bugün

hayatin ve evrenin, mutlak ve kesin bir anlami olmadigi icin ozgur ve neseliyiz biz. buyuk cevabi bilmedigimiz ve hicbir zaman da bilemeyicegimiz icin, kendi kendimize buyuk sorular sorup buyuk cevapli ninniler uydurarak kah aglayarak kah gulerek konup gocuyoruz bu alemden.
Galatasaray.
uzerinde fazla durulursa kafayi yedirtendir.

biz insanlar, yaratılıştan anlamı olmayan bir dünyaya fırlatılma talihsizliğini yaşamış olan, anlam arayan yaratıklar gibi görünüyoruz.

en büyük görevlerimizden biri yaşamı destekleyecek kadar sağlam bir anlam icat etmek ve bu anlamı ortaya koymadaki kişisel katkımızı inkar etme şeklindeki hileli manevrayı gerçekleştirmektir.

böylelikle anlamın, dışarıda bir yerlerde bizi beklediği sonucuna varabiliriz. sağlam anlam sistemlerine yönelik süregiden araştırmamız sıklıkla anlam krizlerine sokar bizi.

hayatin anlami sorusu, buddha'nin dusundugu gibi aydinlatici degildir.

insanin, kendini yasan nehrine birakmasi ve sorunun akip gitmesine izin vermesi gerekir.
hayatın bir anlamı yoktur, insan kendi anlamını ya da kendi anlamsızlığını yaratır.
kendi değerini ya da değersizliğini yaratır.
hayat sloganlara feda edilmeyecek kadar değerlidir.
hayat küçük bir beyefendi olmaktır.
lanet olası küçük bir beyefendi.
çünkü büyük bir insan olmak,
küçük bir beyefendi olmak kadar mutlu edemez insanı.
küçük başarılarla övünmek,
tarihe adını yazdırmak kadar mutlu eder insanı.
insanların övgüleri mutlu etmesin seni,
vicdanın alkışlasın.
öyle bir bul ki kendini aziz dostum,
öğren ki kıymetini,
bu dünyada bir anlamın olduğunu göreceksin;
ve sen o anlamı yaratacak olansın.
yarattıklarınla övün aziz dostum,
yaratılanlarla değil.
ve yaratmak her zaman
yoktan var etmek değildir;
bazen vardan var etmektir.
ve her yok bir vardan olmuştur.
hayatın anlamı yok olamaz, çünkü sen varsın dostum.
Manidar dır, gizemli bir anlam taşır. Herkes için hayatın anlamı ayrıdır, çünki herkes farklı birşey için yaşar ve herkesin hayattaki hedefleri farklıdır. Belkide hayatı anlamlı kılan beklentilerimizdir, yarınlardan ne bekliyoruz yada neyi hedefliyoruzdur? Bazıları için korkunçtur çünki ne istediğini bilmez kararsızdır, hırslı değildir, belkide kendine güvenmiyordur ve herkes bu konuda endişelerle acabalarla doludur. Bazıları hayattan beklentileri olmadığı için anlamsız bile kılabilir hayatı. Hayatın anlamı bizde gizlidir ve çoğumuzun aslında hedefi kusursuz mutluluktur.
hayatın anlamı herkes için farklıdır. kimi sevdikleri için yaşar kimi inandıkları için kimi de kendi için yaşar.
herkes için ayrıdır. kimi ilahi aşkta, kimi annesinin kokusunda,kimi sevdiği kızda , kimi de hayatının erkeğinde bulur hayatın anlamını.
"kavram" denen şeyin varlığından habersiz milyonlar var. yani isimlendirdiği şeylerin "isimlendirildiğinden" ya da onların "şey" oluşlarının farkına varmaktan uzak, "fikir" sahibi olmakla hiç tanışmamış insanlar bunlar. bunlar ne yaparlar?

bunlar hayatta kalmaya bakarlar.
onu beecerdikten sonra da zevk almaya bakarlar. maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisi, bu muğlak organizmalar incelenerek hazırlanmıştır. kesin çizgilere ve basit katmanlara sahip olmasının, ön yargılı bir tespit olmasının sebebi, incelediği organizmanın dolaysızlığından ve kapsamsızlığından kaynaklanmaktadır. "aylak zaman"ın net tanımını maslow veremez mesela.

konuya dönersek...

herkesin buluştuğu ve katılımda eşitlendiği tek gerçek hayatın iki nokta arasında süren bir çizgi olduğu. o noktalarda ne kadar çırpınırsak çırpınalım, ayrılamıyoruz. ve o iki noktanın arasını algılayamayan insanlar, sadece o iki noktayı görüyorlar.

dolayısıyla, ölmeden önce sikişebildiği kadar sikişmeye, yemeye, eğlenmeye bakan, bunları yapamıyorsa da ölmemeye bakan insanların çoğunlukta olması son derece doğal.

zaten korktukları şeylere bakın, temas kuramadıkları o bilinmezlere bakın: hepsi o iki noktadan azadedir. ölmezler ve doğmazlar. tanrılar, vampirler, hortlaklar, zombiler, robotlar, uzaydan gelen ve ölemeyen yaratıklar...

başı ve sonu o iki nokta olmayan organizmanın, o iki nokta arasına koyduğu çizgi de başkadır.

haliyle o organizma yabancıdır.

bu yüzden, doğmamış ve ölmeyecekmiş gibi yaşayan ve konuşanlara, bu habiloğulları, fanatikçe taparlar. hele bir de onlara kendilerinin kırılgan ve ölümlü olduklarını sık sık hatırlatırsanız, itaatten başlarını kaldıramazlar.

neyse. fazla dağıtmadan bitireyim:

hayatın kendisi beyhudedir zaten. evren, sorulmamış soruya verilmiş, gereğinden fazla kapsamlı bir cevaptır.

bu döngünün içerisinde amaç edinmek kimin neyine.
Felsefe sınavımın 20 puanlık sorusu..
En zor sorusu...
(bkz: para)
bügün düşünmek için işe gitmediğim mesele. bakalım bulabilecek miyim??
Tam karşımdadır...
başka bir sözlükteki yazımı burada paylaşmak istedim. bazı küfürler içermektedir. rahatsız olacağınızı düşünüyorsanız lütfen okumayınız. zaten birçok kişi okumayacak nasıl olsa.

uludağ sözlük editi: aklıma geldikçe, dertlendikçe yazıyorum arkadaşlar. biriktikçe editlerim bu entry'yi

küllükte duran sigaranın çıkardığı dumanın dalgalanmasında gizlidir.


bana göre hayat cidden küllükte duran sigaranın dumanının dalgalanmasında gizlidir. sanki sigarayı sizin yanınızda dünya da içmek istiyor. evren sömürüyor o dumanı her an. işte böyle hüzün, melankoli ve yalnızlık dolu bir evrende yaşıyoruz. "hüzün melankoli ve yalnızlık" ne kadar anlamlı kelimeler değil mi? bazen değil bence. sadece kimyasal formülleri olan basit hormonların bazı sistemlerimizin çalışma düzenini değiştirmesinden ibaret. evren bu kadar hüzünlü iken aynı zamanda bu kadar atomik. o kadar saçma varlıklarız ki hayatın anlamını arıyoruz. bir penguen'i düşünün mesela. penguen nereden aklıma geldi onu da bilmem. belki de güç hayvanım bir penguendir(u: fight club). neyse çok sapmadan ana konuya geri döneyim çünkü kafam güzel bir (gbkzl: dağıtırsam bir daha toplayamamaktan korkuyorum : hayatı). bir penguenin varlık amacı nedir? veya neden yaşar bir penguen? bu bilgi hangi belgeselden aklımda kaldı bilmiyorum-lisedeyken bir yaz akşamı babamla farklı koltuklarda uzanıp izlediğim bir tanesinden olsa gerek- penguenler hayatlarının bir süresini çiftleşmek kalanını da çocuklarını büyütmek amaçlarıyla sürdüyorlarmış. sürdürmüyorlarsa da öyle farzedelim. ne kadar olağan bir durum değil mi? değil. bir penguen için bunu düşündüğümüzde gerçekten çok sıcak ve samimi bir olay gibi geliyor. sanki dinlerken ılık bir bardak su içiyormuş gibi hissediyorum ancak hiçbirimiz olaya geniş bir açıyla bakmıyoruz. bütün penguenler böyle yaşıyor. yani o baktıkları bebek penguen erişkin bir penguen olup çiftleştikten sonra tek amacı çocuk yapıp onu büyütmek olacak. hayat dediğimiz şey nedir öyleyse bir penguen için? her şeyini çocuklarına adasın diye; her şeyini bir çocuğa adamak mıdır? iyi de nereye kadar? yani hangi penguen bu amaçlara hizmet etmeyi bırakıp da kendi hayatını yaşayacak? ya da yaşasa günlerinde neler olacak? yemek yiyip uyumakla mı geçirecek günlerini? sonra bu daha da saçma geldi bana. yani bir penguenin ne hayatı olabilir ki? biraz daha düşünüp su soruyu sordum kendime "bir insanın ne hayatı olabilir ki?".

