bugün

entry'ler (21)

kıskançlık

kötü bir hede. zor iş.

sözlüğün polemik mekanı olduğu gerçeği

yeni bir yazar olmama rağmen şaşkınlıkla takip ettiğim ve yakında bırakacağım sözlüktür. şu kısa zaman aralığında konuştuğum herkes ''öylesine, taşşağına, ciddiye almadan makarasına'' vb. amaçlarla yazdığını söyledi. zaten sol frame almış başını gitmiş. anketler, türk kızı ve yaptıkları-yapmadıkları, ölümüne futbol ve daha saçma sapan bir sürü başlığın olduğu bir yer olmuş.

istanbul üniversitesi gazetecilik bölümü

5 veya daha fazlı yılımın geçeceği bölüm.

the frayed ends of sanity

metallica'nın gelmiş geçmiş en iyi 2 şarkısından biridir. diğeri için (bkz: orion)

görükle

küçük şehirlerden ve bursa içinden insan gelmemesi gereken yer. istanbul, izmir, ankara, eskişehir, antalya gibi şehirlerden gelecek öğrenciler kabul edilmeli sadece. ayrıca öğrenci olmayan, 25 yaş üstü adamlar da gelmemeli. üniversiteli diye her kızı kaldırabileceğini sanan, kaldıramasa da gözüyle taciz eden tüm elemanlar burada. bırakın öğrenciler kafasına göre takılsın, niye bozuyorsunuz dengeyi ? artık samimi bir köy değil, birbirini yatağa atmaya çalışan insanlarla dolu köy. 2013 kasımda okulu bırakıp evime döndüm, pişman değilim.

icini oldugu gibi doken adam

hiç tanımamama rağmen, bana bir enteresan gelen yazar. sürekli aynı yerde takılan, oranın sahibi olmasa da orayla duygusal bağ kurmuş, saf iyi niyetli biri gibi. leyla ve mecnun'un ismail abi'si gibi biraz.

gece mezarlıkta obua üfleyen mohikan görmek

(bkz: lsd)

ekmek için ekmeleddin

''tüm ülkeyi buğdaya boğacağız, herkes ekmeğe abanıp 500 kilo olacak'' tarzı bir vaat olarak anlaşılabilecek slogan. şaka şaka.
her ne kadar uzak olsa da, ekmeleddin'le bir ''muhafazakar, 2014 model yeni ecevit'' havası yaratılmaya çalışılmış. buğday, çiftçi, alın teri, ekmek parası falan hani. yemezler ama.

günün şarkısı

http://www.youtube.com/watch?v=4BMGrAAFr9g

patenli çocuklar

yeni nesle baktığımızda, bir kere sokakta olduğu için +1 kazanan çocuktur. yahu bir kere çocuk bu, ağlamıyorsa bir tane daha +1 alır benden direkt. haa, arada poz kesen, kız kaldırmaya çalışanları da yok değil şimdi. kısacası itici olmayanlardır, hele benim gibi hiç paten sürmemişseniz falan izlemeyi de seversiniz bence. gıpta ile izliyorum. *

kabenin etrafında 666 tur atan hacı

''ne şiş yansın ne kebap'' felsefesini benimsemiş hacıdır. hem şeytanı hoşnut etmiş olur, hem allah'ı.

ulus

etiler'den arnavutköy-ulus yönüne dönünce yolun sizi atacağı semt. çok enteresan bir topluma sahip. genelde semt sadece sitelerden oluşurken, sadece ambarlıdere isimli, gecekondunun bol olduğu bir mahallesi vardır. öyle enteresan bir karma halkı var ki, en yakın arkadaşım ile hakan akkaya'nın evleri bitişik, ancak arada inanılmaz bir sınıf farkı var. ancak mağaraları olan ulus parkı sebebiyle sevilir sadece. onun dışında her yer yokuş zaten.

guns n roses

kurt cobain gibi, benim de axl rose yüzünden sevemediğim grup. bon jovi'den pek farkı olmamakla beraber*, pop rock denen müziği icra ederler.

