bugün

nefes almayı bile bilmiyoruz. Nefes alırken bile üşeniyoruz.
yemek yerken konusmayın. boğazınızda kalır.
sen varya öylesin işte. o biçimsin. senin gibisine yazıyorum bunu. öylesin sen. nah böyle. yuvarlak.
kadınların üzeride çamaşır suyunun renklilerin üzerinde bıraktığı etkiye benzer
bi etki bırakırım.

yani sonuç olarak öylesine yazdım öyle birşey olduğundan değil.
hobara hubara hub.
ya allah bismillah allahu ekber.
oysa ne kadar neşeli bir çocuktum lan.
içi sensiz bir kalbi ben ne diye taşıyorum...
bu dünyada nefes alabileceğim bir gün gelecek mi.
evet bende bunu öölesine yazdım şimdi köydeki evimde balkona çıktım oturuyom dur bi uludağ sözlüğe bakem dedim sonra dur la bi üye olen bakam dee üye de oldum nesini nettimin sitesi bi şe yazcen yazdırmeyo 10. nesil sin deyo çaylaksın deyo ... sinirimi bozuyo deusun evladı mis gibi ortamın içinde kucağımda bilgisayarla ne halt ediyosam bende neyse keşke baştan deyeydim boşuna okuman vakit kaybı deye emme olsun vaadır bi hayır bakam
see
u
Yunanlısına 'Eros', Romalısına 'Amor' dediler. ikisini de tanrı yaptılar aşkın başına. Tanrı olmak basitti de hiç gerçek olmadılar. Masal olmak çok koydu gerçek olmayan tanrı kırıntılarına. Gün bitti,değişti zaman. Ne Roma kaldı geriye ne eski Yunan. Eros'tan biblo yaptılar,amor'dan parfüm. Tanrılıklarını satıp ekmeklerini kazandılar.. " Aşk ateistti, çok geç anladılar..
su olsam ateş olsam göklerde ki güneş olsam, konuşmasam taş olsam yine de oynar mısın benimle ?
belki benim kağıt param döne dolaşa bi şekilde senin cebine girmiştir.
dün arkadaşla konuşurken istemsiz sıçtığım şeyler. istesem o deliğe bu topu sokamazdım zaten.

insanların yaşadığı şey
hacı
Allah bazı özelliklerinden insanlara biraz biraz dağıtmış. öyle demişti bi öğretmen
biraz biraz böyle
her yarattığına kendisinden özellikler katmış
varlığı kendi varlığından oluşturmuş
hiç bir eksik sıfatı yoktur ya Allah'ın
var olan sıfatlarından bazılarını insanlara vermiş
peygamberler aracılığıyla dinler göndermiş
ve diller
bu diller Allah'ın bize sunduğu sıfatları, olayları, şeyleri belirtmek için kullanılmış
insanlara akıl vermiş
insanlar icat ettikleri şeyleri bu dillerden türeterek isimlendirmişler

----

hacı sözün özü
işte
her şeyin bir sebebi vardır hacı
buna da şükür demekten başka bişey gelmez elden
ben hacı
bu bi kızdan bahsetmiştim sana
onunla işim olmaması gerektiğini ne zaman anladım biliyo musun
eski sınıf arkadaşı *** meselesinden ölmüştü
demiştim.
acı şeylere de ihtiyacımız vardır diye
her acı şer doğurmaz demiştim
acı çekmeden yaşayamaz bir insan
öyle şey mi olur demişti
bunun gibi laflar
demiştim yapacak bişey yok.
az sonra birbirimize girecez
kapatalım konuyu
yanlış anlaşıldım
işte böyle hacı.

----

hacı belli kalıplar vardır bir insanı anlama konusunda
belli sorular
sırası geldiğinde bir bir sorarsın
tatmin olmazsan eğer o insanı ne kadar sevsen de o insana yaklaşamazsın
yaklaşmak istemezsin
seni etkisiz eleman zanneder
dur bak gibi zanneder
seninle konuşmaya çalışan insanları geri çevirirsin
seni dilsiz zannederler
ulaşılmaz zannederler
halbuki karşında ki insanın samimiyetine güvenirsen
oturup dinlersin
fikir belirtirsin
değer görürsün
ama şu var hacı
biri sana bişey anlatıyo
tamam güzel dinledin
soruyo fikrin ne
daha sen tam söylemeden
yaaauuv bırak o öyle mi olur.
lan *** kafalı sen zaten bana üstünlük kurmak amacıyla başlatmışsın muhabbeti
benden fikir alacan, hor görecen, kendini tatmin edicen