şimdi bunları yazarken zemin kattaki evimde yalnız başıma, 2-3 blok ötede balkonda çayını demlemiş oturup sohbet eden yetişkin insanlar görüyorum. ne kadar da mutlular bir bilseniz... iyi de niye mutlular? bilmemek mutluluktur demiş bilen birisi. bilmedikleri için mi bu kadar mutlular? anlık mutluluk da değil bu, kalıcı mutluluk. yaşamından memnun olmak.

aniden bu yazımın ne kadar mantıksız olduğunu farkettim. yazmayı bırakıyorum. belki tekrar canım sıkılır ve yazarım.

geri geldim editi: yaklaşık 2.5 saat geçti. durduktan yarım saat sonra hemen tekrar yazmak istedim ancak kafamın güzel olmasını beklemek lazımdı. ne demiş bir şair "yazdım yazmasam ağlayacaktım" .

farklı konuları ele almak istiyorum. mesela bazı türküler. türküleri dinlerken dertleniriz değil mi? en azından ben dertlenirim. hepsi için geçerli değil bu durum tabi ki. bazılarını dinlerken hiçbir şey hissetmem çünkü o türkü bana hayatımdan çağrışımlar yapmıyordur. bazılarını dinlerken de sadece dertlenirim çünkü hayatımdan çağrışım yapan bazı olayları hüzünlü bir biçimde anlatıyordur. bazılarını dinlerken daha da çok dertlenirim çünkü hayatımdan çağrışım yaptığı olaylar zaten hüzün doluyken bunu hüzün dolu bir biçimde anlatmaktadır.

"zaten sen de böyle bakarsan bana ne anlarım ben söylediğim türkülerden?"

ya hayat o kadar anlamsız ki; hayatın anlamını kimyasallarda bulmuşça anlatırken türkülere geçtim. nasıl geçtim nereden geldim ben de bilmiyorum ama beynimiz çok ilginç çalışıyor onu biliyorum. bazı şeyleri söylememe izin vermemesine rağmen söylediğim bir çok şeyin pişmanlığını hayatım boyunca çekmeme neden oluyor. yediğim her bok için elimde bir sigara söndürmeye karar verdim geçen yıl. hem bu olay bana acının ne kadar geçici olduğunu da hatırlatıyor. ayrıca o sigaranın tadı...
şuana kadar 4 sigara söndürdüm. hep aynı noktada söndürüyorum ki çok fazla iz oluşmasın insanlar da merak etmesin. böylece ben de anlatmak zorunda kalmayayım. bunu yazarken arkada türküler yanıp duruyor. dumanı tütmüyor ama. galiba hayatta o kadar duman var ki türkülerin dumanı bile tütemiyor artık.

(gbkz: hep sonradan gelir aklım başıma) demişler ya hani. niye demişler ki onu? cidden yaptığımız şeylerden pişmanlık duyuyoruz bazen ama yapmasaydık daha iyiydi diyebilir miyiz cidden? ya da bilebilir miyiz böyle bir geçmişi? hayatımız geçmişten pişmanlık duymak ve gelecekten bir şeyler ummak arasında geçiyor. ben de şafaklar isterdim (gbkz: asi ve mavi).

kokular mesela. onlar da çok ilginç geliyor bana. bazı şeylerin sırf kokusunu alabiliyor olmak için kör olmak isterdim bazen. onun güzelliği bana kokusu kadar gelseydi ve şekli sadece beynimde canlansaydı. (gbkz: oysa ben senden neler neler isterdim)?

bazen diyoruz ya şu olsa yaşayamam. yaşarsın kardeşim. yaşarsın. (gbkz: en fazla 1 yıl sürer 20. yüzyıllarda ölüm acısı) demiş nazım hikmet. yaşayamamak için hayatı anlamış olman lazım. anlasaydın yaşayamazdın. kimbilir belki de birileri anladı ve yaşayamadığı için anlatamadı.

ben denizde bir gemi dalgalar vurur beni. ben ağaçta bir yaprak rüzgar savurur beni denmiş bir karadeniz türküsünde de. neden hep bir şeyler bize karşı? ya da biz mi onlara karşıyız bilmiyorum ama ne olursa olsun, ne yaparsak yapalım hiç bir zaman bir ovada yürüyor olmayacağız onu biliyorum. bazen daha engebeli yollar daha güzel şehirlere gidiyor olacak bu yüzden razı olacağız ayaklarımızın kanamasına. ama bazen nereye gidersek gidelim daha da çok engelden başka bir şey çıkmayacak karşımıza.

kurşunlara gelirken arka mah'lede düştüm de yerlere bir of demedim demişler bir de. kimisi de demiştir of diye o yerlere bence. ama belki de onlar diyemeyenlerden daha çok acı çekiyordur bilemeyiz. bilseydik korkardık. biliyorum gittikçe daha sıkıcı yazıyorum. ancak yapabileceğim bir şey yok. şevkim kırılıyor çünkü yazdıkça. ne kadar anlamsız bir uğraş içinde olduğumun farkına varıyorum.

müzikler ne kadar da değiştirebiliyor insanı. düşünsenize sadece titreşimlerden ağlıyoruz bazen. iyi ki de ağlıyoruz ama. ağlarken kafamızı bazı omuzlara yaslıyoruz belki bazen. belki saçlarımızı koklayıp huzur buluyordur birisi. sonra ağladığımızı hatırlayıp o koku ile ölüyordur biraz da? dünyada her şey sen kokarken sen nasıl olur da sen kokmazsın? dünya bu kadar öfke dolu iken sen nasıl olur da huzur kokarsın?

şimdi gidiyorum birazdan döneceğim.

geri döndüm editi 2: yine kafam güzel olsun diye gittim yine kafam güzel oldu geldim. dayanamıyorum sevgili okur. anlatmak istiyorum. fakat anlatmaktan da korkuyorum. biraz kafka burukluğu ve anlamsızlığı yaşıyorum. sanki anlatmasam, öylece sussam ya da anlatsam ama kimse dinlemese, görmese, duymasa istiyorum bazen. öyle umutsuzca yazsam.

hayranı olduğum bir karikatürist/yazar demiş ki;


-- (gbkz: spoiler) --

?Aynı benim gibi? diye tanımlayacağımız, ruh ikizlerimiz aslında o kadar çok ki. Hepimiz aynı insanız ve o kadar çoğuz ki? Ama bilmiyoruz, götümüz o kadar çok kalkık ki bizden bi başkası daha yok sanıyoruz, görünce de hemen aşık oluyoruz. Ayrılıyoruz ağlıyoruz sonra yeniden başkasına aşık oluyoruz bu böyle sürüp gidiyor. Sürekli bi debelenme hali var, olan bünyeye oluyor. Çok yoruyoruz kendimizi, bizi dünyada tek anlayan insanın gitmemesi için yalvarırken, çabalarken? Şu an tam emin olmadığım bilgilere dayanarak söyleyebilirim ki modern ve kapitalist dünya bireyin kendisini olduğundan daha özel olduğunu hissetmesini sağlıyor? Kendini gereğinden özel hissettirerek neyi amaçladığı üzerine sizle ilerde bir gün uzun uzun konuşmayı gerçekten çok istiyorum. Ama önce bilgilerimin doğruluğundan emin olmalıyım?

