bugün

Norveçli yönetmen Jens Lien imzalı, kanımca son derece başarılı bir distopya filmidir.
konusu, oyunculukları iyi olduğu kadar müzikleri bir hayli güzel olan film.
Öbür dünyanın varlığından ve orada her şeyin yolunda gideceğinden hep bahsedilir.
Filmde, "ya her şeyin yolunda gittiği bir hayattan insan sıkılırsa?" önermesi ön plana çıkıyor.

Filmdeki karakter o cenneti elinin tersiyle itiyor.
dünyadaki bir keki ya da gerçek bir melodiyi, cennetin her şeyine tercih eden,
bu yüzden cennetten siktir çekilerek
kovulan adamın filmi. mutlaka izlenmeli bence.
Onu seyrettiğim günden beri film seyretme hevesim biraz tökezledi. Her gün en az bir filmle günümü şenlendirir, uuulala! diyerek diğer işlerime bakardım. Neden böyle oldu ki diye düşününce şunlar şunlar oldu diyorum;

Filmin adını çok evveliden duymuştum ama içeriği hakkında en ufak bilgim yoktu. Çeşitli yetkin otoritelerin tatminkar güzellemeleriyle arşivime onu da ekledim ve o da seyredileceği günü müsterih bir şekilde bekledi. Meğer bu müsterihliğin ardında bir bünyenin köküne dinamitler döşeyip onu bütünüyle infiale uğratma maharetini de saklıyormuş. Günlerin bir öncesine acayip benzediği bir günde bu film gözüme ilişti; evet, geceydi ve ben onu izledim.

--spoiler--
Hatır hutur, gayet ruhsuz bir öpüşme sahnesiyle başlıyor seyretimiz. Burası bir metro istasyonu. Bu muhabbetin biraz ötesinde durumun absürdlüğünü anlamaya çalışan, tükenmişliği, umarsızlığı suratından hece hece okunan genç bir adam görüyoruz. Az sonra bu adam, bizim bineceğini sandığımız trenin altına atacak kendisini. Bu sahneyi izledikten sonra filmin soğukluğunu, normallerden a türü farklı olduğunu, sizi bekleyen sürprizler olduğunu sezinliyorsunuz. Akabinde gelen sahnede görüntü yönetmeninin puanını da yükseklerden seçip kenara yazıyorsunuz. Alabildiğine geniş, kurak, bizim kuş uçmaz kervan geçmez dediğimiz arazi düzlüğünde üzerinde "hoşgeldiniz" yazılı bir benzin istasyonu olması merakımızı daha da artırıyor. Uzaklardan geldiği görünen otobüsten inen tek bir yolcuyu -hani metroda trene binmek yerine altına atlamayı seçen adamımız- benzin istasyonunun sahibi alıyor ve farklı bir dünyaya doğru yolculuğumuz tam da burada başlıyor.

Üzerinde ot bitmez araziden geniş yeşilliklere doğru giderken her nesnede bir güzelleşme, iyileşme görüyoruz. Adamımızı taşıyan araba bir apartmanın önünde duruyor ve şoförün söylediğine göre burası adamımızın yeni evi ve kendisi artık bir inşaat şirketinde muhasebeci. Yani evinden arabasına, işine varana kadar herşey önceden planlanmış ve ona sadece bu korformizmin keyfini çıkarmak kalmış. Şoför ayrılırken "yakında alışırsınız" diyor, bu alışmanın ne anlama geldiğini ve akıbetini seyrederek öğreniyoruz.

Andreas'ın gayet kibar nezaket timsali insanlarla beraber çalışmaya başlamasıyla, benim boğuk mavi-donuk gri dediğim düzen, şekilcilik, dakiklik, simetri, resmiyet gibi kavramların temsilcisi renklerin hakimiyeti başlar. Bu renklerin tabiatında "soğuk" renkler olarak tanımlanması filmde yaşamların soğukluğunu anlamada büyük yardımcı aynı zamanda. insanda beden, düşünce ve duygular renklere vurulursa beden ve düşünce soğuk, duygular ise kesinlikle sıcak renklere karşılık gelir. Bu ortamda, bu şehirde kırmızı yok, sarı yok, turuncu kesinlikle yok. Devamlı bir yerden öbürününe ivedi ulaşım, dakiklik, sistematiklik var. Olanların yanında yoklukları belirgin olmayanlar var ki, Andreas'ın çözüme giderken olmayana ergi yöntemine göz kırptığını söyleyebiliriz.