----

işte hacı
zor

----

hayırlısı hacı
hacı ben şair miyim? değilim
kim bana deminden yazdıklarımı hissettirebilir?
benden başka hiç kimse
işte hacı
ünvan verdiler
şairsin
şarkıcısın
şucusun
bucusun
sonu yok
sen oturup şiir yazacaksın
ben köşemde yayınlayacam
üç beş hayranın oluşacak
onlar her gün gazetemi alacak
veya siteyi açıp okuyacak
hacı diploma veriyolar
sen şucusun diye
sana sınırlar çiziyolar
rol yapmak zorundasın herkese
kendine bile
rol yapmak zorundasın
çaycılık kötü meslek
niye
geliri düşük
tamam
ben o amcaya çay veriyom diyelim
dertleşecek birini arıyo amca
gel dedi otur mesela
kafamda kuruyom şimdi
anlattı anlattı
dinledin
fiyatı ne kadar bunun hacı?
fabrikatör oldun
herkes sana ulaşmak istiyor
kimse ulaşamıyor
iş yaptığın kişiler haricinde
sen bile kendine ulaşamıyorsun
kendini tanımıyorsun
adının önünde doktor, profesör, avukat, savcı, hakim, öğrenci gibi şeyler var
fabrikatör gibi
kısaca hacı
sokayım
böyle işlere
icim oyle darlaniyor ki bu yaziyi yazisimin hikayesini "oyle"e armagan ediyorum. kendimi enayi gibi hissediyorum. dostum sandigim insanlarin boynuzlarimi kicimda hissetmek canimi en az eskisi kadar yakiyor. duygular insani mahvediyor.
" Nasıl devam ediyordu Beatles’ın şarkısı?
“Ansızın gördüm ki o eski halimin yarısı bile değilim.”

Annemden öğrendiğim ilk şey; kendimden büyüklere, öğretmenlere, yaşlılara her şartta ve her ortamda saygılı olmamdı. Her gördüğüm yaşlıyla selamlaşıp hal hatır sormak, hayat tecrübelerini dinlemek, öğretmenlerime hayatımın çıkmaz sokaklarında çıkar yol bulmamı sağlayan pek çok şeyi öğrettikleri için ömür boyu saygı duymamdı. Oyun halkasında mızıkçılık yapmamalı, misafirlere hoş geldiniz demeliydim. Kimsenin benden kötülük görmemesi, beladan uzak durmam, her zaman güler yüzlü olmam ve birileriyle sohbet ederken o kişinin gözlerine bakarak söylediklerini önemsediğimi düşündürecek bir tutum içinde olmalıydım. Bayramlarda, kandillerde, düğünlerde, ölümlerde akraba, dost ya da aile büyükleriyle birlikte dayanışma içinde olmalı hısım akrabaların iyi kötü günlerinde hâl hatır sormalıydım. Kapıdan el açanı geri çevirmemeli, iyilik yapmaktan, paylaşmaktan, yardımlaşmaktan ne olursa olsun vazgeçmemeliydim.

Dün gece yastığa başımı koyduğumda aklıma gelen nedense annemin bu nasihatleri oldu. Bugünümü dünle kıyaslayıp teraziye vurunca da Beatles’ın şarkısındaki “O eski halin yarısı bile değilim.” cümlesi dilime dolandı. Bir yaşlının en son ne zaman elini öpmüş, hayat tecrübelerini dinleyip istifade etmiş, tartıştığım kişiyle inatlaşmaktan vazgeçip gönlünü almıştım. Hangi hastayı ziyaret etmiş, hangi dostun ansızın kapısını çalıp kucaklaşmış, ne zaman televizyonun düğmesini kapatıp hayatın düğmesini açmıştım? Metroda yanımda oturan hangi insanla selamlaşmış, nezaket cümleleri kurmuştum? Bunları düşününce kendimi bir anda George Simmel’in ilk kez toplu taşıma araçlarıyla ülkeyi bir uçtan diğer uca dolaşma imkânına sahip olduklarında, yanlarındakiyle hiç bir şey konuşmadan seyahat eden Almanlar için yaptığı tanımlamanın içinde buldum. “insanlık tarihinde ilk kez iki insan yan yana bu kadar yakın oturup, bedenleriyle birbirlerine dokundukları halde saatlerce birbirleriyle konuşmadan yolculuk yapıyorlar.”demişti Simmel. Ne müthiş bir tanımlama!

