip yayılmaması için gerekli her türlü tedbir alınacaktır. bütün tarih,
bütün iktisat, bütün sosyoloji, bütün psikoloji, kısaca bütün lojiler, hayatın
çıkarcılığa dayandığını göstermek için yırtınacaklardır, yırtınmalıdırlar.
''Ben çıkarıma bakarım'' diyeceksiniz, bunun için ''babamı bile tanımam''
diyeceksiniz. kimseyi tanımayacaksınız; hele hayattan çıkarı olmayanları hiç!...
--spoiler--
25 Nisan 1970

Selim gibi, günlük tutmaya başlayalım bakalım. Sonumuz hayırlı değil herhalde onun gibi. Bu defteri bugün satın aldım. Artık Sevin olmadığına göre ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım olsun. "Kimseye söyleyemeden, içimde kaldı, kayboldu," dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun. Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız.
--spoiler--

(bkz: bat dünya bat)
yabancıların büyük kaybı. her yerde orhan pamuk var, ulaşılabilir kitapları ama oğuz atay'a en azından ben rastlamadım. büyük kayıp..
Tutunamayanları yazmış, yapmış bunu gerçekten, iyi ki yapmış.Kişiliğe yön veren sıkı kitaplardan biridir.
bütün derdi okunacak bir şeyler yazmak, okunmak olan bir adamın günlük tutup sadece kendinin okuyacağı bir deftere sahip olmasının neye benzediğini, nasıl acıttığını su gibi anlatan yazar...

--spoiler--
kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyorç canım insanlar! sonunda bana bunu da yaptınız.
*
--spoiler--
"sen, yalniz iyi programlarimi dinlemek istedin. alaturka caldigim zaman dugmemi kapatmak istedin. belki gercek canavar ben degilim..."

(bkz: tehlikeli oyunlar)
muhtemelen yaşasaydı "tutunamayanlar" diyeni sikertirdi. ne hale getirdik canım kitabı.
hayata tutunamayaşının üstünden tam 31 yıl geçmiştir bugün itibariyle. beyaz mantolu adam, olric ve ben ziyaret edeceğiz bugün kendisini.

ruhu şad olsun.
''Ölümü de yaşamı ve Türk edebiyatına katkıları gibi ironik oldu. 13 Aralık gecesi, arkadaşlarının evinde toplanmışlardır. Bir ara banyoya girer ve uzun süre çıkmaz.

Banyoya yönelen arkadaşlarına içeriden seslenir: 'Daha ölmedim.' Fakat banyodan uzun süre yine ses gelmez. Arkadaşları endişelenip seslenirler. Cevap alamayınca kapıyı açarlar: Bu kez ölmüştür.''
türk edebiyatının tanrısıdır. sinemada akira kurosawa ne ise oğuz atay'da türk edebiyatı için odur.
Korkuyu Beklerken adli kitabında Babama Mektup öyküsünü tek geçtiğim yazardır.
Biz yıllardır bu kentte yaşıyoruz. içimizde ömrü bitenler oldu. Onları oldukça eğlentili törenlerle gömdük. Bu törenlerden ağıt ve içtenlik yönünden en ağır basanı Hayalet Oğuzun cenaze töreni oldu. Oğuz, istanbulda yaşadı. Oğuz bir dönemi yaşadı. Yeryüzünde belki de hiç kimsenin yaşayamadığı gibi. Tek bir sandalye sahibi olmadı. Bir-iki giysisi temizleyicide durur, kirlenince yenilerini satın alır, iç çamaşır ve çoraplarını en yakın çöp tenekesine atardı. Ev almadı, ev kiralamadı, eşya almadı, eşya tamir ettirmedi, belki de tek bir mobilya mağazasına girmedi. Pasaport almadı, karı almadı, karı boşamadı, kimseyi gebe bırakmadı, resmi dairelere girip çıkmadı.

Bir kez bir kadın parmağına yüzük takıp:

-Oğuz, sen benim nişanlımsın, dediyse de, Oğuz kadının başkalarıyla yatıp kalkmasına hiç ses çıkarmadı. Kimseye baskı yapmadı, canlı ya da cansız hiçbir şeye malı gözüyle bakmadı. Nişanlı geldiği gibi gitti. Bu da Oğuzu ne sevindirdi, ne de üzdü.

