bugün

Cahit Koytak'In harika bir şiiri. *
Gazze Risalesi’ şiirini okuduktan sonra,
Telaviv’li Jozef’e de bir mektup
yazmamanın eksiklik olacağını bana
hatırlatan sevgili kardeşim Mehmet’e
( Mehmet Koytak’a)…

I
yirmi bir gün boyunca orada, Gazze’de
yaptıklarını gördük, Jozef,
yakıp yıktıklarını gördük senin,
söndürdüğün ocakları, dağladığın yürekleri,
evsiz barksız, anasız babasız
bıraktığın çocukları gördük,
ve gücünü gördük, böylece,
hünerlerini gördük, Josef,
bilgini, erdemini ve sanatını gördük,
ama yüzünü göremedik senin,
yüzünü göremedik, nerede o,
ne oldu ona, yok mu senin yüzün?

yanan Gazze’yi seyrederek
onun ışığında hannukah*
yapmaya gelen israilli turistlerin
arkasına mı gizliyorsun onu?
onlara havai fişek zevki veren
fosfor bombalarının arkasına mı
gizliyorsun onu, nerde yüzün senin?

ömründe Nelly Sachs okumamış,
Kafka ya da Canetti okumamış
katıksız hödük, körkütük cahil,
yetmezmiş gibi, meslekten katil
politikacıların arkasına mı
gizliyorsun onu?

medya örtüsünün, o şeytanî yalıtımın,
büyük yalan endüstrisinin
arkasında mı gizliyorsun,
nerde senin yüzün?

yaptıklarını gördük, Jozef, günü gününe,
Gazze’de yirmi dört saat ölümün emrinde
yarattığın harikaları gördük;
öldürme sanatının, Auschwitz´den beri
belki en yetkin örneklerini,
Oliver Stone’u, Spielberg’i aratmayan,
ustalara özgü ‘ekşın’ trüklerini…

bir tek, senin yüzündü, Jozef,
göremediğimiz bir tek senin yüzündü.
nerede o, ne oldu ona,
yok mu yüzün senin?

yoksa, yıkıntıların arasında
annesini, babasını, kardeşlerini,
bayramlık kırmızı patiklerini
ve bez bebeğini arayan
yedi yaşındaki Teyyube’nin
arkasında mı gizliyorsun onu?
küçük Teyyube’lerin,
küçük Yusuf’ların arkasında mı?

Tanrının, bunca acı karşısında,
büyük olasılıkla, kendi yerine
ağlasınlar diye yarattığı
ve ağlamanın da, gülmenin de
o güzeller güzeli yüzlerine
dünyadaki herkesten daha çok yakıştığı
Gazzeli çocukların arkasında mı
gizliyorsun onu,
nerde senin yüzün?

II
kalbini ve ruhunu uyuşturan
yatışmaz suçluluk duygusunun,
yunmaz yıkanmaz günahların,
onmaz vicdan yaralarının içinde
kendi cürümlerine tutsak yaşatmak için seni,
yüzüne maske geçiriyorlar,
eline silah veriyorlar senin, Jozef,
tanklara, uçaklara bindiriyorlar
ve Gazze’ye,
çocukları öldürmeye gönderiyorlar seni,
karanlıkta oturan yaşlı adamlar.

Filistin’li ikizinle senin
aynı kahvede, aynı amfide,
aynı kamp ateşinin başında
oturup dinlerken birbirinizi,
siz ikiniz, Yusuf ile Jozef,
Tanrının kendi diliyle yazdığı
tek bir öykünün değişik iki sureti,
değişik iki varyantı olduğunuzu
fark edesiniz istemeyen yaşlı adamlar
yüzüne maske geçiriyorlar senin,
eline silah veriyorlar,
tanklara, uçaklara bindiriyorlar
ve Gazze’ye
çocukları öldürmeye gönderiyorlar seni.

Yusuf’un kardeşleriyle, Jozef’in kardeşlerinin
birbirlerini ıslıkla oyuna çağırmalarını,
aynı bayırda uçurtma uçurmalarını,
aynı şehrin, aynı meydanında, aynı coşkuyla
özgürlük marşları söylemelerini
istemeyen yaşlı adamlar,
seslerini duyduğun, ama yüzlerini
görmediğin Siyon babaları,
yüzüne maske geçiriyorlar senin,
eline silah veriyorlar,
tanklara, uçaklara bindiriyorlar
ve Gazze’ye,
çocukları öldürmeye gönderiyorlar seni,