Şimdi bizler de gerek görsel, gerek teknolojik, gerekse ulaşım açısından iletişim çağının bütün olanaklarına en yakın olduğumuz zaman diliminde aslında birbirimizle iletişim kurmaktan çok uzaktayız. Önümde paradoks gibi duran iki durum söz konusu: Hem iletişim çağından söz ediyoruz, hem de iletişimsizliğinin düşürdüğü yalnızlıktan. Peki, ne olmuştu? Neden, nasıl, niçin olmuştu? Üstelik medeniyetimizde iletişim, söze büyük ehemmiyet vermiş şifahi kültüre dayalı bir gelenekten geliyordu. Sohbet halkaları, istişare meclisleri, kahvehane toplantıları, dost meclisleri geçmişten günümüze hamurumuza karışmış maya gibi toplum olarak kenetlenmemizi sağlamış; selamlaşma, davet etme, yardım etme, düşenin elinden tutma gibi insan olma erdemimizi diri tutmuştu.

iletişim Çağı denilen yeni yüzyıl kısa yol tuşlarıyla yaşanan hızlı bir tüketme metodu geliştirmiştir. Ziyaretlerimizi SMS, ticaretlerimizi banka kartları, yardımlarımızı tanımadığımız insanların hesaplarına nakleden bir algı biçimi geliştirip tanışmamızı, iyi kötü günde bir arada olmamızı, dost olmamızı ortadan kaldırmıştır. Birbirimizin hikâyesini bilmenin, dinlemenin, sohbetlerimizin arasına telefonlar, son dakika haberleri, ekonomi, TV dizileri, filmler ve internet girmiştir. Kısaca muhabbetimiz hep yarım, hikâyemiz hep eksik kalmaktadır. Sözlü iletişimin ortadan kalktığı sözüm ona iletişim çağında maalesef en iyi dostlarımız karşımıza alıp izlediğimiz TV, cümleleri kısaltarak alelacele konuştuğumuz telefon, kulağımıza takıp dinlediğimiz müzik çalar olmuştur.

Farkında mısınız artık çocuklarımız bizim masallarımızla değil yataklarının başucuna koyduğuz ses cihazlarından dinledikleri hikâyelerle uykuya dalmaktadır. Saçlarını okşayıp gözlerinin içine bakarak, ara sıra yüzlerine öpücükler kondurarak söylediğimiz, ömür boyu kendilerine kılavuz olabilecek nasihatlerden mahrum büyüyorlar. Ruhlarını okşayan, yaralarını iyileştiren bütün güzel değerlerin yerini ruhsuz, sevgisiz, şefkatsiz tek düze sesler ve makineler aldı. Körebe, saklambaç, mendil kapmaca gibi oyunları; el ele tutuşabilecekleri, göz göze hayal kurabilecekleri oyun arkadaşları da yok. Hayatı sokakta düşe kalka öğrenebilecekleri alanları da yok zaten. Yalnızca odaları var. Özel odaları… Oyunlarını bilgisayarda oynuyor, tanımadıkları binlerce insanla aynı sanal ortamda sanal savaşlar yapıyor, silah alıp silah satıyorlar. Derslerini arama motorlarından hızlıca buluyor; kitapsız ve emeksiz bilgi sahibi olup çabuk unutuyorlar. Kahramanlarını televizyondan ya da oynadıkları oyunlardan seçiyor, internette tanıştıkları sevgilileriyle randevulaşıp tanışık olmadan cinsellikle tanışıyorlar. Sonra tekrar odalarına; bir başınalıklarına, yalnızlıklarına gömülüp yeni şeyler tüketmenin girdabına düşüyorlar. iletişim Çağı’nın bizi getirip bıraktığı kör nokta tam olarak burası.Bu bağımlılık duygusu çok ürkütücü değil mi? iletişim Çağı’nda iletişimsizlik sarmalı yaşamı tümüyle değiştirip her şeyi birbirine benzetiyor. Bin yıllık gelenekleri, kültürleri ve hatta inanç sistemlerini bile tekdüze hale getiriyor. Stefan Zweig, inandığı değerlerin bir bir yıkıldığını, yaşamının bir anlamı kalmadığını düşünüp karısıyla birlikte ölüme giderken 15 Haziran 1940 tarihli günlüğüne: “Neredeyse 59 yaşındayım, önümdeki yıllar korkunç olacak.” diye yazmıştı. Zweig,“Tekdüze Bir Dünya” adlı denemesine ”Dünyadaki tekdüzelik karşısında ürperti duydum.” diye not düşmüştü. Ne kadar haklı!