uludağ sözlük

ekşi'de yazar olmanın zorluğuyla geldiğim sözlük. arayüz ve kullanım gayet güzel geldi, dün çaylak oldum, bugün de yazar. ancak türk kızları, erkeklerin onlarda ne aradıkları, kızların erkeklerde ne aradıkları gibi saçma sapan onlarca başlığın sol frame'i işgal ettiği sözlük imiş. güzel yazan kişiler elbette var ama uludağ da bu kişilerin eline düşmüş gibi görünüyor. kendini veya cinsini beğenmiş,karşı cinsle sürekli laf sokuşmaları yaşayan, bir nevi ''kezbanın erkeği kızı olmaz'' dedirten ve bunu sol frame'i ile kanıtlayan sözlük. sözüm herkese değil, güzel insanlar alınmasın, alınmazlar da zaten. kendilerini biliyorlar. *

levent ülgen

türkiye'deki en başarılı sanatçılardan biridir. kendisini en son babalar duyar, bir kelime bir işlem ve devrimden sonra gibi güzel işlerle hatırlatır.

jim morrison

şiire ve düz yazıya meraklı tanrımsı kişilik. şarkılarının ve şiirlerinin yanı sıra, düz yazıları da harikuladedir. örneğin:

''kertenkeleler dünyadan tamamen yok olsa da ekosistemde hiçbir değişiklik olmaz, bu yüzden kertenkeleler dünyanın tek tam bağımsız canlılarıdır ve bende onların kralı jim morrison’um. 1943’te melbourne florida’ya kuyruklu bir yıldızdan koparak düştüm. yaşamla ölüm arasında gezindim hep ama yaşamı ilk algıladığım an ölümü ilk keşfettiğim andı. altı yaşındaydım, new mexico’da aile gezisindeydik. ben, annem, babam, büyükbabam, büyükannem, tam bir aile gezisi…
bir kamyon dolusu kızılderili başka bir kamyona ya da başka bir şeye çarpmıştı. kızılderililer bütün yola dağılmıştı, kanlar içinde ölümü bekliyorlardı. babam ve büyükbabam neler olduğuna bakmak için arabadan indiler. ben daha çocuktum, arabada beklemem gerekiyordu. tek gördüğüm şey, kan ve yerde yatan insanlardı. ama garip bir şey olduğuna eminim çünkü onların yaydıkları dalgaları hissedebiliyordum. yerde yatan insanların da olay hakkında benim bildiğimden daha fazlasını bilmedikleri fark ettim. işte o an ilk kez korkuyu tattım. bu korkuyla birlikte etrafta koşuşturan kızılderili ruhlarından bir ya da birkaç tanesi gelip benim ruhuma girdiler. annem ve babam ise beni yatıştırmak için ‘’kötü bir rüya, sadece kötü bir rüya’’ demekle yetiniyorlardı.

o günden beri yaşamın sunulan ve görülenden ibaret olmadığına inandım. her zaman daha fazlasını görünenin ardına yaptığım gizemli yolculuklarda aradım, şiir ve müzik ‘’ötekilere’’ zarif dokunuşlar yapmamı sağladı.
beni daha derin düşünmeye ve görünenin ötesine geçmeye sevk eden en dipsiz korkularıma yoğunlaştım, onlardan korkmak yerine yeni boyutlara geçişin heyecanını hissettim ve korkunun gücü kayboldu. hayatın karanlık tarafıyla ilgilendim hep, kötü olanla, gece zamanıyla, ölümle. gizemlerle yüzleşmenin, daha derine inmenin zarif yollarında yürüdüm.