-- (gbkz: spoiler) --

çok da doğru demiş bence. hani bir fıkra vardır, nasreddin hoca'ya sorarlar dünyanın merkezi neresi diye. o da işte tam burası der. hepimiz aslında bulunduğumuz yeri dünyanın merkezi olarak görüyoruz ilginç bir şekilde. hem de tamamıyla dünyanın, insanlığın ve yaşamanın dışındayken bile.

aklıma şu şarkı geldi şimdi de; http://www.youtube.com/watch?v=RYzZPsK78Gg ne güzel şarkı yahu bu. çocukluk günlerime dönüyorum. ne kadar düşünceli hallere giriyorum bir bilsen. düşünceli derken bir şeyi düşündüğümden değil düşündüğümü düşündüğümden mütevellit düşünceli diyorum bu ruhhaline. ohhh sigarayla ne gidiyor bee; aklıma haftaiçi babam işe gittikten ve ben uyandıktan sonra annemin bana özel hazırladığı reçelli ve babaannemin kendi elleriyle yapmış olduğu tereyağı sürülü ekmeği eşliğinde redkit'in başladığını geldi. sanki zaman makinesi icat edilmiş de o zamana gitmişim ama görünmezim gibiymişçesine hatırlıyorum 15-16 sene öncesini. annemin o an ne kadar mutlu olduğunu görüyorum gözlerinden... niye mutlu acaba. neyse geçmişte bana ayrılan süre şarkıyla birlikte bitti. eğer şarkıyı açmışsanız ve arkada çalıyorsa benim yazdıklarımdan daha hızlı okuyor olacağınız için muhtemelen henüz şarkının ilk dakikalarındasınızdır. ne kadar da şarkı dedim be...

neyse efendim çişimi yapıp geldim bir yandan işerken bir yandan sigara içmenin tadı harika bir olay cidden. sonrasında elleri yıkarken sigarayı ağızda tüttürmek ise sanki 3 elim varmış ve dünyadaki her şeye erişebilirmişim gibi hissettiriyor bana. böbreğimin ağrısıysa ağzıma sıçar düzeyde. durum bildirimi buraya kadardı.

hayatın bokluğundan devam ediyoruz. ilk çağlara dönüyoruz. avcılık ve toplayıcılık yapıldığı günlere. yani insanların amacı neydi ki o zamanlar? sadece hayatta kalmak mı? neden bu kadar içimizi kemiren bir yaşama güdümüz var? ben ahiret kavramına inanmadığım için şöyle yorumluyorum hep; cidden dünyada bir tek sen varsın sevgili bunu okuyan kişi. ben ve diğer

abaaoovvv editi: lan yazacağım şeye çok manidar bir şekilde sözlük editime bir kaç kelime daha izin vermedi ve yazıyı devam ettirebilmek için kaydedip yeniden editlemek zorunda kaldım.

neyse devam ediyorum. ben ve diğer (gbkzl: insanlar : sözün gelişi) aslında birer uzaylıyız. bir gezene geldiğimizde sadece sen yaşamaktaydın ve henüz yeni doğmuş bir bebek gibiydin. biz de türünü merak ettiğimiz için seni aldık ve böyle bir gezegene yerleştirdik. her gün sokakta, okulda, işte, evde gördüğün ve sohbet ettiğin kişiler aslında benim gibi birer uzaylı. dediğim gibi tek insan sensin bu dünyada. bunu söylememim sebebi ise sen ölünce olacakları az çok tahmin etmem.

hiçbir şey.

hiçbir şey olmayacak. sadece sen varolmadan önce olanlar devam edecek. ama senin bunlardan haberin bile olmayacağı için hiçbir şey olmayacak diyorum (kafam cidden çok güzel kelimeleri bir araya getirmekte güçlük çekiyorum kusura bakma). demem o ki dünya sen yaşadığın sürece senin etrafında dönüyor ancak sadece sana göre böyle. bana göre de benim etrafımda dönüyorum. yukarıda bahsettiğim şeyin yalan olduğunu veya yanlışlığını kimse kanıtlayamaz değil mi? hatta eminim bir zamanlar senin de aklına benzer şeyler gelmiştir sevgili okur. hepimizin aklına gelmiştir. çünkü hepimiz aynı insanız. hepimiz aynı insanız ve bizim dışımızdakiler birer yaratık. hepimiz bir truman'ız (bkz: truman show). gece yatarken, yalnızken, insanlarla biraradayken, tuvaletteyken, duştayken, uyurken... hep bizi izliyorlar. neden yapıyorlar bilmiyorum ama tek (gbkz: true man) biziz. biz demem cidden çok ironik oldu çünkü hepimiz yalnızız sevgili okur.

mesela filozofları ele alalım. mesela nietzsche. kim kanıtlayabilir sana nietzsche'nin bir zamanlar yaşadığını? tabi ki hiçkimse. ama bir şekilde inanırız buna. neyse konu bu değildi. konu şuydu ki bu nietzsche dediğimiz adamın anladığımız sözleri bize çok derin geliyor. en azından büyük çoğunluğumuz için geçerli bu durum. şimdi bu adamın söylediği ama bizim anlayamadığımız ve sırf bu yüzden tarihte kaybolmuş sözleri düşünün. bu adam tarafından olmasa bile başkaları tarafından elbet söylenmiş ve tarihe kaydedilmiş olacak. şimdi bir de bu adamın aklına gelen ama kelimelere dökemediği şeyleri düşünün. mesela bir kokuyu düşünün. nasıl düşünebilirsiniz ki bir kokuyu? öyle bir koku düşünün ki evrendeki en güzel koku olsun size göre. bunu bir başkasına nasıl aktarabilirsiniz? ben de size şuan bu yazıları yazdığım yatağımın kenarında duran küçük 2 eşyanın kokusunu aktarabilmek, sizinle paylaşmak ve tüm bunları düşünürken hayatın anlamını bulmak isterdim. ancak hayatın anlamı bulmak için bunları anlatmak gerekiyor ve anlatamıyorsam anlatamadığı ve hayatın anlamsızlığını anlatırım size. bir kokunun sizi nasıl geçmişe götürebileceğini anlatırım. Jean-Baptiste Grenouille yanımda olsa da bana şu kokunun parfümünü yapsa, uğruna hayatımı versem isterim.

hani bir söz vardır ya "...hayatımdan çok seviyorum..." diye. külliyen yalan. insan bir şeyi hayatından çok sevemez arkadaşım. örnek vereyim mesela; "annemi hayatımdan çok seviyorum" sevemezsin. sevemezsin işte. çünkü sen ölürsen hayat senin merkezinde olduğu için sana göre annen de ölmüş olacak. yani ölmese de ölecek. bilemeyeceksin. ve tekrar yazının en başlarında yazdığım bir ufak özdeyişe geleceğiz; "bilmemek mutluluktur". bazen öyledir cidden. insan öğrendikçe nefret ediyor hayattan. bunu öğrenince ben biraz daha nefret ettim. birçok şeyin farkında oldukça biraz daha nefret ettim. bir sürü şey birikti en sonunda nefret sınırım doldu.

hayat cidden nefret dolu yahu... mesela bir eylem gerçekleştiririz-eylem derken fiziki anlamda eylem, direnişi temsil eden harfler bütünü eylem değil-. bunun sonucu olarak birisi nefret eder bizden. onun hareketleri sonucunda biz de ondan nefret ederiz. bu bir kısır döngü. tek çıkar yol birisinin, çok sabırlı birisinin, çıkıp ben kimseden nefret etmeyeceğim herkes nefretini bana kussun demesidir. fakat nefret ettiğimiz kişiye nefretimizi kusamadığımız için ondan da nefret ederiz. ne olurdu ki sadece her yapılanın sadece sonsuz zamanda yer kaplayamayan ufacık bir eylem olduğunu bilsek ve hepimiz birbirimizi sevsek?