Şimdi aynı apartmanda biri tek haneli dairelere, diğeri çift haneli dairelere numarası olan ev sahiplerinin aynı yöne bakmayan iki farklı asansörden gidip geldikleri yeni bir mimari anlayışımız var. Evet, artık ‘site insanı’ diye yeni bir ruhsuzluğumuz var. Giyim kuşamlarımızın, evden çıkıp dönüşlerimizin, alışveriş biçimlerimizin hatta yüz ifadelerimizin birbirine benzediği; gülüşlerin sahteleştiği, tekdüze, birbirinin aynısı insan topluluklarının birbirini tanımadan yaşadığı yeni mekânlar var. Evimize gelen en yakınlarımızın bile güvenlik kontrolünden geçtiği yeni yaşam alanları. Mahallesi, sokağı, çeşmesi, camisi, satıcısı, yaşlıları, körleri, topalları, dilencileri olmayan düzgün giyimli adamları, şık kadınları, sahip oldukları maddi imkânlarla rütbe savaşına girmiş çocukları, delikanlıları olan ruhsuz yaşam alanları…

Zweig haklı çıktı, “kendi kendilerini uşak yapanların kişiliklerini yitirme coşkusu bütün halk topluluklarını” yıkıp geçti. iletişim çağında birbiriyle iletişim kuramayan küresel bir sürünün içindeyiz artık. "
" “En uzak mesafe ne Afrika’dır
ne Çin, ne Hindistan,
ne seyyareler
ne de yıldızlar geceleri ışıldayan…
En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir
Birbirini anlamayan”
Can Yücel

Elektrikle iletişimi (Telgraf) bulan Samuel Finley Breese Morse“Telgraf, bütün ülkeyi bir mahalle haline getirecektir.” derken belki de günümüzün en önemli iletişim araçlarından biri olan telefonu, televizyon ve interneti tarif etmişti. Finley haklı çıktı. Elektrikle iletişim (Telgraf) sadece bir ülkeyi değil koca bir dünyayı mahalle haline getirdi. Ruhsuz, mekanik, soyut bir mahalle… insanın modernleşme ve sekülerleşme belasıyla kendini tükettiği bir mahalle… iletişim teknolojileriyle bireyi kendi yalnızlığına hapsedip sahici yaşamaktan koparan bir mahalle. Kutsaldan, sözden, gelenek-görenek ve toplumsal dayanışmadan; akraba, dost, komşuluk ve aile ilişkilerini iğdiş eden bir mahalle…

