bugün

'Beni heyecanlandıran ve devam etmemi sağlayan, elimdeki geleceğe meydan okuma gücüdür.' diye bir vecize yumurtlamiş Yoshihisa Tabuchi namında bir herif.

büyük bir hakikata ve gerceğe parmak bastik sonra düsüncelerimizi klavye marifeti ile ekrana naksedelim bakalim.

bildiğiniz gibi hemen hemen herseyin bir raf ömrü, kullanma ömrü vardir. hiç bir şeyin sonsuza kadar sürmediği - gerci mahlukata göre sonsuzluk için gereken zaman değişir- hemen hemen herseyin yiprandiği ve kadük oldugunu biliyoruz.

ne bileyim gün gelir senelerdir giydiğiniz ayakkabi ne kadar saglam olsa günün birinde darma duman olur ve yenisini almak zorunda kalirsiniz. yeni aldiğiniz ayakkabi ayağiniza uymasi için biraz eziyet cekersiniz ama er gec ayaginizin seklini aldiği için cuk diye oturur ve alisirsiniz.

nesnel olan olaylarda bu böyledir. gelgelim nesnel olmayan olaylarda ise yipranma daha hizli olur.

2007 senesi kuru gürültüye gitmiş bir senedir bence. gecmişte olanlarin tekrarlandiği ve bol bol gürültü cektiğimiz bir sene olmustur. bu gürültüler neticesinde aklimizdansa ezberlerin kullanilmasindan dolayi fevkalade toplumsal sabalakliklar yapilmiştir. tehlikenin farkinda misiniz ile baslayan düpedüz darbecilik istenmekle baslayan ve gerim gerim gerildik ve birbirimizin agzina salincak kurduk. bunlar siyasi laga lugalardir ve orta büyüklükte bir gezegende orta büyüklükte bir devlette olan biten olgulardir. herneyse benim işim siyaset yahut toplum mühendisliği değil. ama sunu da eklemeden gecemiycem. devletten ve hazinelilerden gecinmelerin post kavgasina harala gürele girildi ve kitleler insafsizca dolandirildi.

kazanc beklerken bir cok hayatimizn basrolu olan kişi ve kişilerin kaybettik. bizi biz yapan ve hayata karsi bakısımızı dolayli da olsa etkileyen insanlar tek tek gitti. tamam bu hayatin kanunudur. herkes bir gün ölüm serbetini yudumlayacaktir. ama nasil desem ismail cem gibi, savas dincel gibi insanlar bir daha cografyaya gelme sansi nedir acaba? hele ki toplumsal olarak dangaliklara boguldugumuz akli, bilimi, ögrenmeyi siktiredip laga lugaya boguldumuz, üretim yerine birbirimizin gözünü oymaya calistiğimiz su senelerde?

birbirini anlamaktansa ya bizdensin yada değilsin tarzi onlar ve biz kutuplasmasinin yapildiği ve ara renklerin hiçe sayildiği bir toplumda?

yeni gelen yilin eskileri mumla arattiği ve 2000 senesinden beri her sene hareket alanimiz kisitlaniyor.

bendeniz 2008 senesinin pek öyle sahim geceğini zannetmiyorum. yine yagmurlar yagacak gene oraya buraya sel basacak, gene benim hatali sollama yapan babam sağolsun yazan araclar trafikte kazalar yapacak - 5 ölü 25 yarali-, türban mürban muhabbeti olacak, fenerbahce sampiyon olacak, hakem hakkımızı yiyecek, cinnet geciren koca ailesini şiş kebap edecek, sigaraya ve tekel ürünlerinde kol gibi zam gelecek, bitmeyen trafik cilesi olacak, 40 senede emekli olucan falan yani ölme essegim ölme muyhabbetleri girla gidecek falan filan... anliyacağiniz gene ayni seyler tekerur edecek.

zamanı durdurmak mumkun değil tamam bunu biliyoruz, fakat neden niçin herşey daha iyiye gideceğini daha boka gidiyor? o zaman yeninin ne anlami kaliyor?

aman neyse ne işte. bezginlikle bikkınlıkla bir seneyi daha tamaladik. ömür takvimizin yapraklarindan bir yaprak daha uctu gitti.

nazim hikmet'in cok sevdiğim dizeleri ile bitirelim yaziyi bakalim:

Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya
Ona sorarsanız: 'Lafı bile edilemez, mikroskopik bi zaman...'
Bana sorarsanız: 'On senesi ömrümün...'
Bir kurşun kallemim vardi, ben içeri düştügüm sene
Bir haftada yaza yaza tükeniverdi
Ona sorarsaniz: 'Bütün bi hayat...'
Bana sorarsanız: 'Adam sende bi hafta...'
Katillikten yatan Osman; ben içeri düştügümden beri
Yedibuçugu doldurup çikti.
Dolaşti dişarda bi vakit,
Sonra kaçakçiliktan tekrar düştü içeri, alti ayi doldurup çikti tekrar.
Dün mektubu geldi; evlenmiş, bi çocugu olacakmiş baharda...

Şimdi on yaşina basti, ben içeri düştügüm sene ana rahmine düşen çocuklar.
Ve o yilin titrek, uzun bacakli taylari,
Rahat, geniş sagrili birer kisrak oldu çoktan.
Fakat zeytin fidanlari hala fidan, hala çocuktur.

Yeni meydanlar açilmiş uzaktaki şehrimde, ben içeri düştügümden beri...
Ve bizim hane halki, bilmedigim bir sokakta, görmedigim bi evde oturuyor

Pamuk gibiydi bembeyazdi ekmek, ben içeri düştügüm sene
Sonra vesikaya bindi
Bizim burda, içerde
Birbirini vurdu millet, yumruk kadar simsiyah bi tayin için
Şimdi serbestledi yine, fakat esmer ve tatsiz

Ben içeri düştügüm sene, ikincisi başlamamişti henüz
Daşov kampinda firinlar yakilmamiş, atom bombasi atilmamişti Hiroşimaya
Bogazlanan bir çocugun kani gibi akti zaman
Sonra kapandi resmen o fasil, şimdi üçünden bahsediyor amerikan dolari
Fakat gün işigi her şeye ragmen, ben içeri düştügümden beri
Ve karanligin kenarindan, onlar agir ellerini kaldirimlara basip dogruldular yari yariya

Ben içeri düştügümden beri güneşin etrafinda on kere döndü dünya
Ve ayni ihtirasla tekrar ediyorum yine
'Onlar ki; toprakta karınca, su da balık, havada kuş kadar çokturlar.
Korkak, cesur, cahil ve çocukturlar,
Ve kahreden yaratan ki onlardır,
Şarkılarda yalnız onların maceraları vardır'

Ve gayrısı
Mesela, benim on sene yatmam
Laf'ı güzaf...
"Zaman adlı denizde bir gün, bir lahza için Demirleyemez miyiz?"
Lamartine