Bir paydos vaktinde dondurma keyfi yaşamak isteyen Andreas'ın suratından anladığımıza göre dondurma biraz farklı, beklediği gibi değil. işte hayatın tadındaki farklılığı anlamadaki ilk ayak bu dondurma oluyor. Yolda intihar eden birini gördüğünde insanların umursamaz tavırları başka bir farklılık. iş çıkışı eğlenmesi olarak gittiği gayet şık bir restoranın tuvaletinde Andreas şaşırma evresini nihayete erdiriyor ve bir sonraki aşama olan neden?'i aramaya başlıyor. Normal hayatta en basit yer bilinen tuvaletlerin filmlerde zurnanın zırtlandığı yer olma gibi bir nitelikleri var. "Buranın birasında bir sorun mu var? içine su falan katıyorlar sanırım." diye soran Andreas'a yanındaki adam "Birada birşey yok." dese de tuvaletlerin birinden gelen ses içinde bulunduğu hayatın eksikliğini anlamada ona destek çıkıyor. "Hiçbir şeyin tadı yok. Sıcak çikolatanın bile. Sıcak çikolata dediğin güzel olur. Koyu ve şekerli. Kokusunu düşün." dedikçe Andreas ne menem bir cehennemde olduğunu bilmenin arzusuna daha çok dalıyor. Ama yine o replik bilmişinden: Alışırsın.

Alışmak sevmekten daha zor geliyor

Filmi buraya satır satır işleyip, şipoylerleri yayarak karizmasına halel getirmeden nirengi noktalara değineyim. Hayatta en çok istenenler olarak hep bir adım ötede tutulan her şey özündeki ulaşamama yada yanında getirdiği zorluklar ve sıkıntılarla güzelliğini kazanıyor. En lüks evlerde de yaşasak, sistem tıkır tıkır tek bir kez aksamadan ilerlese, hatta o en çok istenen ölümsüzlük iksirini yudum yudum tüketsek bile hayat karanlığıyla güzel. Andreas'ı ölmeye itecek birşeyler eksik onun bu mükemmel dünyasında. Bir kere çocuklar yok. Kimse doğurmuyor, kimse çocuk büyütme, onu adam etme derdinde değil. Çocukların seslerinin olmadığı bir dünyada, en hayat dolu şey nedir ki? Andreas'ın ufak bir delikten çocukların olduğu bir dünyanın varlığını duyması, ona ulaşmak için var gücüyle çabalaması ve o renkli dünyaya ulaştığı anda bir dilim kekin gerçek tadıyla kendinden geçmesi bize en basit şeylerin aslında yaşam sebebi olduğunu gösteriyor. Film bize, uzakta varolan o hiç ulaşılamayan mükemmel maddi dünya, zevklerden, hislerden, hakiki mutluluktan uzak tatsız tuzsuz bir kandırmacadan ibaret diyor alttan alta. Hiç ölmemek yerine dolu dolu yaşamak; sıkıntısıyla, mutluluğuyla diye de ekliyor.
--spoiler--
modern yaşamın bize dayattığı yalnızlaşmaya, duygusuzlaşmaya yönelik ciddi bir eleştiri. Her şeyin mükemmel bir düzende olmasının aslında ne kadar rahatsız edici olduğunu, kendini izletirken rahatsız ederek gösteriyor.
Sistemi sorgulayan bir Norveç filmi. ben şahsen çok beğendim.. kesinlikle herkese tavsiye ediyorum bu filmi.
bu filmdeki durağın bir benzeri için (bkz: metrobüs burhaniye mahallesi durağı)
tükenmişliği, tüketmeyi ve tüketilmiş olmayı en iyi anlatan filmdir kanımca.

--spoiler--
filmi en iyi özetleyen cümle ise şudur: "her zaman iyi olmasına gerek yok. ama ara sıra da güzel olsun be."
--spoiler--
tren sahnesiyle modern dünya öldürmez, süründürür dedirtmiş film.

onun dışında insan ilişkilerinin sığlığı, ayrılırken bile birbirlerine karşı kayıtsızlıkları anlatmasıyla mevzuyu 12 den yakalamıştır. istasyondaki öpüşme sahnesinde kız ve erkeğin gözlerinin açık olması ve hiç duygu barındırmamaları da modern dünyanın ufak ama çarpıcı bir özetidir.

izlenilmesi gereken film.*
(bkz: en iyi norveç filmi)
bende "şiirini kaybetmiş şair" imgesi yaratan film. derdini/derdimizi oldukça vurucu bir görsellikle anlatan film. Anlamdan soyutlanmışlığın resmini izleten bir film.
norveç sinemasının yüz akıdır. oldukça derli toplu, akıllıca göndermeler yapan ve genel çerçevede akıcılık barındıran bir filmdir.
--spoiler gibi--
insanların seve seve(!) sistemin bi parçası olduğunu, olmayanı da sistemin nasıl yuttuğunu gösteren film.
çocuksuz, müziksiz, renksiz, kedisiz, köpeksiz, tatsız, acısız, dümdüz gri bir dünya, cehennem tasviri gibi cennet, umut, direniş, farklılık. farklı olanın hiçbir zaman istenmemesi...
söylenecek çok şey var bu film hakkında. izleyip sahip olduklarımızın kıymetini bilmek, hayattan daha çok zevk almak da mümkün.
öbür dünya'ya doğru ilginç bir yolculuk.
--spoiler gibi--
"ölmeden önce izlenmesi gereken filmler" listesi için nadide bir eser. kuzey avrupa sinemasına aşık olmak için izlenmesi gereken yegane film.

