bugün

lozanda 12 adaları istemeyen zihniyet

zorunlu olarak başlığa dönme nedenim, tane tane bunu yalancılıkla suçlayanlara cevap vermek. uşi yi unuttuğumuz söylenmş falan..

1911 Trablusgarp Harbi çıktığı zaman italyanlar bir baskınla Ege Denizi’ndeki adalarımızı işgal etmişler, balkan savaşının başlamasıyal da italyanlar ile 1912 tarihli Uşi Anlaşması ile trablusgarp savaşı na son verilmiş. buna göre:

-Buna göre, biz Trablusgarp’ı italya’ya bırakıyoruz, onlar da Adalar’ı bize geri veriyorlardı.

-Ancak, Yunanlılar’ın eline geçmesinden korkulduğundan Balkan savaşı bitene kadar bunların, italyanlar elinde kalması kabul edilmişti.

-ancak Balkan Harbini ardından1.Dünya savaşı ve sonra da Yunan savaşı başlayınca Adalar’ın bize devri gecikmişti.

-lozanda ise hukuken bize aid olduklarına itiraz eden yoktu.

-askeri müşavir Tevfik Bıyıklıoğlu ‘nun Limni Adası’nı müttefikler bize verdikleri halde zapıta geçmeyi unuttuğu için kaybettiği ve

dikkat edin delilikle suçladıkları ama delege rıza nur ;

ikinci Murahhas! Dr. Rıza Nur, Birinci komisyonun diğer bir işi de Adalar Denizi’ndeki Adalar meselesidir. Bunların bir kısmı Yunanlılar’ın, bir kısmı italyanlar’ın elinde. Ahali ekseriyetle Rum. Vakıa Anadolu sahilleri için kaçakçılık ve eşkıyalık, iktisadi vaziyet cihetiyle Adalar mühimdirler. Hatta Anadolu’ya tecavüz için mükemmel üssül hareke olabilirler. Fakat Türkiye’de onları ne almak ne de muhafaza etmek kudreti var. Muhafazaları büyük masraflar ister. Yalnız Çanakkale Boğazı’nın ağzını tıkayan bir iki adayı almalıyız ve alabilirsek kar. Öbür tarafı uğraşmaya değmez” demiş.

- Alman savaşında italyan hakimiyetindeki Ege adaları, Alman işgaline geçmiş ve Almanlar çekilirken bu adaları bize devretmeyi teklif etmiş olduğu halde, o günkü Türk Hükümeti bu teklifi değerlendirememiştir.

ikinci bir çirkin iftira da şu :

abdülhamid han atılan iftira. güya memleket toprağı satmış dinle: memleketi 33 sene yönetip 23-24 milyon km kare zapt etmeyi başarmıştır.

770 bin km kare nere 24 milyon nere hepsi de kanla alınmış topraklardı hatırlatayım. hepsi de bizim vatan toprağıydı. kıbrıs meselesini de bizim mustafa armağan aşağıda bir güzel anlatmış. işte:

alıntı----

Kıbrıs'ın 1571'deki fethi, Akdeniz'in büyük bölümünü elinde tutan bir cihan devletinin önünde kaçınılmaz bir görevdi. Bazı kendini bilmez Avrupalılar bir hikâye uydurmuşlar, sonra buna kendileri de inanır olmuşlardır. Güya II. Selim Kıbrıs'ı nefis şarapları için fethetmiş! Buna Shakespeare bile güler. Zira Othello'sunda "Sanmayın ki Türk, kendini en çok ilgilendiren şeyi en sona bırakacak kadar beceriksizdir" diyerek Kıbrıs'ın fethinin Osmanlı için ne denli gerekli olduğunu söylüyordu. Zira Kıbrıs, Osmanlı'nın Anadolu'nun etrafına attığı stratejik çemberlerin ilk halkalarından birinde bulunuyordu ve fethi, askerî bir gereklilikti.