lise ve üniversitede bir sürü defter tutuyordum ama okulu bıraktığımda aptalca bir şey yaparak hepsini attım. şimdi attığım o iki, üç defterden daha fazla istediğim bir şey yok. geceler boyu o defterlere ne yazdığımı hatırlayabilmek için hipnotize edilmeyi ya da kafamı tamamen dumanlamayı düşünüyorum. ama belki de onları atmasaydım hiçbir zaman emsalsiz bir şey yazamazdım çünkü onlar temelde okuduğum ya da dinlediğim şeylerin bir birikimiydi, kitaplarda altını çizdiğim cümleler gibi…
şiire hayranım, benim gibi bilinenle bilinmeyen arasında gezinir, pek çok anlama gelebilir, bir labirent ya da bilmece gibi üzerinde düşünülüp insanların kendi durumlarına uyarlanabilir. işte bu yüzden seviyorum şiiri sonu olmadığı için. insanlar yaşadıkça kelimeleri ve onların bir araya gelişlerini hatırlayacaklar. bir soykırımdan kurtulabilecek şeyler şiirler ve şarkılardır. kimse bir kitabın tamamını hatırlayamaz. kimse bir filmi, bir heykeli ya da bir resmi tam olarak anlatamaz. ama insanoğlu yaşadıkça şiir ve şarkı sanatı devam edecektir.

ingiliz blake, fransız baudelaire ve rimbaud duyguların kara örtülerinin içine beni zarifçe soktular. bu buluşma tüm çırpınışlara bir yol çizdi ve sınırların sonsuzluğunu arama yolculuğum başladı. karanlığa o kadar uzun zaman boyunca baktım ki artık orada neler olup bittiğini görmeye başladım. seksi, gizemleri, boyutlar arası seyahatleri, cinayeti, deliliği ve ölümü bu gerçekdışı efsunlu satırlarda buluyorum. ben tek bir bedene hapsedilmiş sonsuz bir köleyim ve satırlarda özgürleşiyor ruhum. düşünceler arasında gezinen küçük bir prens, kanatları olan ölü bir tırtılım.
ben deri ceketli rimbaud’um. başkaldırı, düzensizlik ve kaosa ilişkin her şey ilgimi çekiyor, özellikle de görünüşte hiçbir anlamı olmayan eylemler. özgür hareket, davranış… olduğundan başka hiçbir şey olmayan eylemler. sonuç yok, sebep yok. yönlendirilmemiş, özgür eylem. eğer bu akışa kapılıp özgürce yaşarsanız çevrenizdeki insanlar farklı bir hareket yaptığınızı düşünürler ve huzursuz olurlar ya sizden kaçarlar ya da size engel olurlar.

aileler, toplum, devlet ve tüm diğer kurumlar bütün bencilliklerini ortaya koyarak aynı kalıpta insanlar yetiştirmeye çalışıyorlar. herkes kendi dünyasını hayatından aldığı tecrübelerle kurmalı. insanlar başkaldırmalı, hiçbir siyasi ve toplumsal baskıya boyun eğmemeli. kurallar yıkılmalı ve her zaman da yıkılacaktır çünkü bir kuralı yıkma isteğini yaratan tek şey kuralın varlığıdır. eğer kural olmazsa, onu yıkma isteği de olmaz. ben, bireyi sosyal kontrol altına almak isteyen kapalı zihniyetli toplumlara karşı gençliğin isyanını temsil ediyorum. hayatın boğucu atmosferine öfke ve nefret tohumları saçıp bir yandan da dünyanın geriye kalanını eğlendiriyorum. hayatın tozpembe olmadığını biliyorum ve kötü şeyleri görmezden gelip mutlu bir insan rolü yapmanın aptallık olduğunu düşünüyorum. nihilizme sığınıyorum, bilinci, karanlık bilinçaltını ve keşfedilmemiş arzuların dış görünüşlerini benimsiyorum. çılgınlıkların tüm sınırları ne kadar genişletebileceğini merak ediyorum. algıların ötesine geçmek istiyorum. aldous huxley’den beyin ve sinir sisteminin, dışarıdan gelen bilgileri eleyerek kişiye kısıtlı algılama hakkı tanıdığını ancak alkol ve lsd’nin bunların çok ötesinde algılama olanakları yarattığını öğrendim. william blake’de beş duyunun mükemmel derecede gelişip, açılana dek, bedenin ruhun hapishanesi olduğunu söylüyordu.
duyular ruhun pencereleridir…
artık algılamayı değiştiren bu yolların birçoğu yalnızca doktor kontrolünde elde edilebiliyor ya da yasadışı yollarla. batı kültürü alkol ve tütüne izin veriyor sadece. duvarın öte yanına açılan tüm kimyasal kapılar uyuşturucu, bu kapıları izinsiz açmaya çalışanlar ise keş olarak damgalanıyor. ama kurallar ve yasaklar ruhun sonsuz keşfi yolculuğunun önüne çıkan cılız engellerden öteye geçemeyecekler. eğer gerçekten nelerin uyuştuğunu görmek istiyorsan dikkatlice ve açık bir algıyla çevrene bak, bir süre sonra her şeyin potansiyel uyuşturucu olduğunu göreceksin ve tek yapman gerekenin her zaman algılarını özgür bırakmak olduğunu anlayacaksın.