mesela benim sevdiğim herkes beni sevse ne kaybederdi? biliyorum sevmek zorunda değil. değil tabi. ama sevse ne kaybederdi onu soruyorum sizlere. bir müzeyyen senar burukluğuyla soruyorum bu soruları... beni sırf sevmek zorunda olmadığı için sevmeyen herkesi sevmemek istiyorum. ama yine kimyasallar giriyor işin içine.
(gbkz: akşam oldu hüzünlendim)

karanlık da bir acayip. niye karanlıksın sen? neden yahu? niye olmasın diyen herkesten nefret ediyorum bu arada. niye olsun amına koyayım? neden olsun diyin bir defa da. bırakın bu pollyannalığı. biraz da bir gece yatağına uzanmış tavanda bir noktaya bakarak tanrıyı öldüren bir genç olun. hep mutlu yaşamaktansa biraz da gerçekten yaşayın. yine saptım konudan ama dönemiyorum geri bazen. nereye gidecek bu karanlık? ya güneş doğmazsa? neyse ki çok gelişmiş insan toplumu bize güneşin doğacağını söylüyor. biz de inanıp huzurlu bir şekilde doğacak olan güneşin hayalinde yaşıyoruz. ama ya doğmazsa?

bizimkisi biraz kirli camlardan bakmak güneş ışığına. ama hiçbir zaman temizlemediğimize yanmıyoruz da hep kirlenmesinden şikayet ediyoruz. sahi neden kirlenir ki camlar?

bir kızılderilinin nereden aklına gelmiş ki tütünü sarıp yaktıktan sonra dumanını içine çekmek? nereden nasıl gelmiş bilmiyorum ama varolsun. büyük insanmış. daha önce çok zenci övdüm de hiç kızılderili övememiştim. bir ilk oldu bu yazı ile.

yine aklıma redkit şarkısı geldi. sekmesini kapatmamışım yeni farkettim. görünce bir ata atlayıp, zamanda yüzyıllar geri dönmek ve nereye varacağımı bilmeden ufuğa doğru yürümek istedim. neyse gideyim de bir kadını seveyim biraz. size bir şey söyleyeyim mi? söyleme desen duracağımdan değil ya sanki sen sormuşsun da öyle söylemişim gibisinden olsun diye sorulan bir soru daha. neyse söyleyeyim. ben hayatın böyle boktan olduğunu farkettiğimden beri kimseyi sevemedim. ancak sevmeyi çok seviyorum. bazen çok sevmek istiyorum. kendime telkinlerde bulunuyorum; "bak şu çok güzel onu sev. bak şu ne kadar da zarif sevsene onu biraz, ah şu kadına bak ne kadar güzel kokuyor..." diye diyee. bazılarını sevmeme rağmen sevdiğimi söylüyorum. onlar da bana beni sevmediklerini söylüyorlar. eksik olmasınlar. onlar olmasa cidden her şey daha kötü olurdu. onlar olmasa nasıl bir güzellik bağlardı ki beni hayata? ulan şu yazıyı bir yayınevine falan versem belki tutardı. belki para kazanırdım. bu sefer de zengin mutsuzluğu çekerdim. o daha kötü bence. şimdilik hiç değilse umut var. zengin olsam da mutlu olsam umudu... çok trajik yahu. herkes mutlu olmanın peşinde hatta kimisi mutlu olduğunu söylüyor ama kimse mutlu değil. iyi de bu nasıl dünya? hepimiz birbirimiz yüzünden mutsuz oluyoruz ama kimse nasıl mutlu olamıyor?

bir oğuz atay var ki hayatımı sikmiş olan ve (gbkzl: sikmeğe : hep böyle yazardı) devam eden...
-- (gbkz: spoiler) --
sokağa nasıl çıkılacağını bilmem mesela. bende hayat bilgisi zayıf albayım. bilge bunları bilir, bu bakımdan akıllıdır, birlikte olabilseydik insanlık çok yararlanacaktı bundan. yazık oldu. şimdi yanımda olsaydı böyle üşümezdim albayım; beni bir arabaya bindirirdi hemen. ben bunlara çabuk karar veremem albayım. kararsızlığımla yanımdakilerin canını sıkarım. hava da çok soğudu albayım, eve dönmek istiyorum. biliyor musunuz, bilge beni evde bekliyormuş gibi geliyor bana. yoksa eve dönmek istemiyorum. beni bekleyen yalnızlığı ve karanlığı istemiyorum. bilgeden akıllı olduğum halde neden bu duruma düştüm acaba? neden herkes benden kaçıyor albayım? yaşamasını bilmiyorum da ondan mı? bir dakika albayım karşıdan birileri geçiyor. kadını bilgeye benzettim; peki erkek kim? değilmiş....
-- (gbkz: spoiler) --

hayatım boyunca kitap okumadım. kalan kısacık ömrümde de okumayı planlamıyorum ve kitap okumaktan anlamayan birisi olarak size oğuz atay okumanızı tavsiye ediyorum.

neyse tavsiyelerime uymayın benim. iyi tavsiye verebilecek birisi olsaydım iyi bir hayatım olurdu. şimdiyse gecekondu tadında bir zemin kat evinden bunları yazıyorum. kimsenin okuyacağına dair umudum da yok ya zaten. biraz da ondan yazıyorum. franz kafka'nın böylesine içten yazmasının nedeni de biraz bu bence. ölünce bütün yazılarının yakılmasını istiyor fakat arkadaşı Max Brod'un bunların yakılmak yerine okunması gerektiğini düşünmesi sonucu bu kadar özgün ve içten bir yazar oluveriyor kafka. ne demişler zamansız gelen paranın içine sıçayım. para çok alakasız oldu ama yazıyı okumayı buraya kadar sürdürdüyseniz benim söylemek istediklerimi anladınız siz.

ufak bir aradan sonra sigaramla birlikte geri döndüm. her döndüğümde yazmamın sebebi anlamda yaşanacak olan bazı kopuklukları mazur görmenizi diliyor olmam.

böbreğim fena ağrıyor. sırf bu ağrıyı yaşamamak için bile ölmüş olmayı dilerdim. bunun kadar uzun olmayan bir yazımda yazmıştım. hayat bence ölümü beklemekten ibaret. yani ölümsüz olduğunu düşünün. bir lamba buldunuz okşadınız ve içinden bir cin çıktı size bir dilek hakkı verdi siz de insanlığın çok ironik bir şekilde en büyük hayali olan ölümsüzlüğü dilediniz. sanırım bu sonsuz yaşamınız boyunca yapmış olacağınız ilk büyük hatadır. çünkü insanoğlu ölümsüz olunca vadedilen topraklarda(u: cennet) yaşayacağını sanıyor. ancak dünya dediğimiz yer kısacık ömrümüzde bile bir cehennem iken ölümsüz olunca değişeceğini sanmak bir anlık salaklıktan başka bir şey değil bence. yine dağıtmadan ana çizgiye dönelim. ölümlü bir insanın hayatı boyunca yaptığı şey genelde para kazanmaya çalışmak olur. bu da yaptığımız en büyük hatadır bence. yani ne olacak para kazanınca diye hiç düşünmüyoruz... sadece tüketmek istiyoruz ancak mutlu olmaya çalışmıyoruz hiç. - yine kelimelerle ifade edemeyeceğim sulara girdik- efendim bir insan düşünün ortalama zekada, ortalama ahlaka sahip, ortalama bir üniversitenin ortalama bir bölümünden mezun, ortalama bir işte çalışıyor... ortalama bir insan işte. nedir bu insanın amacı? bütün insanların amacı nedir diye bir soru sorulabilir ama bunu basite indirgeyerek ortalama insandan anlatmak istiyorum. soruyorum sizlere yani nedir? size cevap hakkı tanımadan hemen söze dalmak istiyorum. ortalama bir insan doğar ilkokula başlar, derslerde iyi not almaya çalışır, ortaokula geçer yine iyi notlar almaya ve iyi bir liseye gitmeye çalışır, liseye geçer iyi bir üniversiteye gitmeye çalışır, üniversiteye geçer mezun olmaya çalışır, mezun olur bir işe girmeye çalışır, bir işe girer daha çok para kazanmaya çalışır, daha çok para kazanır emekli olmaya çalışır emekli olur mutlu olmaya çalışır... neden emekli olana kadar mutlu olmaya çalışmaz ki? yani neden sorusunu hayatının en önemli dönemlerine sıçmadan neden sormaz? ilk doğduğumuzda kafamıza hep aynı tokmak ile vurmaya devam eder toplumsal düzen. iyi çalış iyi bir adam/kadın ol. iyi bir işe sahip ol, zengin ol... bildiğiniz terane. biz de aklımız bir çok şeye ermediği için kabul ederiz. öyle olmak daha güzel gelir. bize ne denilirse onu yapmaya odaklanırız. bir süre sonra da sormayı unuturuz bu soruyu. tekrar sorabilirsek de hayat anlamını yitirmeye başlar. yani ne geçecek elime zengin olunca? en pahalı yemeğimi en pahalı koltukta otururken en pahalı masanın üstüne yesem ne olur en ucuz yemeği sokakta yürürken yesem ne olur? ne farkı vardır bu ikisinin? yemek yiyecek, giyinebilecek, barınabilecek kadar paradan fazlası ne işe yarar? ilk insanlardan bahsetmiştim yukarılarda bir yerlerde. bu insanların tek amacı hayatta kalmaktı. bizim tek amacımız ise tüketmek. sadece daha çok paraya sahip olmak ve bunları tüketmek. tükettiğimiz kadar mutluyuz.