Nitekim Şeyhülislam Ebussuud Efendi de Kıbrıs'ın fetih gerekçesini şöyle belirtmişti: 1) Önceden Müslüman yönetiminde bulunmuş toprakların (Ada'da 300 yıldan fazla süren Emevi hakimiyetini kastediyor) tekrar fethi yerinde olur, 2) Venedikliler Kıbrıs'ta yuvalanmış olup buradan Osmanlı gemilerini vurarak barışı bozmaktadırlar.

Halil inalcık'ın bir makalesinde dediği gibi, biz Kıbrıs'ı Rumlardan almadık ki! Ada'yı Katolikleştirmeye uğraşan Venediklilerden aldık. Hatta kuşatma öncesinde Fener Rum Patriği, Ortodoks tebayı, 'Osmanlılara direnmeyin' diye uyarmıştı. Nedeni açık: Kıbrıs'ta 1878 yılına kadar 300 yıldan fazla süren Osmanlı yönetimi Ortodoks Kilisesi'ni ihya ettiği gibi, Venedikliler tarafından gasp edilen topraklarını da geri vermiş, üstelik toprak kölelerini özgürlüklerine kavuşturmuştu. Prof. inalcık'a göre, 1571'de Kıbrıs'ta Osmanlıların karşısında bir Rum devleti yoktu ve Türkler halk tarafından bir kurtarıcı gibi karşılanmışlardı. (Kuruluş ve imparatorluk Sürecinde Osmanlı, Timaş: 2011, s. 205-6.)

Dolayısıyla bugün Ada'da Ortodoksluk ve Rumlar hâlâ yaşıyorsa bu büyük ölçüde Osmanlı hoşgörüsü sayesindedir.

Kars'a karşılık Kıbrıs

Geliyoruz 1878'e. Kıbrıs'ta 300 yıldan fazla süren Osmanlı hakimiyeti, 93 Harbi (1877-8) sonunda ingiltere'nin iştahını kabartır. Bu tarihte Osmanlı Devleti tarifsiz zorluklar içindedir ve ingiliz emperyalizmi için Akdeniz'de bir üs sahibi olmanın tam zamanıdır. Üs bahane tabii. Asıl derdi, Osmanlı'nın yaklaşan ölümünde sahneye daha yakın bir sandalyeye oturabilmek ve parsayı Ruslara kaptırmamaktı.

Bu süreci izninizle biraz açmak istiyorum, zira kitaplarımızda yuvarlayarak "Abdülhamid Kıbrıs'ı ingilizlere verdi" diye geçiştirilen olayın bilmediğimiz incelikleri var.

Kıbrıs'ın Müslüman anıtlarından, şimdi Güney Kıbrıs'ta bulunan Hala Sultan Külliyesi. (Peygamber Efendimiz'in (sav) halası Ümmü Haram'ın Tuzla'daki türbesi).

***

Sultan Abdülhamid'in el yazısı ve imzasıyla (sol üst başta) Kıbrıs'ı "Hukuk-ı Şahaneme asla halel gelmemek şartıyla" ingiltere'ye vermeye razı olduğuna dair belge (Başbakanlık Arşivi).

Bir kere istanbul'un burnunun ucuna kadar gelmiş olan Ruslarla yapılan Yeşilköy (Ayastefanos) Antlaşması kelimenin tam anlamıyla bir felaketti. Topraklarının üçte birini kaybetmiş, Balkanlar'daki topraklarıyla bağlantısı kesilmiş, üstelik 245 milyon altın tazminat ödemeye mahkûm edilmiş olan Osmanlı Devleti'nin itibarı da, ekonomisi de yerle bir olmuştu. Devlet, tabir yerindeyse çökmüştü.

işte bu çöküşten bir çıkış yolu arayan Osmanlı Devleti'ne güya bir dost eli uzandı. Dışişleri Bakanı Salisbury, Büyükelçi Layard'a mektup göndererek Rus tehdidine karşı Osmanlı'ya yardım edecekleri, bu hizmetlerine karşılık olarak da Kıbrıs'ı istedikleri teklifinde bulunmuştu. Ancak henüz tahtta 2. yılını geçiren Abdülhamid'in, Mabeyn Müşiri (Genel Sekreteri) Eğinli Said Paşa, bu mektupları önceden okumuş ve ikna olmuştu. Padişaha gidip konuştu ve ona telkinde bulundu. ingilizlerle antlaşmanın yapılması için elinden geleni ardına koymadı. (Eğinli Said Paşa'nın Hatıratı, Bengi: 2011, s. 36.)