Oğuzu, ilkokulu bitirdiğim yıl Fatihteki evimizin balkonundan ağabeyimin odasına bakınca görmüştüm. incecik bir adam, yatakta uyuyordu. Zayıflıktan ölmüş gibiydi. Yüreğim burkuldu. Anneme koştum:

Anne, içeride yatan adam zayıflıktan ölecek, dedim. Oğuz, 21 yıl sonra, 1975 Eylül ayında öldü. 21 yıl süreyle birbirimizi çok sık gördük. Aynı evlerde yaşadık, aynı çevrelerde dolaştık. Aynı kitapları okuduk. O, özellikle yeni çıkan telif kitaplarını ilk günden edinirdi. Ya yazar ona vermiş, ya da Oğuz satın almıştı bile.

Okuyayım, sana bırakırım, derdi.

Ya da en ilginç, en olmayacak satır ve sayfaları bulur, yüksek sesle bana okur, kitabın özünü bir iki dakikada ortaya koyuverir, arkasından bir de şakasını yaptıktan sonra, kitabı bırakır giderdi.

Çoğunlukla da elinde bir ingilizce polisiye roman bulunurdu. Türkçeye çeviri ve derleme olarak yüze yakın kitap kazandırmıştı. Adını hiçbir zaman çevirmen, yazar, ozan, şunu yaptı, buna çalışıyor, bunu hazırlıyor... gibilerden kullanmadı. Yazın çalışmalarında tam bir fabrika işçisiydi. Sığınabileceği bir köşede çalışır, çalışması bitmeden kazanacağı parayı çekmiş, bitirmiş, sayfalarca çeviri bedeli de borçlu kalmış olurdu. Yüzlerce film senaryosu yazdı Yeşilçama. Bunların tümünün adını bile bilmez, filmleri de görmemiştir. Parasını alınca da dar paçalı bir blucin, bir kazak, bir montgomeri ya da mevsime göre yeni bir gömlek satın alırdı.

iyi bir yemek yer, ardından Kulis, Papirüs gibi barlara uğrar, barmenlere önceki içki borçlarını öder, yanındakilere içki ısmarlar, oracıkta rastgeldiği bir iki dostuna:

-Şu paramı saklayıver, sonra senden isterim, hepsini bitirmeyeyim, der, belki o gece Klüp 12'de bir şişe viski açtırır, geceyi bir bar kadınının yanında, kadına dokunmadan sızarak geçirir, ertesi gün bir Bafra sigarası alacak parası kalmadan, gene Taksim-Beyoğlu çevresinde yaşamına başlardı.

Kurbağa bacağı, mantar turşusu gibi garip yiyecekler severdi. Beyoğluna gelen ilginç filmleri de ilk gören o olurdu. Çok ender insanda rastlanan bir zekası vardı. Ölmeden beş gün önce Bulvar kahvesinde oturuyorduk. Oğuz: E.ye uğradım. Sen benden daha önce gebereceksin, çok seviniyorum dedi, diye gülerek anlattı. Hepimiz gülüştük. insanın, kendi ölümü üzerine, ölmeden dört gün önce şaka yapabilmesi üstün bir zekanın bile işi değil. Ölmeden dört gün önce, insanın hastaneye tıraşlı bir yüzle gitmesi için, Cağaloğlunda para araştırması inanılır gerçek değil.

Biz hep ;Hayalet ölmez;, diye düşünüyorduk. Onu, Heybeliada sanatoryumuna götürmedik bile. Son yemeğimizi Degüstasyonda yedik. Salçalı bir dana söylemiş: Ağzının tadını bilen ağabeyin de, hep bu soslu danayı yer burada, demişti. Ben de arsızlıkla onun soslarına ekmek batırmış, bir ay Heybeliada da dinlen, sakın istanbula inme, biz gelir seni görürüz, demiştim. Erken çıkmıştık lokantadan. istiklal Caddesi kalabalıktı gene. Havasız ve pisti her zamanki gibi. Oğuz heyecanlı idi. Sanki önemli bir olay onu bekliyordu. Erken yatmak, bir an önce hastaneye gidip, yerine uzanmak istiyordu. Ama bu gidiş hastaneye, ölüme falan değil de, hiç çıkmadığı bir Avrupa yolculuğu, ya da sevdiği bir kadınla buluşacağı sabahı bekleyiş gibiydi.

-Senin de Celal Sılay için yazdığını okudum, dedi.
-Meraklanma, senin ölüm yazını da kaleme alıyorum, dedim.

Gülüştük.

Tünele doğru yürüyecekti. Otuz yıldır yaşadığı bu caddede son yürüyüşü olacaktı bu, yorgundu. Ağabeyimin evinde uyuyacaktı, yanında pek tanımadığı bir üniversiteli genç kalacaktı. Bu çocuk onu sabah Ada vapuruna bindirecekti. Ve Oğuz dört gün sonra akciğer kanserinden boğularak ölecekti. Kırk altı yaşında ve kırk altı kilo olarak.