Siz, Filistin’in bütün evlatları,
birlikte kaldırıp bütün hudutları,
hudutlardaki gözetleme kulelerini,
karakolları ve mayınları,
beton duvarları, kağıt duvarları,
petrol duvarlarını, para duvarlarını,
medya duvarlarını,

birbirinizle ve yeryüzünün öteki çocuklarıyla
buluşmanızı istemeyen yaşlı adamlar,
ağızları mezar toprağı kokan kabile ataları,
Moloch** ve adamları,
Moloch ve kahinleri,
Moloch ve onun tapınak bekçileri

yüzüne maske geçiriyorlar senin, Jozef,
eline silah veriyorlar,
tanklara, uçaklara bindiriyorlar
ve Gazze’ye,
çocukları öldürmeye gönderiyorlar seni.

III
ve adına israil denen o toplama kampında
tutmak için seni, jozef, genç arkadaşım,
bütün Ortadoğu’yu vaat ediyorlar sana
karanlıkta oturan o yaşlı adamlar,
seslerini duyduğun, küf kokularını aldığın
ama yüzlerini göremediğin
Moloch’un kahinleri.

Gazzeli akranlarınla senin
aranıza çekilen kin duvarının,
kin ve nefret duvarının ardında
tutmak için seni,
belki bütün doğuyu, bütün batıyı,
bütün yeryüzünü ve gökyüzünü
vaat ediyorlar sana,

ne kadar küçük bir bedel bu,
bir düşünsene, ne kadar küçük
ve orantısız,
gerçekten senin olan
bir hayata karşılıksa eğer!

ne kadar haksız ve onur kırıcı
bir bedel bu, bir düşünsene,
gerçekten senin olan bir kalbe,
gerçekten senin olan
ve sende kalması gereken
bir ruha karşılıksa eğer!

ne kadar anlamsız!
ne kadar boş ve yavan!
bir düşünsene:

dünya senin
ve kimse saygı duymuyor sana!
dünya senin
ve kimse güvenmiyor sana,
dünya senin
ve kimse sevmiyor seni!
dünya senin
ve gerçekte sen yoksun
Ajan Smith’ler*** giriyor çıkıyor tenine,
Ajan Smith’ ler yaşıyor
senin yerine!

yani plastik ve nikel,
kablolar, kablolar, kablolar…
dijital sinir ağları,
elektroniğin mucizesi,
insansız uydu,
insansız insanlık düşü,
insansız arz-ı mevut,

ve insansız dönüşü
aklın, cennete!

ne kadar akılsızca ama!
ne kadar aptalca!
ne kadar sersemce!
bir düşünsene, Jozef,
bir düşünsene!

IV
tankların içinde, çelik kabukların,
demir maskelerin içinde Gazze’ye sokulurken,
kendini güçlü hisseden,
güç yanılsaması içinde sarhoş,
öldüren, yakıp yıkan, yerle bir eden
sen olabilirsin, Jozef,
sen olabilirsin, evet,

ama bunu yaparken,
Tanrının sana bahşettiği tek şansı,
kısa da olsa, bir ölümlü için
ebediyetten daha değerli bir şeyi,
kendi biricik hayatını
yaşayan sen değilsin,
bunun farkında mısın?

onu senin yerine kullanan, harcayıp tüketen,
sonra da bir makine hurdası,
bir ajan smith posası gibi, kaldırıp
vicdanın eritme kazanına atacak olan,
Nazi toplama kamplarında,
krematoryumlarda kafayı sıyırmış,
ipini koparmış intikam manyakları,
azılı iktidar düşkünleri olduğunu
bilmiyorsun, değil mi?

bu adamların içinde, karanlıkta oturan
ve yüzünü kemik yığınlarının,
para balyalarının
ve talmut tomarlarının arkasında saklayan
yaşlı intikam tanrısını
tanımıyorsun, Jozef,
tanımıyorsun, değil mi?

tanımıyorsun onu, tanımıyorsun,
karanlıkta oturan
ve yitik kuşakların yaralı bilincinden
yeni savaş makineleri
ve yeni altın buzağılar üreten,
yaşlı kabile tanrısını
tanımıyorsun, değil mi?