Biten yılların son günüyle, yeni başlayan yılların ilk gününde genellikle insancıklar; güncel olayların kabuğundan sıyrılıp çıkmış gibi olurlar.
Örneğin bir yılın son gününde; istanbul'daki en akide şekerli görüntülerin, yüz yıldan bu yana hiç bayatlamadan taze kalmış şavkı, Galatasaray'daki Balık Pazarı'nda sarmalar müşterileri de, satıcıları da...
* * *
O rengârenk turşu kavanozları; kıpkırmızı elmaları, sapsarı mandalinaları, mor salkımlı üzümleri ve şaşırtıcı irilikteki çilekleriyle manav tezgâhları; yuvarlak, büyük tahta tablalarda karidesler, levrekler, kalkan balıkları ve camekânlar içinde lakerdalar, balık yumurtaları; ya hele çeşit çeşit biçimlerle boylardaki ekmekleriyle o fırınlar...
* * *
Müşterilerin çoğu da, oraların tadını bilenlerdendir. Selamlaşmalar, el sıkışmalar, hatta sarmaş dolaş öpüşmeler tezgâhtarlarla müşteriler arasında...
* * *
Biten son yılın son sabahında şöyle bir uğramak Galatasaray'daki Balık Pazarı'na; sıyrılıvermek kabuğundan güncel olayların...
Ve gencecik dost bir balıkçının ikram ettiği demli çayları içmek.
* * *
Aaa o da nesi; kaç zamandır görmediğimiz Bülent Tanla da, yanında sakallı ve sanatsal bir gülücüğü olan bir arkadaşıyla gezinmekte oralarda.
Sevinç tüten bir şaşkınlıkla fırlayıverdim ayağa; demli çaylar içtiğimiz mütevazı tek masaya azıcık ilişti onlar da.
* * *
Bülent Tanla'nın arkadaşı, Türkiye doğumlu ve italyan kökenli -artık gölgeleri bile eriyip gitmiş eski Lövantenlerden kalma- mucizevi bir sürprizdi.
* * *
Pat diye aklıma gelen bir konuyu paylaştım onlarla:
- Biliyor musunuz 500 yıl içinde, üstünde yaşadığımız "yer" küresini "uzay"dan seyretmemiş kimse kalmayacak dünyada.
Bülent'in arkadaşı, gülerek gözlerimin içine baktı:
- O kadar sürer mi, dedi.
Sanki hiçbir politikacıda bulunmayan, değişik bir tılsım vardı kendisinde.
Şayet içki saati olsaydı, kesinlikle bir kadeh de Jules Verne'in anısına kaldıracaktık.
* * *
2008'e 3-4 saat kala sevgili Şafak Barış'la, eşi Yük. Müh. Doğan Barış da geldiler eve.
Karşılıklı kutlamalar, alınıp verilen armağanlar.
* * *
Esprili armağanlar bulma starı olan Şafak, 2 tarafı da boş ve beyaz olan, bir de kartpostal getirmişti Prag'dan.
Kartpostalın bir yanı adres yazmak, öteki yanı da birkaç satır karalamak içindi.
* * *
Meğer ne kadar hünerliymiş o kartpostal.
Birkaç satır selam kelam yazılacak yanını, şöyle tırnağınla azıcık dürtünce; birdenbire yaylanarak -altında saklananla birlikte- karşılıklı 2 kapak dikiliyordu karşına.
Kapaklardan gizlenmiş olanı biraz daha küçük ve kavisliydi; Prag'ın ünlü saat kulesinin resmiyle, yan yana iki yuvarlak deliği vardı.
* * *
Karşısına dikilmiş öteki büyükçe kapağın iç tarafında ise, kulenin saatinden yan yana 2 tane...
Ve de efendim gözlerini küçük kapağın 2 yuvarlak adeseli deliğine dayayınca; Prag'ın ünlü saat kulesi 3 boyutlu olarak, canlı mı canlı çıkıyordu karşına.
* * *
Gözlerimi, kartpostalın gizli dürbününe dayamış Prag'ın saat kulesine bakarken; Roma'nın eski meydan saatleri üstünde yazan Latince bir söz kıpırdadı yüreğimde:
"Vulnerant Omnes Ultima Nocat - Her geçen yaralar, sonuncusu öldürür"
* * *
Televizyonda, bir deniz akvaryumunun renkleri çeşit çeşit balıkları dolaşıyor ve bir zamanların ünlü şarkıları çalıyordu; "Sen beni kollarına aldığın zaman, toz pembe olur hayat..."
* * *
Solmaz, ömür takviminin son yaprağına ait şiirler okumamdan hoşlanmadığı için; 395 gün sonraki yılbaşına görünmez bir soru işaretinin fiskelerini vurmuyordum ama, TV ekranındaki mercan kayalıkları arasında dolaşıp duran renkli balıklarla birlikte bazen Edip Ayel'in birkaç mısraı görünüyordu gözlerime:
Bir gün gömecekler beni şehrin varoşunda
Boş geçti ömür, kaç günümüz kaldı ki şunda?
* * *
Sofradaki konular ise çok değişikti ve yılın bitmesine 40 dakika kalmıştı. Şöyle azıcık bağırır gibi:
- Yahu, dedim; şu dakikalarda dünyada yaşayan 6.5 milyar insandan hiçbirinin aklına gelmeyen bir soru bulalım mı?
* * *
Sonra soruyu da kendim saptadım:
- Acaba Christophe Colomb, 1500 yılına nasıl girdi; 1499 yılı biterken saat 24'ü vurduğunda?
* * *
Gülüştük...
Dışarıda havai fişekler patlamaya başlamıştı.
* * *
Dün sabah, yani 2008 yılının ilk sabahında ise saat 7 sularında sokakta kimseler yoktu. Sadece gençten bir adam, çöp bidonunu karıştırıyor ve işine yarayacak çöpleri alıp, torbalı arabasına atıyordu.
* * *
Yeni yıl kutlu olsun cümlemize.

çetin altan
"ne kadar soz varsa dune ait,
dunle beraber gitti cancagizim...
simdi yeni seyler soylemek lazim."

mevlana