Onunla kalsa yine neyse. Sadece 41 gün başbakanlık yapmış olan Kara Sadık Paşa da ingiliz tekliflerinin kaçırılmaması yolunda Layard tarafından ikna edilmişti. Hatta etraftan yükselen itirazları da susturan Sadık Paşa, devletin çıkarının ingilizlerle anlaşmakta olduğunu açıktan açığa savundu ve 36 yaşındaki Sultan Abdülhamid'i baskı altına aldı. Böylece bir yandan "ingiliz" Said Paşa'nın, öbür yandan ibnülemin'in ima ettiği üzere ingilizlerden muhtemelen rüşvet alan Sadık Paşa'nın gayretleriyle antlaşma imzalanma aşamasına geldi.

"Hukuk-ı Şahane"

Abdülhamid yağmurdan kaçarken tutulduğu dolunun ne olduğunu biliyordu. ingilizlere hayır dese, Ruslar Yeşilköy'deydi, her an başkente yürüyebilirlerdi. Evet dese, istanbul'u kurtarmış oluyordu ama Kıbrıs'ı kurdun pençesine teslim etmiş oluyordu. Bir şeyler yapmak için kıvranıyordu genç Sultan. Tuttu, Kraliçe Victoria'ya mektup yazıp bir şeyler yapmasını rica etti. Sonuç alamadı. Ne yapıp edip hem tazminatı düşürmeli, hem de Balkanlar'daki topraklarına bir geçit açmalıydı. Berlin Kongresi'nde Ruslarla yapılan antlaşmanın lehimize değiştirilmesi ihtimali belirmişti. Bu fırsatı kaçırmak istemiyordu.

işte o sıkıntılı çırpınış günlerinde işgalin geçici olması ve Rusların Kars, Ardahan, Batum gibi vilayetlerden çekilmesi halinde ingiltere'nin de Kıbrıs'tan çıkacağını taahhüt etmesi şartıyla antlaşmayı imzalamak zorunda kaldı.

Tarihler yine sıcak bir temmuz gününü gösteriyordu: 15 Temmuz. 133 yıl önceydi. Antlaşma metnini masasına koydu. Bir şart daha eklemek istediğini söyledi. Bu şart Layard'ı şaşırttı ama Abdülhamid kararlı görünüyordu. Yazılı bir güvence istiyordu. Kabul ettiler. Bunun üzerine sol üst köşeye kendi el yazısıyla şunları yazdı ve altına imzasını attı:

"Hukuk-i Şahaneme asla halel gelmemek şartıyla muahedenameyi tasdik ederim."

Altına da büyükelçinin sözleri yazıldı. Bu antlaşmayla Padişahın haklarına asla halel getirilmeyeceğini beyan etti. Nitekim Berlin Kongresi'nde borcumuz düşürüldü, Makedonya ve Arnavutluk'a Doğu Rumeli diye bir geçit açıldı ve devlet nefes aldı. işte Abdülhamid 30 yıl devam edecek "kurtlarla dansı"na bu şartlar altında başladı.

işte o asla ihlal edilemeyeceğini belirttiği "hukuk-i Şahane", yani padişahın simgelediği "devletin hakları", Lozan'da unutmuş olsak bile şehit Fatin Rüştü Zorlu'nun inanılmaz mücadelesi sayesinde 1958'de "Garantörlük hakkı"na dönüştü ve 1974'te o haklar sayesinde Kıbrıs'a müdahale edebildik. Bugün Lozan sayesinde değil, 1878'deki o şart ve 1958'deki Zorlu-Menderes ikilisinin gayretiyle kazanılan hak sayesinde oradayız.

Ne yazık ki, Abdülhamid öldükten sonra öldürüldü, diğer ikisi idam edilerek.

alıntı---

edit: (bkz: #31146571) verdiğim kaynaklar bakılmadan yorum yapılmış.