Oğuz öldükten birkaç gün sonra şunları yazmaya çalışmıştım: Sevgili Oğuz istanbul kentini bu Eylül ayı bıraktı. 3 Eylül 1928de doğdu. 17 Eylül 1975de öldü. 1.73 boyunda, 46 kilo idi. Şişli camisi avlusuna tabutunu dört kişi hafif bir çanta taşır gibi getirdi. O zaman tabutun içinde onun yattığına kuşkum kalmadı.

Oğuzun çok güzel, neredeyse kitap adı gibi Eğlentili Bir Gömme Töreni oldu. Mezarına sahip çıkacak bir hısmı bulunamadı. Yanına kimse gömülmesin, mezar cemaatın olmasın diye, tapusu Sinematek Derneği adına çıktı. Oğuzun çok güzel bir mezarı oldu. Üzerine açık leylek rengi kır çiçekleri diktik. Mezarlıklarda ekmek paralarını çıkaran çocuklar da bol su döktüler. Toprak canlandı. Güzel koktu. Çelenklerini üstüste yığdık. Çocuklar gene diri gonca gülleri suladı. Görevimiz bitmişti.

Otuz kadar yakın dostu Krepen Pasajındaki Neşe Meyhanesinde oturup, onun anısına yedik, rakı içtik, üstelik iştahla yedik. Akşamüstü aşuresi bile pişip geldi.

Beyoğlundan uzaklaşırken biraz sarhoş ama çok üzgündüm.

Oğuz yaşamının çeyrek yüzyılını elliye yakın dostunun evinde geçirdi. Oğuz aylarca da benimle kaldı. Onun konukluğu bir kelebek gibiydi. insana kendini hiç belli etmemeye çalışır, hiçbir özel isteği olmaz, ince ve sevimli bir sesle konuşur, eve gelirken çiçekler ve pasta getirir, bana Alman eğitiminden geçtiğim için, Mutti, derdi.

Yatma saati geldiğinde bir yere kıvrılıp uyuyuverir, sabah yanına erken saatte bile gelinse, hemen bir espri yapardı:

-Ne o, sahura mı kalktın?

Kimsenin görmesine olanak vermeden hemen giyiniverir, azalmış saçlarını özenle tarar, kolonya sürer, bir bardak çayını kendi koyup, Bafra sigarasına başlardı.

Oğuz, yanında kaldığı dostlarına aldığından çok daha fazlasını verdi. Dostluk, güleryüz gösterdi onlara. Akıllıca yapılmış şakaları ve bulunmaz kişiliğiyle öylesine yeri doldurulamaz bir insandı ki, onu tanımış, onunla birlikte günler, geceler geçirmiş olmayı, erişilebilecek mutlulukların en büyüklerinden sayıyorum.

Balıkpazarı meyhaneleri, Beyoğlu lokanta ve gece kulüpleri, kahveler, Nazmi, Kaptan ve ender olarak gittiği birkaç taşra kentinde geçen bu kısa yaşam, boyutlarına yeryüzünde herkesin erişemeyeceği bir yaşamdı.

Ölümünden altı ay kadar önce, yağışlı bir günde bana küçük bir valizini getirdi. Yıllardır hiç açılmamış. Afrika Handa, Bülent Oranda kalmış bir valiz içinden iki taş baskısı örtü çıktı. Yepyeni, onları bana verdi.

-Bunları bir kızla birlikte almıştık, dedi.

Kadının güzelini bilir, bu kadınlara annesi, arkadaşı ve aynı zamanda sevgilisiymiş gibi bakardı. Valizden ayrıca; yedi sekiz yıldır kullanılmamış bir diş fırçası, çoğu bitmiş bir ipana diş macunu, Yüksel Arslan ve Ömer Uluçla bir fotoğrafı, gene arkadaşlarıyla Bebekte lokantada bir fotoğrafı, film çalışması yaparken bir fotoğrafı, temiz iki beyaz cin pantolon, fayans üzerine basılmış antik bir oto resmi, kirli çorap ve kirli çamaşır, bir iki ozanın adına imzaladığı kitap, bir iki kolej kitaplığından alınma ingilizce ekonomi kitabı çıktı... hepsi bu, işe yararlarını bana verdi, gerisini attı.

Son olarak kaldığı ağabeyimin evinde, ölümünden sonra şunlar ilişti gözüme: Hastaneye getirmemizi istediği ve temizlettiği pantolonunun üzerinde Türkiye Cumhuriyeti 1960 Anayasası duruyordu. ingilizce bir polisiye romanını yarısına kadar okumuş, kaldığı yeri işaretlemişti, ağabeyimin telefon defterine en çok çalıştığı Yalçın Ofsetin telefon numarasını yazmıştı. Bunun dışında eski gocuğu, hiç yayımlanmamış bir iki şiiri, yazlık ayakkabıları ve şöyle bir not: daktilo otelde, gömlek temizleyiciden alınacak... Ayaspaşadan Levente... Leventten Ayaspaşaya... vb.

