bugün

ölü yıkamak

nasıl yaptım, nasıl yapabildim bilmiyorum ama insan bir taneyi yapınca, diğerlerini de yapabiliyormuş.
seri katil olmanın ilk koşulu gibi, babamın garip atasözü gibi ''2. yi alan 102. yi de alır'' *
yıkadım işte. ilki çok ağırdı. çok çok ağırdı.

önümdeki sedyede yatan annemdi.
saçlarının öldüğü açıkça ortadaydı. sönüktü saçları. tırnaklar ve saçlar uzamaya devam edermiş hikayesine o andan sonra inanmayı kestim. uzasa ne olurdu ki. ölüydüler işte.
kupkuru bir ölü uzanmıştı önümde. suyu ilk önce yüzüne tuttuk, sonra saçlarına. yavaş yavaş ıslanıyordu.
normal bir kalıp beyaz sabun. insanın tüm pisliğini alan tek şey bu kalıp sabun mudur? işte o sabun.. ellerine sürdüğünde masumiyet kokan, anneannenin yıkadığı çamaşırları, eski köy kokusunu, küçüklük anılarını aklına getiren o sabun hayatının bundan sonraki bölümünde sana neler ifade edecekti bir bilsen..

saçlarını sabunladım, yüzünü de.. yüzünde biriken kan parçacıkları ufak ufak dağılıyorlardı. ağzına köpüklü sular ısrarla girmeye çalışıyordu. tadını bilirim berbattır. engel olmaya çalıştım elimden geldiğince.
gözüne köpüklü sular geldiğinde içim cız etti. o ela gözleri yanardı bu köpüklerden. ama kıpırdatmıyordu bile. kusacaktım stresten...

sabun ölü tenine değdiğinde ananenin çamaşırları gibi masumiyet kokmuyor. aksine bildiğin morg kokuyor, koca bir ürperti kokuyor, ölüm kokuyor. bunu o kadar net anladım ki... o günden sonra nefret ettim beyaz sabundan.. belki de beyaz olan her şeyden nefret ettim, kefenini de görünce... karmakarışık!

sağa çevir, incitmemeye çalış, yıka.
sola çevir, incitmemeye çalış, yıka.
dualar eşliğinde köpükler dağılsın tüm vücudunda..
allah'ın huzuruna tertemiz çıksın diye yıka...
gözyaşlarınla yıka...
gözyaşlarınla...

o gün nasıl dayanabildim bilmiyorum, zaten aklımı yitirdim o günden sonra uzun süre... tam ölümün soğukluğu ensemden uzaklaşmaya başlamıştı ki...

babannem öldü. annemin 1. yılına bir hafta kala. yine bir kurban bayramı. kurban bayramında en yakınlarımı kurban veriyorsam eğer kesilen hayvanların anlamı ne? o konuda hala düşünüyorum....

yanına girdiğimde takribi 45 dakikalık ölüydü. morga koymuşlardı ama henüz soğumamıştı. yüzünde güler gibi bir ifade vardı. ama huzurla gülümser gibi değil, ibneliğine güler gibi. 3 saniye içinde dirilip tajkip eden 5 saniye içinde tekrar ölecekmiş gibi.
ölü görmek alışkanlık mı yaratmıştı bilmiyorum, tedirgin olsam da yüzüne bakmaktan ona dokunmaktan kendimi alıkoyamıyordum.
çıktık...

ertesi sabah erkenden gittik yanına. kalp krizi sonucu ölmüştü ve çok fazla morarmış olabileceğini söylediler. sen yanına gitme istersen zaten annenin etkisinden çıkamadın henüz dediler. duymazlıktan geldim.
girdim yanına, üstü tamamen örtülüydü. teneşirde uzanmıştı. ölü yıkayıcı bir önlük verdi. neredeyse yao ming'in boyu kadar. taktım önlüğü. elime bir sünger verdi ve o lanet olası beyaz sabunu. aklımda flaşlar patladı. sadece sustum.

açtı yüzünü, dokundum. buz kalıbıydı. morarmamıştı.
ölü yıkayıcı suyu açtı ve başladık yıkamaya...

sağa çevir, incitmemeye çalış, yıka.
sola çevir, incitmemeye çalış, yıka.
dualar eşliğinde köpükler dağılsın tüm vücudunda..
allah'ın huzuruna tertemiz çıksın diye yıka...
gözyaşlarınla yıka...
gözyaşlarınla...

cesaret işi falan değil ölü yıkamak. şefkat işi.
savunmasız olan bir güzelliği canın pahasına korumak gibi bir şey. onu ait olduğu yere gönderene kadar kanatların altına almak. ona son görevini yapmak gibi. ona dünyanın en güzel sesinden dünyanın en güzel şarkısını söylemek gibi. onun cansız bedenine ruh vermek gibi.

bir gün beni yıkarlerken , yattığım yerden onları huzurla izleyeceğim. gözlerime sabun köpükleri dolsa da, o güzel yüzlerini 1 salise daha fazla görebilmek adına kıpırdatmayacağım göz kapaklarımı. söz...