bugün

arayış içinde olmak

er insan kendine sormalı: Doğduğumdan beri bana belletilen doğrulara mı inanıyorum hala, yoksa bunları sorgulayabildim mi? Fikrimi savunurken veya hayatımı yaşarken kendi gücüme mi güveniyorum yalnızca, yoksa sırtımı başka bir güce (devlete, dine, çoğunluğa v.b.) mi dayıyorum?

Dikkat ediniz; sağcı dediğimiz tip, çocukluğunda öğrendiği herşeyi genellikle körü körüne savunan bir tiptir. Otoriteye bağlılıktan kaderciliğe, dinsel dogmalardan genel ahlaka, çoğunlukla birlikte hareket etmekten suyun aktığı yöne gitmeye, tarih algısından kimliklere dek çocukluğunda ona ne öğretilmişse gözü kapalı onları savunur.

Sağcı dediğimiz tipin bir başka ayırt edici yanı da daima sırtını başka bir güce dayamasıdır. Bazen reisine, bazen polisine, bazen pipisine, bazen toplum çoğunluğuna, bazen genel ahlak ve namusa, bazen dine dayarlar sırtlarını. Kendilerine ve kendi fikirlerine güvenleri yoktur. Bu yüzden, en yalnız başlarına göründüklerinde bile arkaları kalabalıktır aslında. Onlar, doğrunun zaten bulunduğunu ve çoğunluğun bunu bildiğini varsayar ve sadece inanır, itaat ederler.

Şu hayatta öğrendiğim bir şey varsa doğrunun ne olduğunun asla tam olarak bilinemeyeceği. önemli olanın doğruya dönük arayışımız olduğudur. Arayışını bitirip mutlak doğruya ulaştığını sanan çıldırıyor. Yobazlık ve acımasızlık o noktada başlıyor işte. Bir cehennem kuruyor ve kendi doğrunu kabul etmeyeni orada sonsuz bir kibirle yakmaya başlıyorsun. Sadece din konusunda değil, örneğin sosyalizm için bile bu böyle.

Mutlak doğru'nun ne olduğunu bildiğine inanıyorsan her türlü kötülüğe bulaşabilirsin. Bu yüzden, esas önemli olan arayışın kendisidir. Bırak teoride bir yerlerin de ucu açık kalsın, zararı yok. Aramaya devam ettikçe zihnimiz açık olur ve gelişir. Bulmak değil aramak önemlidir. Zira herşeyin değiştiği ve hareketin hiç durmadığı bir dünyada aradığını zaten hiçbir zaman bulamazsın. Buldukların da değişir...

Mutlak doğruya sahip olduklarına inananlar siyaset de yapamazlar. Siyaset, farklılıkların müzakeresi değil midir biraz da? Sen hayatın anlamını çözmüşsen neyi müzakere edeceksin ki? Kendi doğrunu herkese dayatma derdine dönüşür tüm çaban. Sonu totaliter bir baskı rejimidir. Mutlak Doğrunun olduğu yerde, ona uyanın ulaşacağı bir cennet tasviri de olur. O cennete varıldığında yaşanacak ilk duygu ise kuşkusuz büyük bir hayal kırıklığı olacaktır.

Stalin'in de bir 'cenneti' vardı. Üretici güçler iyice gelişecek ve sonunda tarihin ilerlemesi komünizme varacaktı. Bunu bir tür hedef gibi algılamıştı. O hedefe nasıl varılacağını da resmi ve mutlak doğru bir teoriyle ilan etmişti. Karşı çıkanları ezip geçti. Oportünistler, hainler, ajanlar, postmodernler, anarşistler, liberaller v.b. tonla suçlama havada uçuştu. Sonunda ne kaldı geriye? Bana cennetini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.

Farklı dinsel cennetler de böyle tarif edilmez mi? Sanki bir çeşit kadın kataloğu. inci gibi siyah gözler, tomurcuklanmış memeler, yenilenen bekaretler... Daima eşlerine aşık, ondan başkasını görmeyen, sahip olmak için çaba gerektirmeyen sunulmuş kadınlar... Kendine güveni olmayan, insanı mülk edinme hırsıyla yaşamış, kimseyle duygusal olarak ilişkilenemeyen, bu yüzden duyguları da körelmiş, kadını tahakküm etmekte erotik bir haz bulan, annesiz oğlanlar için harika bir tarif! Kendi cennetini, mülk edindiği kadının cehennemi üzerine bina eden bir vicdansızlık abidesi değil mi bu?

Mutlak Doğru'yu açlıkla isteyip arayışın kendisini tehdit gibi algılayanların patolojik bir karakter yapısına sahip olmaları sık rastlanan bir durumdur. Böylelerinin cenneti bile sakattır

Mutlak Doğru yoktur. Hakikate ilişkin bitmeyen bir arayış vardır. Güzel olan da budur zaten.