şuan ağrım çok fena bir hal aldığı için kesiyorum yazıyı ama devam edeceğim.

belimde sıcak su torbasıyla geri geldim. yazmaya devam edeyim bari.

tükettiğimiz kadar mutluyuz demişim. baktıkça yazacak bir şeyler geliyor aklıma yazdıkça siliyorum. yani şunu demeye çalışıyorum arkadaşlar tam araba kendisine çarpacakken arabaya bakan birisi yerine koyun kendinizi veya bir yatakta ölmeden önceki son nefeslerini çeken birisinin yerine... ne düşünürdünüz böyle bir durumda? hayatta yaptığım bunca şeyin amacı neydi veya şuan bana faydası ne diye sormaz mıydınız??

bu yazıyı yazarken elimden sigara kanımdan alkol eksik olmadı. onun için bir çok mantıksızlık yapıyor olabilirim. fakat beni anlayacağınızdan şüphem yok.

madem ki hayatı bu kadar anlamsız buluyorsun neden yazdın bu yazıyı diye çok mantıklı ve çok güzel bir soru gelebilir bunları okuyan birileri tarafından. bunları yazmamdaki tek amaç hayatı anlamlarla donatılmış uzaylıları kıskanıyor olmam. o kadar kıskanıyorum ki o bilmeyenleri içim içimi yiyor. oysa bilseler ki "peki ya sonra?" gibi 3 kelimeyi kendilerine sürekli sorarak farkedebileceklerini ne kadar boş şeylere mutlu olduklarını...

bir yazarın da dediği gibi "ki albayım. ben de susarım o zaman. gecekondumda oturur anlaşılmayı beklerim. fakat albayım adresimi bilmeden beni nasıl bulup anlayacaklar? nasıl bilecekler benim insanlardan kaçtığımı? ben ölmek istiyorum sayın albayım, ölmek. bir yandan da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum. tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan. bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor. küçük oyunlar istemiyorum albayım.
kelimeler, kelimeler albayım.. bazı anlamlara gelmiyor"

ah o kelimelerin gelmediği anlamlar yok mu...

sen mesela. kimbilir neler düşünüyorsun benim hakkımda. ben de seni merak ediyorum. özellikle kokunu merak ediyorum. çok güzel bir kadın olmanı istiyorum ve senin sadece kokuna aşık olmak istiyorum. öyle güzel koksan ki sadece gözlerimi kapatsam, evrendeki her şeyi unutsam ve saçlarını içime çeksem sonra kafanın üstüne bir öpücük konudurup seni koynuma bastırsam ben seni sevsem ama sen beni bu olaydan sonra hiç sevmesen. öyle sevmesen ki beni ben hep senin beni sevmeni istesem. hep beni sevince mutlu olacağımı düşünerek istesem beni sevmeni... sonra kokunu hatırlamaya çalışsam ve hatırlayamasam. evrene küfürler saçsam. ne olurdu beni sevsen diye her şeye hakeret etsem. sana bir şeyler anlatmak istesem ama yanlış anlaşılmaktan korktuğum için anlatamasam. sonra zamanla sen beni unutsan ben seni unutamasam. sürekli ama sürekli en derin dertlerin içinde bile kokunu hatırlamaya çalışsam. sonra sokakta yürürken kokun gelse burnuma. senden değilse bile başka birinden yahut başka bir şeyden. gözlerimi kapatsam ve o kokuyu tekrar duysam. bu sefer akciğerlerime küfretsem daha büyük olmadıkları için. daha çok, daha derin koklayamadığım için seni. zamanla kokun azalsa ve ben ellerimde birisi ölüyormuşçasına özlesem yine kokunu. sonra tekrar evime gelsem, yatağıma uzansam, bir çay tabağını küllük olarak kullanmak üzere yanıma alsam ve sigaramı yaksam. düşünüyormuş gibi yapıp düşünemesem. sadece kokunu hatırlamak istesem sevgili okuyan. kokunu hatırlasam ve sularım ısınsa ılık bir hal alsa dünyam. aklıma bebe dişleri gelse, yeni doğan güneşler gelse tam ufuktan gözükse... tanrı sırf benim için karartsa dünyayı. herkes uyusa. sarhoş olsam. sokaklarda gezsem (gbkz: göğe baksam). sonra seni düşünsem. acaba napıyor şimdi desem. umarım o mutludur desem. sigaram ufaktan sönmeye yanaşsa. sonuna kadar içime çeksem biraz yanık sünger tadı gelse aklıma. ardından hiç beklemeden bir sigara daha yaksam. sigara sönse ben yansam. söylediğim gibi ben kimseyi sevmiyorum desem kendime. sadece sevmeyi seviyorum desem ve gerçekten öyle olsa. her şey ne güzel olurdu öyle olsa sevgili okuyan...

yazarke arada durduruyor beni ağrı şevkim kırılıyor. kırılmasa ne güzel yazacaktım diyorum kendi kendime. yazmayacaktım ancak. yine kötü yazacaktım. sanırım kötü bir insanım ben.

yarın sabahtan işlerim var mesela. dünya işleri çok ilginç yahu. ne olur ki gitmesem bu işe? bir tabancam olsa namlusunu ağzıma sokup ateş etsem, kimsenin haberi olmasa ve ölsem öylece. ev sahibi kirayı alamayınca merak etse. cesedimi bulsalar arkamdan iyi çocuktu deseler yazık etti kendine...

birbirine uzanmış ve zaman zaman ancak parmak uçlarıyla değebilen 2 kol gibi olsak seninle sayın okuyan. yazdıklarımı o parmaklar değerken anlayabilsen sadece. kimbilir ne derdi vardı desen. ben de orada olsam. bu yazıyı ben yazdım. şu şu derdim var desem. sen de nasıl olsa öleceksin niye üzülüyorsun desen. karşılıklı kahkalar atsak.

gelecek zaman olsa şimdiki zaman. ve kendime desem ki yapma. yapma yaşama. bir bok yok yaşama. sevmeyeceksin hayatı yapma bırak çok yaşadın yapma. gittikçe bozuyor hayat desem. sonra geçmiş zaman olsa şimdiki zaman ve bir balkonda gece saat 3:42'de beyaz atletimle, koyu mor rengi alt pijamamla otursam bir kolumu dirseğinden masaya dayasam ve o elime çenemi bastırsam, diğer elimdede sigaram olsa yahu ne hızlı geçti hayat desem sigaramı tüttürürken.

yahut bunlar olmasa da ufacık bir anadolu köyünde yaşasam. etrafta yeşil olmasın ama. sevmiyorum ben çok renkli yerleri. her taraf tozlu olsa. 2 katlı ve alt katı boş olan gecekondumun üst katında divanımda uyansam saat sabahın yedisinde. benden belki biraz daha yaşlı olan çaydanlığımla demlediğim çay eşliğinde bal tereyağı ve peynirimi yesem, sonra sokakta oynayan çocuklara bu saatte ne gürültü diye sitem etsem eski kanepemde oturup kendi yaptığım mıh dolu masamda karnımı doyururken. çok param olmasa olanla idare etmeye çalışsam. sadece yemek alsam. elbiselerim eskise de farketmez zaten. yaşlıların elbiseleri eski olur. sonra sokağa çıksam çarıklarımı giyerek ve köy kahvesine gitsem. karbonatlı bir çay söylesem kendime ve gazetede haberleri okusam. diğer ihtiyarlara dert yansam haberlerden. karşılıklı "yahu dünya ne kadar kirlendi" desek ve birbirimize hak versek. sepya koksa bütün hareketlerimiz.