Yolları araç ve garip bir insan kalabalığının karşıdevrim gibi sardığı istanbulu;Katmanduya benzetiyor, son aylarında: Artık gerçekten yaşamak istemiyorum, hiç tadı yok, diyordu. Ama bunu söylerken soyut bir bunalımı dile getirmiyordu. Oğuz, bunalan bir insan değildi. Onun akıl ve mantığı bu tür gereksizlikleri çoktan aşmıştı. Hiçbir zaman,

-Sıkıldım, acıktım, uykusuzum, yorgunum, bile demedi.

Akciğer kanserine yakalandığını bilmedi, yakınmadı da,

-Solurken ciğerlerim acıyor, uyutmuyor beni, demekle yetindi.
-Çok hastayım, demedi. Doktorun terimini kullandı: Çok hastaymışım, dedi.

Her anlamda olumsuzlaşan istanbulu artık istemiyordu ve ölümü de öylesine umursamıyordu ki... hani;

-Beyoğlunun tadı kalmadı, artık öteki dünyaya gidelim, der gibi. Ve ölmeden dört gece önce Degüstasyonun kapısı önünde karşılaştığımız Ali Poyrazoğlunun yanağından makas alıyor,

-Tatlıhayat kurbanları gene nereye? diye takılıyordu.

(bkz: tezer özlü)
(bkz: Degüstasyon)
(bkz: eski bahçe eski sevgi)
daha önce hiç oğuz atay okumamış bir insana tutunamayanlarla başlaması önerilir. bazılarınca bu altınvuruş olarak nitelendirilebilir ama yapacak bir şey yoktur. oğuz atay okumak zorlu bir yoldur mücadele etmek lazımdır.
Bugüne kadar hunharca okuduğum halde, neden hakkında hiç entry girmediğimi düşündüm ve bir şeyler yazmaya karar verdim.
Öncelikle çok tuhaf bir adam. Bu tuhaflığı kendi içinde o kadar sıradanlaştırmış ki, okuyana bile normal gelmeye başlamış. Bir gün küçük iskender'in, Oğuz Atay'la ilgili bir sohbetine denk geldim: "Ben de Oğuz gibi ölmek isterim. Basit bir hastalıktan ya da yaşlılıktan ölmek istemem." diye anlatıyordu. Oğuz Atay'ın, Beyninde tümör olduğu için öldüğü bilinmekte. Ancak bunun yine kendi gibi tuhaf bir hastalık olduğu ortada. Beyin kanseri diye geçiyormuş. Bu tarz "diğer"lerine benzemeyen, insanların düşüncelerini önemsemeden yazan ve yazarak yaşayan adamlar çok uzun zaman dilimleri içinde geliyor dünyaya. Türk edebiyatı'nı getirdiği nokta, gerçekten tartışılamaz. Huzurla uyusun..
insan bilinci yaratılmamış olsaydı oğuz atay onu yaratırdı.
karakterlerinin anlık psikolojileriyle dalga geçen, sorunlarına mizahi çözümler bulan, yaşamında kitapları ikinci basımı görememiş tutunamayan yazar.
yaşasaydı, en büyük eseri saydığı türkiye'nin ruhu ile belki edebiyatta patlama yapabilecek, diğer romanlarının harikuladeliğine yeni romanlarıyla da katkı yaparak türk edebiyatına dünyada saygınlık kazandırabilecek potansiyele sahipti. sayısal zekadan ne kadar farklı ve iyi bir romancı çıkabileceğini gösterdi bize.

ha, bu arada adamı metalaştırmayın, tapmayın; kitaplarından da ders çıkarmaya kalkmayın.

bat dünya, bat!
Türk Edebiyatı'nda yazdığı Tutunamayanlar ile post-modern tarzda eser veren ilk yazarımız Oğuz Atay'dır.
Beyninde çıkan bir tümör nedeniyle büyük projesi "Türkiye'nin Ruhu"nu yazamadan 13 Aralık 1977'de, istanbul'da öldü.
Türkiye'nin Ruhudur.Candır canandır.Hayatta en çok korktuğu şey başına gelmiş ve genç yaşta beyin tümöründen vefat etmiştir.Tutunamadığı hayatının baharında.
onu bir de tezer özlü'nün hayalet oğuz'u olarak okuyun,oku yazar oku.offf efkar çöktü yine.