tanrılar hayallerle uyuşturur bizleri. bizlere kitaplar, konserler, şiirler, şarkılar, şovlar, sinemalar verirler. sanat yoluyla kafamızı karıştırır ve kendi köleliğimizin içinde kör ederler bizleri. sanat, hücre duvarlarımızı süsler, sessiz ve bir örnek tutar bizi. karanlığa zahiri bir ışık tutar, hayali aydınlanmalar yaşatır. farklı bakışlar oluşturur, daha da karmaşıklaştırır görmeye çalıştıklarımızı. sanatın verdiği kişisel tatminlerin şiddeti seksin bile yerini alacak doygunluklar verir. özgüven ve beğeni sağlayarak daha sivriltir duruşumuzu. sanat aydınlatmaz ya da özgürleştirmez, yoğunlaştırır…
ben de yoğunlaşmanın sınırlarını denedim, her şeyden büsbütün sıyrıldım. kaybolmuş cenneti arıyordum ve diğer dünyayı hiç düşlememiş birinin beni anlamasını beklemiyordum. algı kapılarının karanlık koridorlarında yılanbaşlı şamanlarla, vahşi hayvanlarla karşılaştım. ateşin şiddeti, seksin çığlıkları kulaklarımda yankılanıyordu. kendimi kaybedercesine savurdum, daha karanlığa ve derine…

hayata değişik bir açıdan bakabildiğime inanıyorum ama içinde yaşamayı becerebildim mi, bilmiyorum… aslına bakarsanız pekte umurumda değil. sadece tüm sınırları merak ettim diyelim ve peşinden gittim. bilinen ile bilinmeyenler arasındaki kapılara her dokunuşum ruhumun derinliklerindeki zebanileri özgür bıraktı, kapılardan sızan ışıklar bedenimi hafifletti… yükseliyordum, katman değiştiriyordum…
mutlak muğlak…
her şey göründüğünün ötesinde başka duvarlara dayanmıştı ve ben o duvarlara dokunabiliyordum.
görüntünün ardındakine ulaşmanın esrarengizliği ve çekiciliği kaybolmamalı. gizemli, sansasyonel, seksi bir rockstar görünümünün ardındaki ince ve duyarlı şairi gizledim çoğu zaman ama bazen şarkı sözlerinde gösterdi kendini. hep bir şair olarak anılmak istiyorum ve şiirle baş başa kalabilmek için yaratılan bu sahte imajlardan kurtulmam gerekiyor. belki ölü taklidi yaparak havai’ ye kaçarım, belki metabolizmam ruhumun arınma sürecine ayak uyduramaz ve iflas eder, belki ölüme kendim giderim, belki de bambaşka bir şey… ne fark eder ki…
tek istediğim öldükten sonra şiirlerime devam etmek, müziksiz ama ritmik, akıcı ve sonu belirsiz saf şiire…

her şeyin ötesinde, artık sona doğru yaklaştığımı hissediyorum. kusursuz ve arzu dolu sona… algıların kapılarını teker teker açarken geçtiğim her eşikte biraz daha sendeliyorum, artık kendimi tutmak gibi bir zorunluluğum yok. alevlerin akışını hissediyorum. titreşimler bedenimi sarıyor, kendimi daha da özgür bırakıyorum ve tüm eşikler sonsuz bir hayal gibi ardımda sıralanıyorlar. kıpırdamadan boşluğun içinde kayıyorum, gittikçe hızlanıyor ve yumuşaklaşıyor. sürtünme bedenimi kavrıyor. parmaklarım kıvılcımlar saçıyor, yavaş ve zarifçe enerjiye dönüşüyorum. sonunda ruhumu ve bedenimi tam olarak birbirine karıştırabiliyorum.
bir kuyruklu yıldız olmak istiyorum, herkesin durup baktığı, birbirine gösterdiği bir kuyruklu yıldız, sonra… ansızın bir patlama ve ben yokum. bir daha hiçbir zaman böyle bir şey görmeyecekler ve beni hiç unutmayacaklar…''