iletişim Kuramcısı Neil Postman içerisinde olduğumuz bu durumu tanımlarken; “Telgraf, ülkeyi bir mahalle haline getirmiş olabilirdi; ancak bu, özgül türde bir mahalle, birbirleri hakkında sadece en yüzeysel bilgileri bilen yabancıların oturduğu bir mahalleydi.” ifadelerini kullanmıştır. Kısaca soğuk, niteliksiz ve menfaat ilişkilerinden örülü; uzak mesafelerin kısa mesajla, yüz yüze iletişimi engelleyen iletişim teknolojilerinin aracılığıyla sağlandığı, yüzeysel selamlaşmaların mekanik mahallesinde oturuyoruz. insanlar arasındaki iletişimsizliğin iletişim araçlarının gelişmesine karşıt olarak arttığı küresel bir yalnızlık mahallesinde. Oysa bizim asıl mahallemizde “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” gibi iletişim sorumluluğunu insan ruhuna yükleyen köklü bir duyarlılığımız vardı. Bizim mahallemiz kavramı; nesillerin zamanı nasıl tasarruf ettiğini, mekânı nasıl biçimlendirdiğini, eşyayı nasıl evcilleştirdiğini velhâsıl hayatı nasıl yumuşattığını öğretirdi. Bizim mahallemizdeki ileri değil insani iletişim metotlarında; köşe başındaki çeşmenin, kaldırım taşının, çınar ağacının gölgesinde içilen bir bardak çayın, sütçünün, simitçinin, yoğurtçunun, bozacının varlığı bütün iletişim metotlarının ahenginden daha fazla ilham veren ve hayatın devam ettiğini hatırlatan müthiş bir ruh dinginliği barınmaktaydı. Bu öğreti aynı zamanda ete kemiğe bürünmüş, mekanikleşmemiş; sanayi devrimlerine, sloganlara, teknolojik gelişmelere, renkli ekranlara karşı durarak içimizdeki derin boşluğu bertaraf eden endişe duyacak bir şey olmadığını öğütleyen kocaman bir güven duygusuydu. Tanpınar’ın tarifiyle “Üst üste yaşanmış bir zaman içinde birçok defalar kurulmuş, bozulmuş, çerçevesi küçülmüş, fakat daima kendi kendisi kalmış ve her defasında bir evvelkinin bir yığın artığını, mahiyet ve değerine bakmadan terkibinin içine almış bütün bir hayatın rengiydi.” Bu renk bizlere moderniteye rağmen mizacımızı, kişiliğimizi, mahallemizi, geleneklerimizi, nasihatleri, mekânları şekillendirirken en belirleyici özelliğimizin yalnızlık ve iletişimsizlik olmadığını da öğretiyordu.

Türkiye’de iletişim biliminin kurucusu sayılan, yetiştirdiğimiz en önemli toplumbilimcilerden ve 2009 yılında aramızdan ayrılan Ünsal Oskay, içinde bulunduğumuz iletişimsizlik ve yalnızlık sorununu tanımlarken günümüz insanının mekanikleşen ruh halini şöyle tarif ediyordu: “Sokaklardaki “kalabalık içindeki yalnız insanlar” gibi TV ekranının karşısındaki insanlar da komşularından ve kendi toplumsal gerçeğinden soyutlanmış insanlardır. Televizyonun bugünkü kullanım biçimi ve yayın politikası “uzakları yakınlaştırırken, yakınımızı ustaca bizden uzaklaştırmaktadır.” Böylece yalnızlaştırılmış insan, yalnızlığını fark edemeyeceği bir gaflete düşmektedir. Kendisinden ibaret bir dünyaya kapanmak, aslında çok büyük bir aldanmadır. Toplumsal konumu bakımından onunla aynı sorunu yaşayan bir diğer sıradan insandan uzaklaşan ve onu kendi mutluluğu için en büyük hasım sayan “sıradan insan” şimdi, kendisine ait son “harem-i ismet” saydığı evinde medyanın ve ardındaki iktidar odaklarının düzenlediği yanlış bir hayatın içindedir. “Dünyayı istediği gibi biçimlendiren odakların iletişim teknolojisinde sınırsız gelişmelerin yaşandığı günümüzde, insanlar arasındaki iletişimsizliğin ortaya çıkması ve gözler görülür biçimde yoğunlaşmakta oluşu bundan kaynaklanmaktadır.” (iletişim’in ABC’si Ünsal Oskay 1994)

