bugün

nerelisin sorusunun cevabı bir kent ise kaçınılmaz olan müteakip soru.
+nerelisin?
-cevabı bir kent.
***müteakiben***
+nerelisin?
Bir sonbahar tünelinin içine yürüyordu hayat. Arka cebimde şiir yazmak için siyah kaplı bir defter ve yanımda bir kurşun kalem taşıyordum. Sayfalarında en son 2003 tarihi yazıyordu defterin, demek ki o zamandır küs duruyordum. O bilmiyordu!
Şiirimi kaybetmiş şimdi yabancı ve çokça sevmediğim bir şehrin sokaklarında yeni satırlar arıyordum.
Sonbahar ılık bir güneşin altında yavaşça ağaçların dallarına uzanıyor, nazikçe dudaklarını yaprakların ucuna doknuyor ve onları kopartmak için izin istiyordu.
Yüzyıllık ağaçlar reveransla karşılıyordu böylesine bir jesti.
Sonbahar kiminden tek tek kiminden elele sararan yaprakları özenle çalıp caddelere hediye ediyordu.
Yapraklar dallarından kopmadan düşüyordu, hayat aramıza yaprakların üzerine atlamış bir çocuk bedeni gibi uzanıyordu.
Geceleri bir sis Eifel'i boğuyor ve çiğ yağıyordu yerde ölü yatan yaprak yığınları gibi atılmış hayallerimizin üzerine.
Ben nicedir rüyalarımda sıçrıyor o ise nicedir rüya görmediği için uykudan kaçıyordu. Uzun uzun konuşuyorduk uyandığımızda çokça hayata dair. Ben ona hikayeler anlatıyordum gerçek gibi. O'nun anlattığı gerçekler bana birer hikaye gibi geliyordu. Filmini çekmeye karar verdim şu yaşadıklarımızın. Senaryosunu biz yazıyorduk, başrolünde o olacaktı, seyircisi ben belki... Bir isim buldum , elbette söyleyemezdim ona.

Gece karanlığında, ışıkların altında, gölgelerin arasında süzülüyorduk şehrin gizemine. Kenarda bir kaç kafe, kimsesiz kendi halinde lokanta buluyor ve içtiğimiz ucuz şaraplarla daha kolay sarhoş oluyor, kayboluyorduk gecnin sessizliğinde. Turistler bilmediğimiz dillerde fotoğraflar çektiriyor, tanıdık bir silüetin içine sığmaya çalışıyorlardı. Çok karanlıktı gece ve içimizdeki umudun ışığı aydınlatıyordu dünümüzü.
Bir zamanlar kanla yıkanmış Bastil geliyordu aklıma. Ece Ayhan'ın sorduğu o meşum soruya doğru cevabı bulamıyordum bir türlü "Maveraünnehir Paris'te nereye akmıştı sahi?"

Geceleri içimizdeki fenerlerle aydınlattığımız sokak aralarında gündüzleri Lüksemburg Müzesinde bilmediğim meyvelerden yüzler yapan 500 yıllık miyelist bir ressamı arıyorduk ama bulamıyorduk velhasıl birtürlü. "Velhasıl" gibi hayat bağlaçları habercisiydi birşeylerin seziyordum. Durup başkalarına adres soruyor sonra yine içimizde kayboluyorduk.
Oysa Paris durmuyordu. Sevgililer birbirileri ile buluşuyor, çocuklar kaykaylarını ittiriyor, yaşlılar baget kuyruklarına giriyor ve sonbaharın yapraklarını süpürmeye hiçbir çöpçü yeltenmiyordu. Sanki bir nazarlık ya da dekor gibi duruyordu sonbahar şehrin kenarında. Bize ilişmeden, Birilerinin hayatına iliştirilmiş gibi...

Napolyon'un mezar taşının başında üç kulfuallaha bir elham okuyordum tüm ölmüş kahramanların adına. Komet geliyordu aklıma Sart'ın Perlaşezdeki mezarı başında ellerini havaya açmış dua ederken. Gülerek anlatıyordum uzaktan yürüyen ona. Ağaçlar gülüyordu, meydanlar gülüyordu, o gülüyordu uzak ama çok yakındakilerden daha yakın...
Ben?
Ben zaten gülümsüyordum.

Takip ediyor, takip ediliyor, bir zamanlar nasıl takip edildiğimi anlatıyordum birbirine karışık heyecanlarla. Zincirlerle çekiliyordu zaman "kimsesiz halk çocuklarının ayaklanmasında'n".
Ağır, hantal ve çabuk geliyordu öğleden sonraları. Güneş yanaklarımıza değerken akılda bir Akdeniz öğleden sonrasının çekilemyen poloraid sarısı...

Derken günlerden bir gece...
Bir gece , çok önce kaçan o ilham perisi geldi yine kondu omzuma. Bana şiirler söylüyor, hayatı uyaklarla anlatıyor ve olmadık bir düşe yeniden kapı açıyordu. Oysa ben bu şehri sevmemiştim hiç. Cafelerinde garsonlarına küfretmiş, semtlerindeki köhne nostaljisiden nefret etmiştim. Ama şimdi sonsuzluğa doğru o bildik kapı yeniden aralanmış vücudum uykuya teslim olurken, beynim uyanmıştı.

Kalktım sessizce onu da uyandırdım. Kulağına yaklaşıp fısıltıyla şiirler okudum ona. Hiç yazılmayacak, ertesi sabah muhtemelen hayal meyal hatırlanmayacak. Unutulucak şiirler mırıldandım kulağının arkasına, kalbinin kırıkyarısına...
fısıltıyla
Kırık kanatlarını dikmek için bütün gece öpüp durdum sırtındaki kemikleri içimden. Çok kırılmıştı ama çabuk iyileşecekti neyseki.

Uyandığımızda güneş çoktan doğmuş, bulutlar gitmiş, Paris maratonu bitmiş, cafeler öğle yemeğine geçmişti. Sonbahar keyifle gülümseyerek perdelerin arasından sızmaya çalışıyordu.

"-Rüya mıydı?" diye sordu.

"- Bilmem!" diyebildim.

"-Nerden girdin hayatıma ?" dedi

"-Kalbinden" dedim.

Sonra?
Birkaç saat sonra mesajı geldi.
"bir ömür yetmeyecek" yazıyordu...Neyseki okuyacağım şiirler vardı hala aklımda.
ilham perim "kırık kanatları iyileştirme" üzerine yeni cümleler fısıldıyordu ben uyurken hala kulağıma.
virgül