V
Filistinli Yusuf için yazılan dizelerle
dolup taşıyor dergiler, kitaplar, Jozef,
ve dünyanın her yerinde
-israil hariç -
şehirlerin duvarları.

onun için yakılan şarkılarla,
ağıtlarla dolup taşıyor
dünyanın her yerinde,
- israil dahil -
yoksulların gönülleri…

şu soruyu soralım şimdi:
senin için de yazan oldu mu hiç?
bir düşünsene, Jozef,
senin için de yazan oldu mu,
bir şiir, bir şarkı,
hiç değilse, bir dize?

sıyırsa şakağını, sözgelimi,
bir sapan taşı, Gazzeli bir yeni yetmenin,
ve “bir damla israilli kanı için
on Filistinli!” diyerek
bir bomba daha göndersen
tepesine, Gazze’de bir okulun,
yakan olur mu, bir düşün,
kutlamak için seni,
dünyanın herhangi bir yerinde,
- israil dahil -
bir şarkı, bir şiir, bir dize?

vurulsan şakağından, ya da,
bir başka sapan taşıyla,
Filistinli bir başka yeniyetmenin
ve düşsen toprağa kanlar içinde,
“bir israilli için yüz gentil!”****
diyerek kalksa uçak filoları,
yerle bir etmek için Gazze’yi,
yakan olur mu, bir düşün, Jozef,
yasını tutmak için senin,
dünyanın herhangi bir yerinde,
israil dahil,
bir ağıt, bir türkü, bir dize?

bir düşün, Jozef, düşün bunları,
ve aynadan geçir kendini,
sanatın bu şaşmaz terazisinden de,
kendini, yapıp ettiklerini!

VI
ruhunun derinliklerine inmeyelim, Josep,
iki bin şu kadar yıllık gücenmişliklere,
Babil sürgününe, Nazi kıyımına falan…
insan ruhu, doğumdan başlayarak,
bilincin yol teperek açtığı
bir tür keçiyoluysa, Jozef,
senin ayakların hep çölleri,
bilincinse, hep çukur tümsek,
dere tepe, çok sapa, çok hörgüçlü
güzergâhlar seçti her zaman,
biliyorum bunu.

bu yüzden de, her zaman biraz uzak
ve yabancı kaldın öteki yolculara;
çok itildin kakıldın yollarda, bu doğru;
merhamet adına ne ırmak, ne dere
çıkıyordu önüne, geçtiğin yörelerde;
çok düştün kalktın ve süründün
varıncaya kadar, bugün bulunduğun yere.
ve sonuç: bilincin de, yüreğin gibi
böyle yara bere içinde.

anlıyorum seni, anlıyorum, Josef,
çevrende hep bir yıkım, bir cehennem
ve cehennemin ortasına kurtarılmış bir cennet
görmek istiyorsun, anlıyorum seni,
seyretmek için, aynada seyreder gibi,
orada, alevlerin içinde,
ruhunun çektiklerini,
çekebileceklerini, öteki’nin teninde.

ama işte tam bunun tersi de olabilirdi:
yani iki bin şu kadar yıl, onca yolu teptikten,
onca acı çektikten sonra,
yüreğin herkesten daha arınmış,
tutkulara karşı daha tok,
daha şen ve uyumlu,
daha güven dolu, daha bilgece
çarpabilirdi, Jozef,
bütün itilmişler, kakılmışlar için,
bütün itilmişler, kakılmışlar adına.

yüzün tertemiz çıkabilirdi,
Peygamber Jacob’un oğlu Jozef gibi,
susuz kuyuların, sürgünlerin,
tecritlerin içinden.
yüzün de, bilincin de tertemiz çıkabilirdi,
Filistinli öteki çocukların,
belki bütün yoksul çocukların
ortak projesine:
‘Mısır’a prens olmak’ düşüne!

avuçlarının birinden
Nil’in suları gibi buğday,
ötekinden, yine Nil’in
suları gibi şiir
akıp çağlayan,
yere de, göğe de cömert
bir insan olabilirdin, yani…

çocukların olduğu yerde
Tanrının da olduğunu
düşündün mü hiç, Jozef?
ve onların gözlerinin içinden
her şeyi, ama her şeyi
izleyip durduğunu O’nun?

bunu düşün ve kaldır başını sonra,
kaçırmadan bakışlarını
dosdoğru bak, bakalım,
bakabiliyor musun,
Gazzeli çocukların gözlerinin içine,
sonra kendi çocukluğunun gözlerine,
sonra da Tanrının?

bak, bakalım, bakabiliyor musun,
bunca çocuk ölüsüyle,
bunca bebek ölüsüyle,
bunca anne ölüsüyle?

VII
sana yapıp ettiklerini
sayıp dökmek ve böylece,
yol açtığın yıkıntıların altından
önce kendi yüzünü bulup çıkarmanı
kolaylaştırmak istedim.

Gazzeli Yusuf için yapman gerekene gelince,
bunu benim söylemem, lafı uzatmak olur;
herkes söyleyebilir bunu sana,
Kâbil’e akıl veren
şu çalçene kargalar bile.