Oskay’ın tarif ettiği bireyler olarak bugün kendi odalarımızda, kapıları kendi yüzümüze kapatarak bir başına yaşamaya alışmış budalalığımızla en basit iletişim metotlarını hayatımızdan dolayısıyla mahallemizden hızla uzaklaştırmak çabasındayız. Niye? … Can sıkıntısını alışveriş yaparak, oyun ve eğlenceyle gidermeye çalışan, dizi film izleyen, internette sörf yapan bu yeni mekanik soyluluk maskesinin yüzeysel bir palavradan öteye geçemeyeceğini ne zaman fark edeceğiz? internet, telefon, TV ve iletişim teknolojilerini birbirimizden uzaklaşmak için kullanmamamız gerektiğini ne zaman algılayacağız? Bu durumun ruhumuzun ilacı, derdimizin dermanı, sohbetimizin konusu olamayacağını ne zaman anlayacağız? Markete gitmeden, internetten sipariş verip bilgisayar aracılığıyla alışveriş yapmanın bizi kendi mahallemizin, sokağımızın, içimizin, özünden ve sözünden mahrum bırakacağını fark etmeyecek miyiz? Sanal sohbetlerimizin, ileri teknoloji cihazlarıyla kurduğumuz iletişim metotlarının hiçbirinin kucaklaşmanın, sarılmanın, aynı sofrada yemek yemenin, aile fertleriyle bir arada bulunmanın, dertleşmenin, selamlaşmanın, bakkalda manavda ayaküstü sohbete durmanın, kapıdan balkondan birbirimize seslenerek hal hatır sormanın, cami çıkışında kucaklaşmaların yerini dolduramayacağını göremeyecek miyiz? "
öylesine bir yere geldim, ama öylesine geldim. öylesine bir yere öylesine gelmenin hiçbir şeyi var biraz üstümde. pek ağır değil bu hiçbir şey. mutlu değilim mutsuz da değilim. çok duramam yanınızda. yaşantınıza fazla bulaşamam, adımımı yolunuza atamam. çünkü istesem de, biraz durmayı bıraksam, hareket etsem de içim duruyor benim. öylesine bir yerde duruyor, ama öylesine duruyor. öylesine bir yerde öylesine durma koş biraz demiyorum. kimseye dur da diyemiyorum. geçip gitsinler "nehir gerçeği gibi". ben biraz kalacağım burada. biraz ne bilmiyorum. iyiyim biraz.
bakıyorum da, aslında hayatım çok iyi. hatta bazı insanlara göre mükemmel derecesinde iyi. tabi bazen kötü olmadığı yok değil, mesela oturduğumuz evi almak için baya yüklü bir kredi çektik. şu an kredi borcumuz var ben 28 yaşındayken borcumuz bitecek daha 9 yıl var bitmesine, tabi bu sürede üniversite kardeşimin masrafları derken baya bir zorlanıyoruz.

hayatımda eksikliğini çektiğim tek şey para oldu. hep de para olsun, eğer hayatım böyle kalıcaksa, böyle düzenli bir hayatım olucaksa para olmasın sorun yok. babam her zaman arkadaşım gibiydi hep öyle kalıcak. benim babam olmaktan öte o benim en yakın arkadaşım, sırdaşım, dostum, ilk aşkım.

hatırlıyorum da yaklaşık 6 yaşlarındayken babamı annemden kıskanırdım, hatta korkmadığım zamanlarda bile sürekli yanlarında yatardım babam benimdi çünkü annemle bile paylaşamazdım onu.
nişan kasetlerini izlerken ''beni niye götürmediniz'' diye ağlamıştım. saflığa bak hahah.

kardeşim olduktan sonra diş problemlerim başladı 13 yıldır diş tedavileri görüyorum. hiçbir zaman da bitmeyecek daha 10 yaşındayken 18 yaşından büyüklere verilmesi gereken ilaçları kullandım. belki de böbreklerim bu yüzden susuzluğa dayanamıyor hemen ağrımaya başlıyor. yakın zamanda köprü tedavim başlıcak çünkü ağzımda 5 dişim eksik onların tamamlanması gerekiyormuş. korkuyorum. dişçiye giderken yan taraftaki psikolog bana ''sende dikkat eksikliği var'' demiş psikolojik tedavi görmüşüm küçükken ben tam hatırlamıyorum ama doğru sanırım bir şeye on dakikadan fazla odaklanamıyorum.

milas'ta otururken hayatımın en mutlu zamanlarını geçirdim. hiçbir zaman unutamayacağım anılarımı burda yaşadım. bir gün pikniğe gitmiştik, dere kenarında bir yer böyle. o sıralar da küçük kara balık diye bir kitap okuyordum. bir baktım derede minik minik kara balıklar var. hayatımda ilk defa bu kadar heyecanlanmışımdır herhalde.
''anne bak küçük kara balık buraya gelmiş!!'' tabi o sırada kaçtı onlar sonradan öğrendim meğer onlar kurbağa yavrusuymuş. bir de karıncaları çok severdim ta ki biri gelip elimi ısırana kadar. sonradan korkmaya başladım hiç karıncadan korkulur mu? ben korkuyorum.

bu gün, lise bitti. hayatımı düzene sokmak için çalışmam lazım, ilerde mutlu olmak hayal ettiğim yaşantıyı sürmek için bana verilen formülleri ezberlemek zorundayım. ne kadar saçma değil mi? ilerde mutlu olabilmek için bunlara katlanmak zorundayız, bir gün ölmek için yaşıyoruz ve bunu bildiğimiz halde yaptığımız bir şey yok.