ali nesin

bir an önce başbakan olmalıdır. eğer türkiye cumhuriyeti devleti iyi bir iş yapacaksa, bu sadece ülkenin başına ali nesin'i getirmekle olur. bu ülkeyi karanlıktan aydınlığa, militarizmden özgürlüğe, yobazlıktan ileri görüşlülüğe taşıyacak bir kişi varsa, o da ali nesin'dir. verin eğitimin sorumluluğunu ona, sonra da 20-30 yıl sonraki türkiye'ye bakın.

sözlükte kimsenin filistini sallamaması

ne doğru olandır, ne de yanlış olan.

fko* zamanında, yaser arafat gibi bir adamı ve halk için bir şeyler yapmaya çalışan orduyu-örgütü harcayan halka müstehaktır bu olanlar. dinsizin hakkından imansız gelir. deniz gezmiş ve daha nicesinin eğitim aldığı, belki de arap dünyasının çehresini, bakış açısını ve geleceğini tamamen değiştirecek olan insanlara* yazık eden bu islamcı yobaz halka her şey müstehaktır. hele de yurdunu parayla satıyorsa. ama kıyamıyor insan yine de. çocuk var be. bir sürü günahsız çocuk. o çocuklara ve bozulan psikolojilerine üzülüyorum sadece.

umarım metalcidir

insanın müzikten anlayıp anlamadığını belirleyen turnusol kağıdı ifadelerden biri.

''metalci'' nedir arkadaş ? müzik, belli bir tarza saplanıp kalınacak bir şey değildir ki. o dediğin ancak futbolda falan olur; ''umarım x takımlıdır'' dersin mesela. müzik, sanat dalı olduğu için, müziği gerçekten anlayıp, yorumlayan, dinlemesini bilen kişi, 'metalci', şucu, bucu gibi kavramlarla kısıtlamaz olayı. ''umarım cazcıdır'', ''umarım countrycidir'' diye bir ifade var mıdır ? yoktur. müzik alanında kendini bu kadar dışa kapayan, kendi dışındaki diğer tarzları hor gören, istemeyen başka bir dinleyici kitlesi yoktur sanırım. bu, beynelmilel alanda olsa da, türkiye'deki 14-23 yaş arası metal dinleyicilerinde daha sık görülen bir durum. metalcilik veya öyle olmayı istemek, saçma bir hal. kendini metalci diye addeden kişinin, hiç sevmediği pop dinleyicisinden hiçbir farkı yoktur müziğe bakış açısında kanımca. kendinize bir etiket, saf, yafta belirlemeyin, gerçekten sanat olan tüm müzikleri ve tarzları dinleyin, zaten o zaman kendinizi o sıfattan kurtaracaksınız.
not: death'i ve slayer'ı çok severim, en çok dinlediğim tarz metaldir. sevgiler.

echoes

dünyada, müzikle ve onla ilgili yapılan tüm zımbırtıların gelmiş geçmiş en başarılı olanıdır. insanı okyanusun berrak sularından, güneşli gökyüzülerinden, uzayın herhangi bir karadeliğine veya boşluğuna bırakabilen tek şarkıdır. sessiz sakin bir göl kenarında başlar şarkı, ardından yavaşça sizi okyanusun üzerindeki güneş pırıltılarına bırakır. vaktin nasıl aktığını anlamadan, birden uzayın sonsuz boşluğunda, bir yıldızın etrafında ya da bir gezegenin yörüngesinde bulursunuz kendinizi. en sonunda ise yumuşak bir inişle tekrar kendi cehenneminize bırakır sizi. echoes, 23 dakikalık bir kaçıştır. 23 dakikalık bir lütuftur. en iyi ikincisi için ise (bkz: orion)