çok az sigaram kaldığı için bir süreliğine sigara içmeden devam edeceğim yazıya.

ben çok yalan söyleyen bir insanım sevgili okurlar. bir alışkanlık bu benim için. olmamış olayları olmuş gibi göstermeyi çok seviyorum. insanların tepkilerini çok merak ediyorum. bu yazıları yazarken yalansız yazdığıma dair sizi temin ederim tabi o ayrı. emin olmazsınız gerçi. neyse. bir çok insanla daha tanışır tanışmaz yalan söylüyorum. bir süre sonra o kadar çok yalanım oluyor ki; yalanları karıştırıyorum. en çok da sayılar karışıyor. fakat hayatımın son günlerinde o kadar büyük yalanlar söyledim ki bu sefer yalanlar hayatımı karıştırdı. çok şey istemiyorum en azından bir hafta öncesine gidebilmek ve yalan konuşmamak isterdim ama tutamıyorum sosyal statü denen bok yüzünden yine yalan söylüyorum. çok da açmayacağım bu konuyu.

alkolu ilk kez kafa yaptığı için kullanan adam neler geçirdi aklından acaba?

bir çiş molasından sonra tekrar birlikte olacağız

çişimi yaparken aklıma bir benzetme geldi. biz erkeklerin bir çoğu çişimizi yaparken klozetin tam ortasına değil de biraz kenarlara işemeye çalışırız. çünkü eğer suya işersek çıkacak sesten dolayı insanlar işediğimizi anlar ve bu toplumda biraz ayıp kaçıyor(kim neye göre belirliyorsa ayıpları). neyse efendim bir yalanın en önemli noktası deliğe işememektir. yani yalana başka insanları karıştırmamak. eğer başka insanları da karıştırırsanız o yalanın yalan olduğu eninde sonunda meydana çıkar ve insanlar (gbkzl: deliğe işediğinizi : yalan söylediğinizi) anlar. bu da hayatınız, yaşadıklarınız ve yaşayacaklarınızı derin bir şekilde sarsabilir. bu yüzden yalan söylerken bu konuya dikkat edin arkadaşlar. ama su sesini duymasın kimse.

son paket sigaramı da açıp ilkini en yakındaki bakkaldan aldığım 50 kuruşluk kıytırık, odun desenli çakmağımla yakıyorum. kıytırık çakmak almayan insanlara da karşıyım. çakmağın amacı ateş yakmaktır kardeşim. neden farklı fantezilere giriyorsun ya da daha kötüsünü yapıp amaçsızca daha pahalı çakmağı alıyorsun? sigaram azaldı ancak hala daha içkim olması bu yazının sürekliliği açısından güzel bir olay benim adıma. yazıya başladığım 8 saat öncesinden şu ana kadar değişen şeylerde bir tanesi de daha az öfkeli olmam. hani birisiyle laf kavgası edersiniz onlarca söz söylenir de o gece yatakta düşünürken keşke şunu da söyleseydim dediğiniz şeyler gelir ya aklınıza. sinirden kendinizi yersiniz. ben onları bu belki de okunmayacak olan satırlara yazıyorum. size de tavsiye ederim. hiç okunmasın istiyorsanız bir word dosyasına falan yazın. yahut anlatın. ya da anlatmayın. tanıdığınız insanlara her şeyinizi anlatamazsınız. tanımadığınız insanlar da sizi dinlemez. ama belki okur.

şimdi de havaya üflediğim dumanlarda arıyorum bazı şeylerin anlamlarını. birbirine bağlı karbondioksit atomlarını ve nasıl ayrıldıklarını daha sonra nasıl gözden kaybolduklarını izliyorum hiçbir şey ummadan. ne kadar birlikte gözüküyorlar ve hiç konuşmadan hiç yazmadan hatta ve hatta düşünmeden ne kadar şey anlatabiliyorlar öyle... onları da kıskanıyorum. şu hayatta benden iyi ne varsa amına koyayım. ulan ne olurdu bu kadar insan olup düzene uyacağınıza biraz daha içgüdüsel davranıp benim gibi koltukaltını koklayan bir hayvan olsanız??

su da bitti sevgili okurum. ama suyun bir boka yaradığı yoktu zaten. sadece rakıya katınca beyazlaşmasını seviyordum suyun. onlar da bir arada güzel. yalnızken saydam ama kavuşunca koyulaşan fakat ne kadar koyulaşsa da beyaz olan... ulan şu yazıyı yazarken acıdan bayılacağım fena ağrıyor böbreğim. onun da amına koyayım. sanki bir şeyler çıkıyor da yazma artık diyor. nasıl olsa kimse okumayacak. ancak yazacağım. kimse okusun diye yazmıyorum ki zaten. yazmış, anlatmış olmak için yazıyorum.

lisedeyken sınıfa klavye götürmüştüm. tam sınıfın köşesinin orada da bir tane dolap vardı. o dolap ile duvar arasına kitapları koyup üstüne oturur, elime klavyeyi alır anlatamadığım ne kadar şey varsa yazardım klavyeyi bir yere bağlamadan. evrende yok olan kelimelerimdi onlar benim. en sevdiğim kadından daha çok seviyordum onları. ama bir eksikleri vardı; kokmuyorlardı. bu yüzden olsa gerek ayrıldıktan sonra özlemezdim onları. giderlerdi evrenin başka bir köşesine. dağılırlardı, ayrılırlardı. ama kokularını unutup da merak etmezdim hiç. her nefeste hayata bağlanamazdım ya da aklıma geldikçe.

geri geldim editi bilmem kaç: yaklaşık bir gün geçti. yazamadım. yazmak gelmedi içimden. kuşlar bana çok öznel yazdığımı söylediler. iyi de dedim, ben burada topluma bir şey anlatmaya çalışmıyorum ki, ben burada okuması gereken ama asla okumayacak birine de yazmıyorum bu yazıyı. ben bu yazıyı kendime yazıyorum. öznel olacak pek tabii. bunlar ölü bir insanın yaşayan yargıları mı yoksa yaşayan bir insanın ölü yargıları mı cidden bilemiyorum yazarken. az önce karnımı acıktığını ve saatin 1:30 olduğunu farkedip buzdolabına gittim. dolap bile bağırdı bana. yalnızsın işte ayı dedi. sonra salatalık ve ekler buldum kuytularda. inanır mısın bir salatalık ve yarım kilo alınıp sadece 2 tane kalmış olan ekler bir insana bu kadar şey yaşatabilir deseler inanamazdım. lakin yaşatabiliyormuş işte. ne bileyim ben 2 gün öncesinin bile hatıra sayılabileceğini ve bir buzdolabında bulunabileceğini? salatalığı poşetten çıkardım kirlidir yıkayayım dedim sonra vazgeçtim. önce bir koklayayım dedim. belki onda kalmıştır biraz anı dedim. salatalık kokuyordu. bir hıyar olup da salatalığın anı kokmasını beklerseniz elinizde tuzluk ve tepeden dörde yarılmış salatalık ile bulursunuz kendinizi haberiniz olsun. ben denedim öyle oldu.

ulan dedim. ben acıkmıştım. açlık bile bana nasıl oldu da böylesine güzel şeyleri anlattı? ilhan irem demiş ya hani; her şeyin sonu varsa ayrılıkların da sonu var diye. var mıdır cidden? hadi var diyelim. nereye varacak yeniden kavuşma? onun da sonu mu olacak? kesikli çizgiler halinde devam mı edecek hayat böyle yoksa o kesikli çizgilerin de sonu olacak mı? ulan yaşıyor olmak ne garip be... ölmek de garip. kişinin kendi ölümü yani. diğer bütün ölümler biyolojik iken kendi ölümümüz psikolojik bir durum. ben mesela sevdiğim herkesten önce ölmek istiyorum. çünkü diğerleri benden önce ölürse üzülürüm. bir daha koklayamazlar çiçek*. ama önce ben ölürsem evrenin merkezindeki ben olduğum için, hiç varolmamışçasına durdurum zamanı kendi adıma. kendi adıma durdurabilirsem zamanı hiçbir şey olmaz sevmeyi sevdiğim güzel insanlara.