hep söylerim ben burda yaşamak istemiyorum diye, burdan bilen bir kaç kişi de var. nedeni de sömürülmek istemiyorum. vergi adı altında verdikleri üç kuruşu geri alıyorlar. haksızlık. ülkemizde müslümanız diye geçinen insanların hepsi sözde müslüman. faiz haramdır. herkes bilir, peki ya vergi helal mi?

açlık sınırı bin küsurlu liralarda, çok şükür biz açlık sınırının biraz üstündeyiz. idare edebiliyoruz yani istediğim şeyleri alabiliyorum peki ya asgari maaşla geçinen aileler?

bu düzenin değişmesi lazım ama nasıl? vergi denen şey kalkmalı bence, ya da gelire göre vergi verilmeli. rüşvet denen şey kaldırılmalı, ''amcam milletvekili'' torpilcileri gitmeli bir kere. herkese gemicik alacak kadar maaş verilmeli.
neyse, siyaset yapmaya başladım bir anda.

bütün bunları neden yazdım bilmiyorum aklıma geldikçe yazdım ve evet ben sıkılınca bunları düşünüyorum.
çok şükür bugün'ü de bitirebildik, yarına çıkalım inşallah.
allah hakkımızda hayırlısı neyse onu versin, herkes ama herkes mutlu olur istediği her şeye ulaşır inşalah.

bütün insanları ayrım yapmadan sevmek istiyorum. kimse beni sevmese de olur, içimizdeki sevgi hiçbir zaman bitmesin, bitmemeli.

okuduysan teşekkürler.
+ hava bugün çok güzel değil mi?
- hava güzelleştiren bizim içimizmiş. içimize doğarsa önce güneş havanın bulutları ne kadar kapatırsa kapatsın, içimiz onu aydınlatırmış. insan birine aşık olunca hava hep cıvıl cıvıl olurmuş. bunları bilmeden hava nasıl güzel dersin?
+ aşk meşk bunlar boş işler. hepsi bizim libidomuzun, cinsel açlığımızın sonuçları. sevişmek için uydurulan bir yalan.
- peki seviştikten sonra ona sarılıp uyumak? o da mı yalan? aşk burada yatmaz mı?
+ buna ihtiyacım olmaz benim. o yüzdendir ki işim biter bitmez kalkıp gidebileceğim biriyle yatarım.
olmayan ellerimle yokluğun ağırlığını tartıyorum. son bir çığlıktı kopan tutun elimden kayıyorum. tutun gitmek istemiyorum. beynimin içinde içimi kemiren kirli düşüncelerle yaşayamıyorum. tenim et parçası olmuş tiksiniyorum. bir öğleden sonra bağışlanmak istiyorum. bağışlayın beni. bağışla beni dewran bağışla oğlum. bağışla beni güzelim. affedin beni sabaha kalmadan. dilim çöl. yüzüm çirkin. gecelerin uykusuzluğu var gözlerimde yılların ağırlığı var kalbimde çamur bulaşmış ellerim kırık bir dişim var. bir orospunun kahkahası gibi çınlatırım sandım evi ya da tırnaklarımla kazıyarak duvarları deliririm sandım ama ben hiç bir şey yapmadan öylece deliriverdim. odalarda dinlemeye cesaret edemediğim şarkılar çınladı. her ölmek istediğinde rüzgarın kollarında uysallaşan ben durdurulamaz bir asiliğin koynunda buldum bu kez kendimi.

yel değirmenleriyle savaşmak benim neyime...
ahmet' e ağlıyorum ethem'e ağlıyorum sil baştan hepsine ağlıyorum. kaderime ağlıyorum, yoluma yordamıma ağlıyorum. kararımı verdiğim vakit işlerin bu denli iyi gitmesine gülüyorum ama...bu sefer kanmam hayat beni sadece atkı örerek sadece bir süreliğine yaşama bağlayan hayat, karşıma beni anlayan güzel insanlarda çıkarsan, iş de bulsan her şeyi yoluna da soksan geçti bitti artık kabul siz yendiniz.

beni üzen ne varsa şiir ettim gitti.
ölmekte güzeldir anne, ölmek özgürlük için...
bize ölüm yoooooooooooooooooooooooooooook.
Serhildan jiyanê.