http://cineshoot.net/soru...brysomme-mannen-2006.html
Son zamanlarda izlediğim en rahatsız edici ve sağlam film Den Brysomme Mannen.Filmi izlemeden önce böylesine hem rahatsız edici hem de günümüz yaşamlarına çok güzel eleştiren bir film beklemiyordum.Film baştan sona nerdeyse hiç sıkmıyor,başları biraz ağır ilerlese de gittikçe ilginçleşiyor ve izleyeni merak içinde bırakıyor.Filmdeki insanların o robotumsu halleri,hiçbir şeye doğru düzgün tepki vermemeleri baş karakteri çıldırttığı gibi beni de çıldırttı.Fazlasıyla karamsar ve vurucu bir film Den Brysomme Mannen,herkese göre değil hatta bazı insanlar anlamsız ve sıkıcı bile bulabilir bu filmi.Film kısaca söylemek gerekirse günümüz dünyasındaki insanların ne kadar duygusuz ve robot gibi olan insanlıklarını eleştiriyor diyebilirim hatta yaşadığımız hayatta var olan ve sadece bize söylenen şeyleri yapmamızı isteyen sistemi de eleştiriyor diyebilirim.Filmi izlerken zaman zaman aklıma The Truman Show da gelmedi değil fakat o daha neşeli ve aksiyon üzerine kuruluyken bu film eleştirisel ve karamsar bir film.izlerken bazen istemsizce kaşlarımı çattım çünkü gerçekten filmdeki insanların tepkileri izleyeni siniri edecek düzeyde gıcık ve sinir bozucu.Filmde kullanılan fon müzikleri oldukça başarılı,filmin başrol oyuncusu da gayet iyi oynamış.Şuana kadar izlediğim en iyi üç Kuzey Avrupa filminden biridir heralde Den Brysomme Mannen.Filmin en son sahnesini pek anlamadım yani sonu biraz daha açıklayıcı olabilirdi.Son olarak ben filmi çok başarılı buldum.ilginç,rahatsız edici,hayatımızı sorgulatan vurucu bir avrupa filmi Den Brysomme Mannen,kesinlikle tavsiye ederim.

7.5/10
insanı derin duygulara ve düşüncelere sevkettiren, ve harbi harbi insanı geren 'nereye gidiyoruz lan biz' sorusunu sordurtan popülerizmi harika bir şekilde sorgulayan tokat gibi bir anti modern kültür filmi.
bunu da buraya film diye yazmışlar. seyretmeyerek hiçbir şey kaybetmediniz. yine izlemediğiniz takdirde zaman da kaybetmeyeceksiniz.

hiç bi sikime benzemiyor.
modernizmin getirdiği ruhsuz bir dünyadaki insanı anlatan film. ha tabi ki böylesi apatik bir gezegen en olasıdır, romantik tipler sevmez, biz severiz. tat ve zevk yoktur ama acı da yoktur. huzurludur.

--spoiler--
Bırakıldığı yere nereden geldiğini ve nasıl geldiğini hiç sorgulamadan orada bir varoluş çabası içine düşmesi insanın en büyük yanılgısı. Doğanın arzularını sahiplenmiş halde yaşadığımız bu yerlerde kendi hayatlarımızı huzurlu ve değişmez bir çizgide sürdürmeyi düşlüyoruz hepimiz. içinde bulunulan yaşam ne kadar varoş ve sefil olsa da insan onu sürdürmeye arzu duyuyor, çünkü doğa ona bu güdüyü verdi. Acı ve yoksulluk içinde her gün aynı saatte uyanıp işine giden insanın içinde bulunduğu sefaleti sürdürmek için zorlu işlerde sürünmesi, bu içindeki yanılsamanın en büyük göstergesi.

Den Brysomme Mannen, yani sorun yaratan adam Andreas bir gün bilmediği bir yerde bulur kendisini. Nereden ve nasıl geldiğini hiç sorgulamadan kendisini ''hoş geldin'' ile karşılayan insanların yaşamına adapte olmaya çalışır.

Tipik bir Cennet'tir Andreas'in içine bırakıldığı yer. Her şey kusursuzdur belki de. istediğin kadar içersin ama asla sarhoş olmazsın. Hiç çocuk yoktur. Stres yoktur. Sevişmek için bir kısa muhabbet yeterlidir. Parmağın kesildiğinde kimse telaş etmez, soğukkanlı bir şekilde ''orada öyle oturamazsın'' derler. Seni aldatıyorum dediğiniz kadınlar asla kızmazlar size, üzerine ''hafta sonu misafir var, o zamana kadar kal'' derler kin ve öfkeden uzak bir tavırda. Geç geldiğiniz işinizde patronunuz size çıkışmaz, aksine yeni ofis malzemeleri sunar ve ''burada senin mutluluğun önemli'' der. Öpüşen çiftler gerçek anlamda birbirlerini yiyen zombiler gibidirler. En önemlisi ve diğer bunca şeyin arasında en acı yakanı da asla ölememenizdir. Defalarca ray altına girseniz de bir türlü kaçamazsınız bu gri dünyadan.

Hazır o can sıkıcı yerde değilken bir an önce ölmeye bakmamız gerek. Dünyalar az da olsa farklı olsa da içimizdeki yaşama güdüsü hep genlerimizde olacak.
--spoiler--