tam yazacak bir şey bulamıyor gibi oluyorum, sonra yanımdaki 2 adet ilham perimden koku istiyorum biraz. sanki kıta-aşırı unutulmuş birer hatıra gibi olan güzel kokulu ancak gittikçe kokusunu yitiren ilham perilerim... ne yapmalı da saklamalı kokularını bu insana yaşama amacı veren şeylerin? yani ne bileyim sevgili okur öyle bir şey ki bunlar keşke hiç bulmasaydım diyorum. bulmasaydım bilmezdim. bilmeseydim istemezdim. istemeseydim de sevmezdim ulan diyorum. ama buldum bir kere.

demiş ki dev demenin büyüklüğünü anlatmaya yetmeyecek insanlardan bir tanesi;

--spoiler--
Sevgilim ben şimdi büyük bir kentte seni düşünmekteyim
Elimde uçuk mavi bir kalem cebimde iki paket sigara
Hayatımız geçiyor gözlerimin önünden
Çıkıp gitmelerimiz, su içmelerimiz, öpüştüklerimiz
"Ağlarım aklıma geldikçe gülüştüklerimiz".
Çiçekler, çiçekler, su verdim bu sabah çiçeklere
O gülün yüzü gülmüyor sensiz
O köklensin diye pencerede suya koyduğun devetabanı
Hepten hüzünlü bu günlerde
Gür ve çoşkun bir günışığı dadanmış pencereye
Masada tabaklar neşesiz
Koridor ıssız
Banyoda havlular yalnız
Mutfak dersen - derbeder ve pis
Çiti orda duruyor, ekmek kutusu boş
Vantilatör soluksuz
Halılar tozlu
Giysilerim gardropda ve şurda burda
Memo'nun oyuncak sepeti uykularda
Mavi gece lambası hevessiz
Kapı diyor ki açın beni kapayın beni
Perdeler gömlek değiştiren yılanlar gibi
Radyo desen sessiz
Tabure sandalyalardan çekiniyor
Küçük oda karanlık ve ıssız
Her şey seni bekliyor her şey gelmeni
içeri girmeni
Senin elinin değmesini
Gözünün dokunmasını
Ve her şey tekrarlıyor
Seni nice sevdiğimi
--spoiler--

peki ya o güzel insan;
hiç çıkıp gitmeseydi, öpüşmeseydi hiç mesela, o gülün yüzü hiç gülmemiş olsaydı da şimdi gülmüyor olması bu kadar dokunmasaydı, günışığı dadansaydı yine o pencereye ama dokunmasaydı bu kadar yüreğine, koridor ıssızdı belki ama bunu farketmek için bir zamanlar ıssız olmaması mı gerekliydi, tabaklar sanki o'ndan önce çok mu neşeliydi? yahut halılar, ekmek kutusu, o gece lambası, açılmayı özlemiş kapı, perdeler, radyo... her şey yani. sen olmasaydın hiç neşe bulamayacaklardı belki ama ne kadar mutsuz olduklarının da farkına varmamış olacaklardı. kirpiklerim dem tutmayacaktı mesela bu yazıları yazarken. öylece yazmış olacaktım. ama öylece yazmıyorum. çünkü mutsuzluğu anlayabilecek kadar mutluluk yaşadım ne yazık ki...

korkuyorum sevgili okur. tekrar mutlu olamamaktan korkuyorum. hiç görmemiş ve kimsenin gördüğünün farkında olmayan bir kör mü daha çok ister renkleri yoksa bir kere de olsa o gökkuşağının muhteşem "koku"suna şahit olmuş bir kör mü?

o dolapta bulduğum 2 ekleri yiyemedim hala. anı kokuyorlar çünkü onlar. gözlerimle koklayıp beynimle süzüyorum. neyse ki beynim iyi çalışıyor olmadık şeylere. neyse ki mis kokulu 2 küçük ilham perim yardım ediyor gözlerimi kapatıp zamanda yolculuk edebilmeme. ama kulaklarım bana ihanet ediyor biliyor musun? sesini koklayamıyorum... sarhoşken ne güzel koktuğunu söylediğimi hatırlıyorum. çok iyi hatırlıyorum hem de. ama ne zaman sesini hatırlamaya çalışsam sinirli bir şekilde gözlerime bakıp kapkalın bir ses ile yapma "kapak" dediğini canlandırıyorum zihnimde. ama tekrar kokun geliyor bu sefer diğer duyu organlarıma. derime mesela. kokunu hissediyorum böylece. sanki babasıyla boks maçı yapan bir bebek gibi hissediyorum. öyle hissediyorum ki sanki babam bilerek yeniliyor bana o boks maçında ve bilerek yenildiğini anlamayayım diye yumruk mahiyetinde ufacık dokunuşlar yapıyor bana yumruk adında ama biliyor musun bazen çok canımı acıtıyor o ufacık dokunuşlar bile. sonra sen geliyorsun ve acıtmıyordur diyorsun. yahu acıtmıyordur diyorsun bana. ben de acıtmasın istiyorum. ama acıtıyor işte. o kadar acıyor ki canım ölüyorum biraz. ben bazen ölürüm biraz*.

sonra uyanıyorum ama farklı bir şekilde uyanıyorum. her ölüşümde farklı birisi olarak uyanırdım ama bu sefer tekrar eski ben olarak uyanıyorum. öylesine iğrenç bir tatla uyanıyorum ki ağzımda, böğürüyorum uyandığım yerde. hareket etmeye çalışıyorum ancak beni tutuyorlar ve böylece beni bir kez daha yumrukluyorlar*. sen de demiyorsun ki yumruklamasınlar seni, yanmasın canın. hatta gelip bir yumruk da sen atıyorsun. sonra gidiyorsunuz birlikte. saatler geçiyor yatıyorum mal gibi. sonra silkelenip kendime geliyorum. bir sigara arıyorum ceplerimde etrafıma bakınmadan. yan cebimde buluyorum sigarayı ve veriyorum ateşe. sigarayı yakarken gelen cızırtıdan farkediyorum ne kadar yalnız olduğumu. sonra iyi ki yakmışım bu sigarayı diyorum. sigarayı yakmasam hayatımı sikecektim ama ben sigara yakmayı tercih ettim. birden insanlar yaklaşmaya başlıyor her taraftan ve diyorlar ki biz de yakalım birer sigara. yakın ulan diyorum ama bitkin bir haldeyim. herkes yakıyor sigarayı ancak yüzlerini göremiyorum. çok bulanık geliyor her şey bana. tam sigarayı söndüreceğim küllüğümü alıyorum yanıma ama bir kez daha hatırlıyorum bazı şeyleri. çünkü küllük dolu. sigarayı söndürecek yer yok. yer yok çünkü sen boşaltmamışsın küllüğü. ulan diyorum mandalina olacaktı buralarda bir yerlerde. etrafıma bakınıyorum ama göremiyorum bir türlü lanet mandalinaları. kabukları atayım derken bir tane buluyorum o çöpe gitmek üzere olan mandalinayı. lan diyorum ne şanslı adamım bee mandalina aradım aradım bulamadım tam umutsuzluğa kapıldım mandalina ayağıma geldi. tam mandalina yiyeceğim bu sefer ağrım başlıyor. diyor ki mandalina; "kapak" yapma bunu. ben çöpe düşecektim baştan hata ettim diyor. sen diyor, sen mandalina yemek istemiyordun zaten. iyi de nereden biliyor bu kadar şeyi ufacık bir mandalina? sonra ağrıdan çekyata düşüyorum. mandalina da kaybolur elimden düşüp yuvarlanırken. tekrar ölüyorum. bir mandalina yüzünden...

yine uyanıyorum yine benim. yine değişmemişim. yine aklımda mandalina var. sonra diyorum ki kendi kendime acaba mandalina neden sevmedi beni ve hemen peşinden bir şiir başlıyor tok bir sesten diyor ki bana;

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.

Meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

diyorum ki kendi kendime dev nazım da elma mı yemek istemiş de canı yanmış böylesine. sonra ölüdüğünde ise bir elma uğruna; çok mu ayıplamışlar onu da bağırmış böylesine sevda yüzünden ölmenin ayıp olmadığını?

çok çocuklaşıyorum bazen. ağlayasım geliyor ama napayım hilmi bey*? gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk hiçbir yere gitmiyor. hep şeker yemek istiyorum ama hiç dişlerim çürüsün istemiyoum. herkes beni anlasın istiyorum ama çoğu zaman anlatmaya bile üşeniyorum. üşenmek. ne güzel şey yahu üşenmek. ben bir yatakta yaşasam son bir kaç aydır yaptığım gibi, yemek kapıma gelse, bilgisayarımı, içkimi, sigaramı alsam öylece yaşasam. yine para gerek amına koduğumun dünyasında. benim tek dostum içkim sigaram onlar terkederdi olmasa param diye geçer ya harika bir şarkıda. ne güzel olmuş o sözlerin geçmesi.

geri geldim editi bilmem kaç: tarih 21 ocak 2015 günlerden çarşamba saat henüz 1:31. hemen yakıyorum 31 sigaramı*. sabah sınavım vardı eğer yaşarsam bu sınavlara girmiş olmayı dilerim diye düşünerek gideyim dedim ancak çok geç uyandım. kuşlar bokunu yemeden sınav yaparlarsa geç kalırım tabi. ulan keşke 2. öğretim olsaydım. neyse efendim sabah yetişeyim diye atladım bir taksiye. adam sordu öğrenci misin diye evet abi dedim. ne okuyon dedi elektrik mühendisliği dedim. ooo iyiymiş dedi. neden insanlara bir meslek diğerinden daha iyi gelir anlamıyorum. aynen abi iyidir de bi mezun olabilsek dedim sohbete girmeye çalıştım. ben de okurdum da ailevi meselelerden dolayı okuyamadım dedi. hemen at yalanı sikeyim inananı taktiğiyle kendime kafamda sahte bir profil oluşturdum ve 3 yaşımdayken ebeveynlerimin öldüğünü, o zamandan beri bana anneannemin baktığını ve fakir bir aileden geldiğimi söyledim. neyse ki fakirsen takside işin ne amına koduğum demedi. tabi annem babam ölü deyince yumuşuyor insanlar. ilkokulu ve liseyi zar zor sağdan soldan gelen paralarla okuduğumu söyledim. ben söyledim o inandı yahut inanmış gibi yaptı. gittikçe ne kadar zor bir hayattan ne kadar umut dolu bir geleceğe baktığımı anlattım adama. ona yapabileceğim en büyük kötülüğü yapıp birkaç dakikalığına, saatliğine veya günlüğüne de olsa onu hayata biraz daha yakınlaştırdım. hayata yakınlaştıkça ölümden korkacaktı çünkü. **ayrılmak istemeyecekti dünyadan, ama dünya ondan ayrılacaktı** aslında adama içki içmenin temelinde olan "gelecekten mutluluk kiralamak" olayını yaşattım biraz. okula geldiğimde taksimetre 25 tl yazmıştı. adam sen para verme dedi. iyi dedim. üstelememin bir mantığı olmayacaktı. psikoloğa gitse daha iyi bir seans alamazdı bu paraya. neyse efendim sınava gidince farkettim hesap makinemi unuttuğumu. finaline giderken de kalem-silgi almayı unutmuştum zaten. hocaya durumu anlatıp hesap makinesini istedim. veremem dedi. sınava girip zaten verilmiş olan formülleri kağıda döşedikten sonra çıktım. binadan çıkmadan cebimdeki paketi de dışarı çıkarmadan bir sigara aldım ve dudağımın kenarına yerleştirdim. kapıdan adımımı atar atmaz da hazır ettiğim çakmak ile verdim ateşe. ringe binsem mi diye düşünürken durakları bir bir geçtim ve çıkışa geldiğimde peş peşe 6. sigaramı yakıyordum. ulan ayı dedim kendi kendime; niye dertleniyorsun? kendinde nasıl bulursun bu hakkı dedim? sigara da başımı döndürüyordu ufaktan. amatör içicinin tanımı benim galiba. ben bu yazıyı bir yere bağlayacaktım ama unuttum. hayatımdaki birçok şeyi unuttum ne de olsa. unuttuğumuz şeyleri niye yaşıyoruz ki len ehehehe* ya da genel olarak neden yaşıyoruz? nasıl olsa öleceğiz amk? bir sebep var bizi bağlıyor şu boktan hayata ve en iyi filozof bile tanımlayamıyor bunu ve bunun farkında yaşayanlardan da kaçıyoruz genelde. kimse kendinden kaçılsın istemediği için de farkında olsa bile değilmiş gibi davranıyor ve hep geleceği düzeltmeye çalışıyor. iyi de arkadaşım gelecek nereye kadar?

bir video gördüm bugün 19 yaşında birisi $350'a satılacak olan protez kol yapmış(diğerlerinin fiyatı $60.000 civarında imiş). gerçekliğini pek tabi bilemeyiz ama niye yapmış anlayamadım. sürekli insanlığa hizmet etmekten bahsetmiş. ona bu soruyu soran ben olsaydım ve bana "insanlık için" deseydi hiç düşünmeden suratına bir yumruk atardım ve al sana insanlık derdim. sanane amk insanlıktan? git yaşamaya çalış niye sanki bu yeterince zor değilmiş gibi fazlasıyla uğraşıyorsun? yine anlatamıyorum kendimi.

yoğurt ve "mevsim yeşillikleri" çeşnili cipsimi yiyip biramı yudumlayayım bari. bir dakika lan. mevsim yeşillikleri ne amk? hangi mevsimin ne yeşili bu? çam ağacı yaprağı koyuyorsunuz içine de bizden mi gizliyorsunuz?

çaresizlik de zormuş lan. diğerlerine göre en belirgin farkı daha büyük olması olan kısır bir çaresizliğin içerisindeyim. çaresizliğimi anlatamıyorum.

yazının microsoft word ile 89 sayfalık devamı var ancak sözlük yazmama izin vermedi. ben de yeni bir entry girmek istemiyorum. o yüzden o yazıyı buraya eklemeyeceğim sevgili insan.
(bkz: bulamadı)
bazen sadece bir mimik olur.
Para ve Sex ikilisidir. Modern dünyanın bizlere 2 nimeti.
Aşık olmak.
sweet home alabama.
serdar kuzuoğlu'nun bir röportajında dediği gibi mutluluk aslında sevdiğin insanla karşılıklı oturup bir bardak suyu içerek keyif dolu sohbet edebilmektir. mutluluk dediğimiz kavram maddi parametrelerle çok da alakalı değildir. mutluluk huzurda filizlenir. huzurun olduğu yerde mutlu olunur. para, prestij,güç sana sadece ego tatmini sağlar,kendini kendini kandırmanı sağlar, sevdiğin kadın,ailen yanında olmayınca bunların hepsinin değeri çöp kadar bile olmaz aslında. benim için hayatın anlamı mutlu huzlurlu bir aile bana gülen gözlerle bir kadın ve ailemden ibarettir. bunlar olmadan var olan para hiçtir.
(bkz: Eğlenmek)
(bkz: televizyon)
Yaşamaya ihtiyaç duyduğumuz için mi yaşıyoruz? Bunu bir alışkanlık haline getirdiğimiz için mi? yaşamakta herhangi bir sır, bir gizem göremiyorum lakin gören duyan bilen varsa da ulaşsın.
siktiri boktan bir hayat.

ilk önce evleneceğim kadını kaybettim,1.5 sene önce babamı kaybettim . 3 ay sonra da annemi mezara vereceğiz.

bu mu lan hayat bu mu anlam ?
Henüz kimsenin bulamadığı anlamdır.
egoistokur.com